Ahlâksız Hukuk: Ahlâki Anomi, Amoral Bireycilik ve Siyâsi Otoriter Zihniyet Karşısında Yargı Etiği İlkeleri Hayata Geçebilir mi? / Av. Fahrettin Kayhan
GİRİŞ
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki lisans öğrenimim sırasında ve öncesinde (1982-1987) Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğünü lise yıllarında okumuş olmama rağmen “etik” sözcüğüyle hiç karşılaştığımı hatırlamıyorum. İtiraf etmem gerekir ki, bu yazıyı kaleme alana kadar da “etik” konusunda sistematik bir okuma veya araştırmam da olmadı. Benim kuşağımın hukukçularının da eğer felsefeye çok özel ilgisi yoksa benimle aynı durumda olduğunu tahmin ediyorum.
2000’li yılların başından itibaren “etik” sözcüğü ve “meslek etiği” sözcükleri giderek daha sık kullanılmaya, bu konuda kitaplar, tezler, makaleler yayınlanmaya, melek etikleri fakültelerde ders olarak okutulmaya başlandı.

Etik sözcüğünün Türkçedeki tarihine göz atacak olursak, etiğin Fransızca kökeni olan ethique’in Harf İnkılâbından önce bazı sözlüklerde Fransızca bir sözcük olarak yer aldığı görülmektedir. “Hicrî 1330 (miladî 1911-1912) yılında Istılahat-ı İlmiye Encümeni tarafından hazırlanan Kamus-u Felsefe’de yer alan ethique, ahlâk kelimesiyle karşılanmıştır. Yine hicrî 1341 yılında (miladî 1925) İsmail Fenni Ertuğrul’un hazırlamış olduğu Lüğatçe-i Felsefe’nin ethique maddesinde de, “ilm-i ahlâk, felsefe-i ahlâkiyye veya edebiyye ki, hayr ve şerrin müdellel ve müberhen nazariyesidir. Sıfat olarak istimal edildiği vakit ahlâkî, ahlâka müteallik manasındadır” denmektedir. (Özturan,s. 171-172). Etik sözcüğünün ilk kez Fransızca bir sözcük olarak değil Türkçe bir sözcük olarak kullanımı İoanna Kuçuradi’nin Etik kitabının yayımlanmasıyla olmuştur. Bu tarihten sonra etik sözcüğünü Fransızca değil Fransızcadan Türkçeye geçmiş Türkçe bir sözcük olarak kabul edebiliriz.
Ülkemizde önceleri çoğu zaman ahlak ve etik eş anlamlı sözcükler olarak kullanılırken, 1980’li yılardan sonra zamanla önce felsefede sonra da meslek etiklerinde ahlâk ile etik terimlerini birbirinden ayırma çabası gündeme gelmiştir. Bu dönüşüm sürecinde etik ile ahlakın farklı kavramlar olduğu, etiğin ahlak felsefesi olduğu ileri sürülmüş, son zamanlarda ise etik ve ahlâk farklı alanlar olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu ayrımda en çok vurgulanan özellik, ahlakın zamana, yere, sosyal guruba göre değişken olduğu, buna karşılık etiğin ise evrensel olduğu argümanıdır.
İoanna Kuçuradi ve öğrencisi Harun Tepe, ahlak ve etik kavramlarının birbirinden farklı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kuçuradi, günlük dilde ahlâka çok çeşitli ve farklı anlamlar yüklendiğini, genel olarak hepsinde de bu kelime ile “olması gereken, olması istenen çeşitli değer yargıları sistemleri” kastedildiğini, bu tür normatif yargıların genel-geçer değil, muhtelif ve değişken olduğunu ileri sürerek, bunların üzerinde yer alan, insanlık merkezli daha üst yargıların ahlâk kavramı içinden çıkarılması gerektiğini ileri sürmekte, bu çeşit evrensel üst yargıların, ahlâk ilkelerinden ziyade etik ilkeler olarak isimlendirilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Her iki yazar da etiğin felsefenin bir dalı olduğunu, etiğe Türkçede ahlâk veya ahlâk felsefesi dense de bunun doğru bir kullanım olmadığını söylemektedir. (Özturan’dan naklen s. 175)
Tepe ise etik ile ahlâk arasında ayırım yapmakla kalmayıp, bunların birbiri yerine kullanımının yanlış olduğunu ileri süren ilk yazardır. Tepe’nin 1987 yılında kaleme aldığı “Etik ve Meta etik” makalesi, yazarının ifadesiyle ‘etiğin neden ahlâk olmadığı’nı göstermeyi amaçlamaktadır. Tepe’ye göre etik, bir toplum fenomeni olan ahlâktan ayrı bir şeydir, dolayısıyla etik ve ahlâk arasında yapılacak ayırım, felsefenin felsefe olmayanla, felsefî bilginin bilgi olmayanla karıştırılması gibi vahim bir hatayı önlemektedir. Çünkü yazara göre ahlâktan bahsedildiğinde her zaman belirli bir ahlâktan ya da moral’den söz edilmektedir, dolayısıyla yerel ve göreli bir şey konu edilmektedir (Özturan’dan naklen s. 175-176). Türkiye özelinde bu “belirli ahlak ve moral”, ülkede çoğunluğu oluşturduğu ifade edilen Sünni Müslümanlar tarafından sıkça dile getirilen ‘İslam Ahlakı’dır. Türkiye’de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunuyor. Bu anlamda bir “tasavvuf ahlakı” veya “tasavvufî ahlak” tan da söz edilebilir. Bunların yanında Sünni ekolden ayrı olarak “Alevi-Bektaşi ahlakı” söz konusudur. Bunların dışında etnik temelli “sosyal grup ahlâkların’dan ve nihayet ‘mafya ahlâkı’ndan bahsedebiliriz. Türkiye’de bu ahlâk telakkilerine ilişkin olarak internette yapılacak kısa bir taramada çok sayıda esere rastlamak mümkündür. 1980’li yıllardan sonra ahlâk yerine etik sözcüğünün kullanılması ve nihayet ahlakı etikten ayırma çabalarını felsefe temelli seküler bir ahlak kurma çabası olarak değerlendirmek mümkündür.
Akademide etik çalışmaları, genel olarak Kuçuradi ve Tepe’nin ileri sürdüğü bu çerçeve içinde yapılmaya başlanmış ve bu çerçevede devam etmiştir. 2000’li yıllardan sonra normatif etiğin bir dalı olarak genelde meslekler etiği özelde yargı etiği konusunda hızlı bir akademik üretim süreci başlamıştır ve bu çalışmaların ivmesi giderek artmaktadır.
Bu metinde, Yargı Etik İlkelerinin yaşama geçirilmesinin önündeki engeller neler ve yargı etik ilkeleri nasıl hayata geçirilebilir sorusunun cevabı aranacaktır. Birinci Bölümde Yargı Etiği İlkelerinin hukukumuzdaki gelişim sürecine kısaca değineceğiz. İkinci Bölümde hukuk meslekleri adayı Türk vatandaşı sıradan insanların ahlakı kavramlaştırması ve bunun Yargı Etik İlkelerinin yaşama geçirilmesine etkisi ve yargıda etik ihlalleri incelenecektir. Sonuç bölümünde ise varılan sonuçlar ve çözüm önerileri sunulacaktır.
I.TÜRK HUKUKUNDA YARGI ETİĞİ DÜZENLEMELERİNİN TARİHÇESİ
Türkiye’nin Avrupa Birliği‘ne üyelik sürecinde 2003 yılından itibaren başlayan Avrupa Birliği Komisyonu’nun görevlendirdiği bağımsız uzmanlarca yapılan istişarî ziyaretler sonunda hazırlanan raporlar, yargıda etik konusunu gündeme getirmiştir. Özellikle 2004 tarihli raporda yargısal davranış kuralları kanunun oluşturulması, Bangolore Yargı Etiği İlkeleri’nin benimsenmesi önersisinde bulunmuştur. Raporda belirtildiğine göre Adalet Bakanlığı Bangolore Yargı Etiği ilkelerini yargı mensuplarına duyurulacağını ifade etmiş olmalarına karşın Adalet Bakanlığı ve HSYK, Türk Yargı sistemi için Bangolore Yargı Etiği İlkeleri’nin bir kanun olarak benimsenmesine karşı çıkmışlardır.
“Etik” sözcüğü, Türk hukuk sistemine 08.06.2004 tarihinde yürürlüğe giren Kamu görevlileri Etik Kurulu Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunla girmiştir. Bu kanundan önce yazılı hukuk kaynaklarında “etik” sözcüğüne hiç rastlamıyoruz. “Yargı etiği” kavramına ise, BM Bangalore Yargı Etiği İlkelerinin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 tarih ve 315 sayılı kararı ile; savcılar için etik ilkeleri belirleyen Budapeşte İlkeleri ise yine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 10 Ekim 2006 tarih ve 424 sayılı kararı ile benimsenmesiyle gündeme gelmiştir
Yine etik sözcüğü Hâkimler ve Savcılar Kurulu Kanunun 7’nci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinde 09 Temmuz 2018 tarihinde yapılan değişiklikle girmiştir. Anılan maddeye göre hâkim ve savcıların uymaları gereken etik davranış ilkelerini belirlemek Kurul’un görevleri arasına eklenmiştir. Bakanlar Kurulunca kabul edilerek TBMM tarafından onaylanan Onuncu Kalkınma Planında (2014-2018) ve ayrıca Yargı Reformu Stratejisinde yargı mensuplarının etik kodlarının belirlenmesi hedefler arasında gösterilmiştir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 2012-2016 Stratejik Planında da, yargıya güveni arttırma amacına yönelik olarak mesleki etik kuralları oluşturmak üzere çalışmalar yapılması hedefine yer verilmiştir. Bu kapsamda, uluslararası standartlara uyumlu olduğu belirtilen ancak Türk Yargı Sisteminin ihtiyaçları doğrultusunda kendi değerlerimizden yola çıkarak ve yargı tarihindeki mirasımızı koruyarak oluşturulduğu belirtilen ‘Türk Yargı Etiği Bildirgesi’ 06.03.2019 tarihinde HSK Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve kamuoyu ile paylaşılmıştır. Bildirge 14 Mart 2019 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmış ve bildirgenin kapsadığı tüm hâkim ve savcılara tebliği gerçekleştirilmiştir.
Bidirge’nin 8.1’nci maddesinde 8/1 “Görevlerini vicdani kanaatleri doğrultusunda, ahlaki olgunluklarına, ehliyet ve liyakatlerine yaraşır şekilde yaparlar” ilkesi yer almaktadır. İlkede “ahlaki olgunluk” kavramına atıf yapması HSK’nın etik sözcüğünü geleneksel olarak “ahlâk” anlamında kullandığını göstermektedir. Türk Yargı Etiği Bildirgesinin, “yargı” olarak hâkim ve savcıları görmesi, bu iki mesleği aynı meslek olarak kabul etmesi, her iki meslek için aynı ilkeleri benimsemesi muhakeme diyalektiğini baltalayan bir mesleki yapılanmanın uzantısıdır. Esasen sorun, 12 Eylül Anayasası ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun tek çatı altında toplanmasından kaynaklanmaktadır. 1961 Anayasasında olduğu gibi Hâkimler Yüksek Kurulu ile Savcılar Yüksek Kurulu ayrı olması, bu iki mesleğe özgü etik ilkelerin ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiği kanısındayız.
Hâkimler Savcılar Kanununda ise “etik” terimine hiç yer verilmemiştir. Hâkimler Savcılar Kanunun 2022 yılında değiştirilen 11 ve 21’nci maddelerinde “ahlâk” terimi kullanılmıştır. Bu iki maddede hâkim ve savcılar ile yardımcılarının “ahlaki gidiş”lerinin denetlenmesi ile ilgili hükümler konulmuştur. 2022 yılında dahi yargı sistemimizin “etik” sözcüğünü içine sindiremediğini görüyoruz. Avukatlık Kanununda da “etik” terimine rastlamıyoruz. Avukatlık Kanunun 9, 19, 24, 76 ve 110’ncu maddelerinde “ahlâk” ve “meslek ahlâkı” terimleri kullanılmıştır. Keza TBB Meslek Kuralları ve diğer alt düzenlemelerin hiç birinde etik sözcüğü geçmemektedir.
Türkiye’de Yargı Etiği konusunda önemli gelişmelerden biri de “Yargıtay’da Etik İlkelerin Yaygınlaştırılması, Saydamlığın Güçlendirilmesi ve Yargıtay’a olan Güvenin Artırılması Projesi” 2018 yılında benimsenen Yargıtay Yargı Etiği İlkeleri’dir. İlkelerin Başlangıç bölümünün ikinci paragrafında “yargının ahlâki gücünün” son derece önemli olduğundan bahsedilmektedir. Bundan Yargıtay’ın da etik sözcüğünden ahlâk kavramının algıladığını anlıyoruz.
Yargıtay Yargı Etiği İlkeleri
Danıştay Başkanlığının “2019-2023 Strateji Planı”nda Yargı Etiği İlkelerinin oluşturulması öngörülmüş ise de bu yazının kaleme alındığı tarihe kadar Danıştay Yargı Etiği İlkeleri oluşturulmuş değildir.
Yargı etiği ilkeleriyle ilgili bu yirmi yıllık gelişim süreci AB’ye uyum resepsiyonu -AB müktesebatına fiili direnç ikileminde ite kaka ilerlemiştir. Türk Yargı pratiğinde etik sorunların yaygın olduğu genel kabul görmektedir. Bu hususta sınırlı da olsa akademik alan çalışmaları yapılmıştır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Cengiz Sarı ve Esra Nur Tugan tarafından yazılan alan araştırmasına dayalı doktora tezleri önemli tespitlerde bulunmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda iki çözüm önerisi öne çıkmaktadır: Liyakat ve Eğitim. Yargı etiği artık lisans düzeyinde dahi okutulmasına, meslek içi eğitimlerde müfredatta etik eğitimlerine yer verilmesine rağmen sorun çözülmemektedir.
Sorunun yargı etik ilkelerinin bilinmemesi olmadığı çok açıktır. Yargı etiği ilkelerinin meslek mensuplarına öğretilmesi etiğe aykırı davranışların önüne geçmeye kâfi gelmiyor. Yani sorun bilişsel değil. Yargı etiği ile ilgili ilkokul mezunu bir 64 yaşında bir esnaf dostumla yaptığım derinlemesine söyleşide “”etik nedir?” sorusuna etiği tanımlayamamakla birlikte “birine hakaret eder veya kötü davranırsan bu hareket etik değildir” cevabını vermiştir. Yargının etik olarak işlemesi için yargın nasıl olması gerektiğine yönelik günlük dilde yaptığımız sokratik sorgulamamıza ise kendi dil becerisi çerçevesinde iptidai, sezgisel, ama Bangolare yargı Etik İlkelerini karşılayacak nitelikte cevaplar aldık. Yani sorun yargı etiği ilkelerinin bilinmemesi değildir. Sorun Önderman’ın her vesileyle vurguladığı gibi meslek mensuplarının bilgi ile kurduğu ilişkide yatmaktadır.
Şu halde sorunun kökenini başka yerde aramamız gerekiyor. Bu yazımızın hipotezi, yargı etiğinin (hukuk meslekleri etiğinin) yaşama geçirilememesinin sebebinin sıradan insanların ahlakı kavramlaştırma biçimi ve bu kavramlaştırma sonucu oluşan ahlaki yargılarını uygulamada kolayca esnetebilmesinin ve partikülarist ahlak anlayışını destekleyen Otoriter zihniyetin yargı etiği ilkelerini etkisiz kılmasıdır.
Hukuk mesleğini tercih ederek hukuk Fakültesine giren sıradan bir Türk vatandaşının aile, temel eğitim ve öğretim kurumları, mensup olduğu dini, sosyal ve siyasal gruplar içinde geliştirdiği ahlaki telakki ve tutumları vardır. Genellikle eğitim, taklit ve tekrarla öğrenilmiş olan bu ahlaki davranış kalıpları kişinin karakterinin (ethos) bir parçası, ikinci doğası haline gelir. Meslek adayı sıradan vatandaşta kristalize olmuş bu ahlaki kavramlaştırmalar ve tutumlar, yargı etiği ilkeleriyle uyumlu değilse ve yargı etiği ilkelerini destelemiyor ve nesnel bir ahlaki zemin oluşturmuyorsa, bu meslek mensubu adayına ne yoğunlukta meslek etiği ilkeleri eğitimi verilirse verilsin bu ilkeler kendisine nüfuz etmeyecektir.
Bir sonraki bölümde Türkiye toplumuna egemen olan partikülarist ahlak anlayışı ve bunun yargı etiği ilkelerinin uygulanmasına olumsuz etkisini araştıracağız. Bu araştırmamızda teorik çerçeve olarak, büyük ölçüde, Murat Önderman’ın çok disiplinli çalışmasının ürünü olan “ Türkiye’de Paranoid Ethos” dokrinini” referans aldım.
II. HUKUK MESLEKLERİ ADAYI TÜRK VATANDAŞI SIRADAN İNSANLARIN AHLAKI KAVRAMLAŞTIRMASI, PARTİKÜLARİST AHLÂK VE YARGI ETİĞİ İLİŞKİSİ
A. Türkiye’de Patrikülarist Ahlâk, Ahlâkî Anomi ve Amoralizm
Murat Önderman, “Türkiye’de Paranoid Ethos” adlı eserinin “Giriş” bölümünde şunları söylüyor:
Türkiye’de holistik veya ilişkisel bir hayat, topluluk, ilişki, ahlak ve benlik anlayışı egemen bulunuyor. Bu genel holistik dünya veya hayat görüşünün toplum anlayışına yansıma biçimi kolektivizm, siyasal zihniyette karşımıza çıkan görünümü ise komüniteryanizmdir. Komüniteryanizm, bireylerin genel olarak belirli topluluk biçimlerine bağlılığa, bireysel özgürlük taleplerinden daha fazla değer vermeleri olarak tanımlanabilir. Bu anlayış ahlâkın etki alanını iç grupla sınırlayarak, farklı grupların ve üyelerin birbirlerine karşı farklı davranışta bulunmalarına, diğer bir deyişle çifte standartlılığa yol açıyor. Ahlakın tekilselliği özellikle yabancılar arasındaki ilişkilerin ahlaki bir boşlukta gerçekleşmesine yol açıyor…
(…)
Kolektivizmin bu beklenmeyen sonuçları arasında özel önem taşıyanı, yol açtığı ahlâkî anomidir. Bir toplumsal pratik olarak amoral bireycilik (egoizm) Türkiye’de oldukça yaygındır (…) Bu pratiğin ahlaki bir bireyciliği gerektiren Batılılaşmanın bir sonucu olmaktan çok, baskın kolektivizmin ürünü olduğunu düşünüyorum…
(…)
Türk toplumunda güçlü ve istikrarlı paranoid düşünce ve davranış eğilimleri, nihayetinde ahlâki genel haklarca desteklenen hukuki genel normların, bazı kültürel nedenlerle yeterince etkili olamamasına bağlanabilir. Türkiye’de ahlakın etki alanı gruplarla sınırlı olma eğilimi göstermeseydi, sosyal ve siyasal paranoya bu kadar güçlü olamazdı… (2018, s. )
Önderman’nın bu tespitlerini şerh etmeye en elverişli ahlak türü “mafya, çete ve suç örgütü ” ahlâkıdır. “Racon” adı da verilen mafya ve çete ahlakı; sadakat, sır saklama, dürüstlük, adalet gibi her kesin kabul edeceği erdemlere dayanır. Mafya ve çete üyeleri bu ahlaki değerlere sıkı sıkıya bağlı yaşarlar. Raconu ihlalin müeyyidesi ise ağırdır. Ne var ki, mafya ve çete ahlakı, sadece grup içinde ve grup üyeleri için geçerlidir. Keza hırsızlığı meslek edinmiş topluluklar, üyelerinin mallarını çalmadıkları gibi, çoğunluğu oluşturdukları gettolarda grup üyesi olmayan, hırsızlıkla ilgisi olmayan komşularına karşı da hırsızlık suçu işlemezler. Bir grup üyesinin, mensup olduğu gruba ve üyelerine karşı ahlâki davranması beklenirken grup dışı kişilere karşı gayri ahlaki ve gayri hukuki davranışta bulunması kişide ahlaki bir ikilem ve buna bağlı psikolojik bir çatışma yaratmaz.
Benzer ahlaki telakkileri farklı sosyal gruplarda da görmek mümkündür. A tarikatına/grubuna bağlı bir kişi mensup olduğu tarikatın üyelerine karşı ahlaki tutum sergilerken tarikat haricindeki kişilere karşı ahlakdışı veya hukuk dışı davranmakta vicdani bir problem yaşamayabilir. Yargı içinde çeteleşmeyi hedefleyen bir dinî veya lâdini bir cemaat, üyeleri arasında adaleti ve ahlâk kurallarını gözetirken, üyelerini yargıya/devlete yerleştirmek için sınavlara hile karıştırmayı, soruları çalmayı, grup dışı personele mobing uygulamayı, iftira atmayı, fişlemeyi, komplo kurmayı vs. ahlaken meşru görebilir, Bu ahlâk anlayışında bir grup üyesi, rakip gruptan gayri ahlaki davranış beklentisi içinde olacaktır. Özellikle mutlak itaate dayalı kült gruplarda grup iktidarının emirleri, mesleğin gereklerinin üzerinde görülebilir. Bu ahlak telakkisinde rakip gruplar “düşman” olarak nitelendirilebilir. ve onlara karşı ahlaki davranma yükümlülük hissedilmez. Bir grubun üyesi rakip grubun üyesini zihninde depersonalize ederek insan olarak görmez. Hatta “katli vacip” veya “yok edilmesi” gereken bir nesne olarak görebilir. Türkiye coğrafyasını “dar’ül harp” olarak gören bir cemaat mensubu, cemaat dışı kişilere ve kurumlara karşı hiçbir ahlâki ve hukuki yükümlülük hissetmeyecek ve bundan dolayı etik ikilem veya psikolojik çatışma yaşayamayacaktır. Yakın Türkiye tarihi ve içinde yaşadığımız zaman dilimi bu yaklaşımın herkesçe bilinen dini –lâdini her gruptan acı örnekleriyle doludur.
Türkiye’de hâkim olan bu ahlâki telakkinin diğer bir yansıması kayırmacılıktır. ÖZKANAN Arzu, ERDEM, kayırmacılık türlerini şu şekilde tasnif ediyor, Türkiye’de kamusal örgütlerde yükselmenin formülünü şöyle açıklıyor::
Kayırmacılık, yakın ilişki ağları etrafında kurulan bir çarpık ilişki biçimidir. Burada yakınlık derecesine ve türüne göre kayırmacılık değişik türlerde gerçekleşir. Akraba kayırmacılığı (nepotizm) şeklinde olduğu gibi eş-dost kayırmacılığı (kronizm), siyasi kayırmacılık (partizanlık), hizmet kayırmacılığı, iktidara ve seçmen kesimlerine yönelik kayırmacılık (klientelizm) şeklinde de görülebilir. Kayırmacılık yerine sıklıkla kullanılan adam kayırmacılığı ise kayırmacılık içerisinde yer alan bir kavramdır.16 Yani kayırmacılık kavramı adam kayırmacılığı ile birlikte diğer kayırmacılık türlerini de kapsamaktadır.(s.183-184)
(…)
Ömer Peker’e göre, Türkiye’de kamusal örgütlerde yükselmenin yöntemi (6 M + 7 T)’nin toplamıdır.
Yükselme: Y = 6 M + 7 T
“6 M: Örgütte üst yöneticiler ile (1) aynı Mektepten olmak, (2) aynı Meslekten olmak, (3) aynı Memleketten olmak, (4) aynı Mezhepten (tarikattan olmak), (5) aynı Meşrepten olmak (dünya görüşü, yaşam tarzı aynı olmak), (6) Milletvekili tanıdığı veya yakını olmaktır”.
Formüldeki 7 T: Tanıtma, talep, teklif, tavsiye, takip, torpil ve tehdittir. Kişi, yükselebilmek için önce kendini çevresine ve üstlerine tanıtmalı; örgüt içinde veya dışında yükselmeyi (yönetici olmayı) talep etmeli; gerekirse torpil ile desteklenmelidir. Zira, Ziya Paşa’nın 150 yıl önce söylediği gibi, “Devlet-i Osman-ı Ali’de terfiye temeyyüz (yükselme) ilim, irfan ile olmaz; kuvvetli bir iltimas ile olur.” Ancak yükselmek için tehdit yöntemini uygulamaktan kaçınmalıdır. (s. 198)
Bir hukuk fakültesine kaydını yaptıran sıradan Türk vatandaşı, genellikle, Türkiye’de geçerli olan bu ahlâki anomi ve amoralizmle formatlanmış olarak hukuk hayatına başlamaktadır. Fakültesi sonrası staj ve meslek içi eğitimlerde verilen yargı etiği ilkelerinin maya tutması, meslek mensubu tarafından içselleştirilmesi ve hayata geçmesi mümkün gözükmemektedir. Nitekim Türkiye’de hâkim savcı olabilmek ve meslekte yükselebilmek için Y = 6 M + 7 T formülünün geçerli olduğu herkesçe bilinmekte ve açıkça ifade edilmektedir. Bilinmenin de ötesinde kanıksanmış ve kabullenilmiş bir durumdur. Yargı etiği ilkeleri, ilk ölümcül yarayı mesleğe başlarken almaktadır. Mesleğe bu şekle başlayan meslek mensubu en temel yargı etiği ilkesi olan bağımsızlığını ve ilerleyen zamanda da tarafsızlığını yitirmektedir. Böyle bir yargı görevlisinin verdiği kararlarda hukuk ve vicdani kanaat değil, kendisini o mevkiye getiren grubun parikülarist ahlâk anlayışı egemen olmaktadır.
Bu konuda bizzat yaşadıklarımdan birkaç anekdotu aktarayım:
90’lı yıllarda Ankara Barosu Dergisinde editörlük yaparken yayınlanmak üzere emsal karar talep etmek üzere Yargıtay’ın bir dairesinde bir üyenin odasındaydım. Odaya murafaadan (duruşma) yeni çıkmış avukat cübbeli biri geldi. Avukat Bey, İstanbul’da bir Üniversitede profesörmüş. Biraz hoşbeşten sonra üye, “bizim oğlanın dersleri nasıl, ilerleme kaydediyor mu?” diye sordu. Anlaşılan üyenin oğlu, aynı üniversitede hukuk öğrencisiydi. Hoca, “Çok iyi gidiyor, kendisiyle bizzat ilgileniyorum” dedi.. Sohbetin bir yerinde hoca, “geçen haftaki murafaamızla ilgili karar verildi mi acaba?” diye sordu. .Üye, hemen kaleme telefon açarak dosyanın durumu hakkında bilgi alarak hocaya iletti. Türkiye’de kaç avukat temyiz incelemesinin sonucunu bizzat Yargıtay üyesine sorabilir ki?
Bir şirketler grubunda müşavirlik yapan bir avukat arkadaşım, şirkete yüksek yargı organlarının avukat çocuklarını yüksek maaşlarla istihdam ettiklerini, kendilerine bir iş verilmediğini, açık ofiste bir masada zaman geçirdiklerini anlatmıştı.
Nitelikli dolandırıcılık suçundan ağır ceza mahkemesinde yargılanan bir kıdemli bir avukat, müdafiliğini üstlenmemi istedi. Uzunca bir konuşmadan sonra bu talebinin mahkeme başkanının benim çok yakın dostum olmasıydı. Benden istediği hukuki savunma değil, iltimastı. Bunun mümkün olmadığını söyleyince yazıhaneme bir daha uğramadı.
20 yıl boyunca takip ettiğim bir taşınmaz davası Yargıtay aşamasındaydı. Tüm çabama rağmen davanın kaybedilmesi mukadder gözüküyordu. Müvekkil ısrarla karşı tarafın akrabalarının Yargıtay’da çalıştığını, bizim de Yargıtay’dan adam bulmamız için baskı yapıyordu. Bunun mümkün olmadığını söyleyince, kendileri Yargıtay’ın dosyamızın olduğu daireden yeni emekli olmuş üye bir yüksek hâkimi bulmuşlar, ısrarla onunla görüşmemi istediler. Şahsın ofis olarak kullandığı özel büroya gittik. Dosyanın safahatı hakkında bir tetkik hâkimi gibi takrir verdikten sonra sonuçtan ümitli olmadığımı açıkladım. Emekli üye, o gün Dairede müzakere olduğunu ancak yarın Dairedeki üye arkadaşlarıyla görüşeceğini, kararı lehe çevirebileceğini söyledi. Bu iş için bir ücret aldı mı bilmiyorum, ama karar söylediğim gibi aleyhe çıktı.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, “Yargıtay’da adamın var mı?” “hâkimi tanıyor musun?” “Bilirkişiye nasıl ulaşırız?” sorularına her gün muhatap olmayan bu konuda toplumsal baskı hissetmeyen avukat yoktur.
Türkiye’de hâkim olan partikülarist ahlâkın, ahlaki anominin ve amoraaizmin diğer bir yansıması yargıda yolsuzluktur. DURSUN, Buscaglia’ya atfen yargıda yolsuzluğu şöyle tarif ve tasnif ediyor.
Mahkeme yolsuzluğu daha doğru bir deyişle yargı yolsuzluğu; yargısal hizmet verilirken uyulması gereken usul ve esasların, yargı personeli tarafından özel çıkarlar karşılığında göz ardı edilmesidir. Mahkemelerde çok değişik çeşitte yolsuzluklar görülebilmesine rağmen söz konusu yolsuzluklar, temel olarak iki türe indirgenebilir. Bunlar; a) yönetsel yolsuzluk b) işlevsel yolsuzluktur (Bkz., Buscaglia, s. 3).
Mahkeme idari personelinin özel çıkarları için resmi veya enformel idari süreçleri ihlal ettiği zaman görülen yolsuzluklar; yargı organlarının yönetsel yolsuzluğu olarak adlandırılır. Davanın taraflarının; davayı hızlandırmak veya geciktirmek veya davanın kendi istedikleri yargıca gitmesini sağlamak için mahkemenin idari personeline rüşvet vermesi, yine, yargı hizmeti alanların dosyada bulunan kanıt ve raporları değiştirebilmek veya dava dosyasının normalden farklı bir şekilde işlem görmesini sağlamak için mahkeme personeline rüşvet vermesi yargı organlarında görülen yönetsel yolsuzluğa örnek olarak verilebilir. Mahkemelerde görülen yönetsel yolsuzluklar; çıkar karşılığında yapılan yönetsel ve usule yönelik düzensizlik ve uygunsuzluklar olarak da adlandırılabilir (Bkz., Buscaglia, s. 3).
Yargı organlarında görülen ikinci tür yolsuzluk çeşidi ise işlevsel yolsuzluktur. İşlevsel yolsuzluk; genellikle siyasi ve/veya ekonomik çıkarların tehlike altında bulunduğu büyük yolsuzluk planlarının bir parçasını teşkil eder. Siyasal güdülerle alınmış mahkeme kararları ve/veya yargıçların yolsuz karar vererek ekonomik çıkarlar elde etmesi veya mesleğinde yükselmesi yargı organlarında görülen işlevsel yolsuzluğa örnek olarak verilebilir. Mahkemelerde görülen işlevsel yolsuzluklar; çıkar karşılığında yapılan ve yargısal kararları etkileyen temel düzensizlikler olarak da adlandırılabilir. (s.382)
Yargı birimlerinde hem yönetsel hem de işlevsel yolsuzlukların yaygın olduğu toplumun geniş kesimleri tarafından kabul görmektedir. Türkiye’de adli birimlerde görülen yolsuzluk akademi tarafından yeterince araştırılmış değildir. Yargıda yolsuzluk konusunda yapılan en kapsamlı araştırma Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz tarafından yapılan ve ilk baskısı 1999 yılında yayımlanan “İstanbul Barosu Çevresi Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması”dır. Bu draştırmada, İstanbul Barosu’na kayıtlı ve mesleğinde beş yılı doldurmuş altı yüz altmış altı avukattan gelen yanıtların %94,9’una göre adli yargıda yolsuzluğun olduğu ifade edilmiştir. Türkiye halkının bir hak toplumu olmaması nedeniyle adliyeye yolu düşen vatandaşların kahir ekseriyeti işini yolsuzluk yoluyla halletmeye eğilimlidir.
Bu noktada yargı birimlerinin yolsuzluklarının yanı sıra, halk arasında yaygın olan yolsuzluğa başvurmadan sorununun çözülemeyeceği inancının istismar edildiği nitelikli dolandırıcılık olaylarına da sıklıkla rastlanmaktadır. Bu yola başvuran avukatların olduğu da bilinmektedir. Yargı mensubunun haberi bile olmamasına rağmen vatandaştan yargı mensubuna verilecek rüşvetle “işi halledeceğini” söyleyip, dolandırıcılık yapan kişiler de vardır. İlçede avukatlık yaptığım sırada asliye ceza mahkemesi hakiminin odasında otururken bir köylü kadın hışımla odaya dalarak hakime hanıma “orospu seni, parayı yidin, oğlanı niye govermedin?” diye bağırdı. Biraz sonra kadının, oğlunun trafik kazasından dolayı yargılandığı, müdafiliğini yapan avukatın hâkime rüşvet vereceğim diyerek sanığın tahliyesini taahhüt ederek para aldığı anlaşıldı. Avukat sanığın kazada 2/8 kusurlu olmasına ve bu kusur oranı karşısında tutuklama olmayacağına güvenmişti. Ama avukat, hakime hanımın bir yakınını yakın tarihte trafik kazasında kaybettiğinden ve tutuklama kararında bu öznel enformel determinatın etkili olduğunu bilmiyordu belli ki.
Soruşturma konusu olan ve basına intikal eden yargıda yolsuzluk olayları için internet arama motorlarından “savcı rüşvet”, “hakim rüşvet”, “Fetö borsası”, “hakim çete”, “savcı çete”, “avukat rüşvet” gibi anahtar kavramlarla yapılacak bir tarama dahi yargıda yolsuzluk konusunda yeterli fikri verecektir.
B. Heteronom-Partikülarist Ahlak Anlayışını Destekleyen Otoriter Zihniyet ve Yargı Etiği
Piaget, ahlâkî gelişim evrelerini; ahlâk Öncesi evre (0-5 yaş), dışa Bağımlı ahlak (ahlakî gerçekçilik- heteronom ahlâk) evresi (6-10 yaş), ahlâki özerklik (otonom ahlâk) evresi (11 yaş ve üzeri) olmak üzere üç evrede incelemiştir. Heteronom ahlâk evresinde çocuklar çevrelerindeki olayların anlamlarını kısmen de olsa anlamaya başlarlar. Kurallara mutlak uyum sağlamak bu dönemin temel özelliğidir. Çocuklara göre kural büyük bir otorite tarafından konulmuştur ve asla sorgulanamaz. Yanlış davranış bu dönemdeki çocuklara göre otomatik olarak cezayı gerektirir. Fakat kendileri de kesin ve değişmez olarak kabul ettikleri bu kurallara uymakta zorlanırlar. Bu evrede çocuklar olayın nedenini, niyetini sorgulamaz. Türkiye’de partiküler ahlak anlayışına eşlik eden heteronom evrede kalmış bir ahlaki gelişim söz konusudur. Türk toplumu ahlâken çocuk toplumdur. Topluma hâkim olan otoriter zihniyet de bu özellikleri destekler. Otoriter zihniyet de partikülaristtir. Kolektivist otoriter zihniyet ancak partikülarist sosyal ve kültürel ortamda güçlenir. (Önderman 2018, s. 20, 2007, s.178). Türkiye’de hâkim olan bu ahlaki panorama, otonom, faklı gruplara mensup kişileri ahlâki eşiti gören, modern bir ahlâkın gelişimine imkân vermemektedir.
Toplumdaki bu otoriter eğilim ve ahlâki yapı, olduğu gibi Türkiye’nin siyasi rejimine, hukuk sistemine, meslek örgütlenmelerine yansımıştır. Türkiye hukuk tarihi bu ahlak anlayışının bir sonucu olarak düşman grupların genelde devleti, özelde yargıyı ele geçirme ve yargıyı araçsallaştırarak misilleme savaşlarıyla doludur.
2017 Anayasa değişikliği ile yasama ile birlikte yargı da doğrudan Cumhurbaşkanına bağımlı hale getirilmiş ve otoriter bir rejim inşa edilmiştir. Yargı yürütme tarafından ele geçirilmiştir. Bu durumu Kemal Gözler, “Elveda Anayasa” ibaresiyle kavramlaştırmış ve kitaplaştırmıştır. Bu Anayasa değişikliğinden sonra kabul edilen Yargıtay Yargı Etiği İlkeleri‘nin 1.5 maddesine göre “hâkim, yasama ve yürütme erkleriyle uygunsuz ilişkilerden ve bu organların etkisinden uzaktır; aynı zamanda, makul bir kişinin gözünde, bu türden ilişki ve etkilerden uzak olduğunu gösterir.” Keza yine Anayasa değişikliğinden sonra kabul edilen Türk Yargı Etiği Bildirgesi’nin ilk maddesi bağımsızlıktır. Yürütmeye bağımlı hale getirilen yargının bağımsızlık ilkesinden bahsetmek hukuksal oksimorondur. Türk Yargısı, dün askeri otoritenin önünde esas duruşa geçerken, bugün yürütmenin başıyla çay toplama partisi yapmaktadır. Yargı Etiği ilkeleri, daha ilk maddesinde inandırıcılığını ve uygulanabilirliğini yitirmiş durumdadır.
III. NE YAPMALI?
Heteronom-Partikülarist Ahlak Anlayışına ve Otoriter Zihniyete sahip, ahlaki anominin, amoralizmin ve makyevelizmin hakim olduğu bir toplumla kuşatılmış olan otonom, evrensel ve nesnel ahlaki ilkelere sahip tüm insanları ahlaki eşiti gören yargı mensubu bir bireyin etik ilkeleri hayata geçirmeye çalışması büyük fedakarlıkları, kahramanlıkları, yalnızlığı ve dışlanmayı göze alması demektir.
Bu sorunun art arda yapılan hukuk reformları ve mevzuat iktibaslarıyla ile çözüleceğini zanneden legalizmin Türkiye’de çalışmadığı da antropolojik bir gerçektir. Kemal Gözler’in ifadesiyle “kuvvetler ayrılığı yoksa hürriyet de yoktur (…) Kuvvetler ayrılığı yoksa Anayasa da yoktur” (s.25-27). Bunlar yoksa yargı etiği ilkeleri de yaşaması mümkün olmayan kâğıttan ilkelerdir.
Kanaatimce illa bir reform yapılacaksa ilk elde ihtiyacımız olan toplumun her harfine sahip çıkacağı liberal demokrasiyi güçlendiren kuvvetler ayrılığına dayalı sivil bir anayasadır.
KAYNAKÇA
CESUR Sevim, TEPE Beyza, PİYALE Zeynep Ecem, SUNAR Diane, BİTEN Ali Furkan, “Bana ğöre” Ahlak: Sıradan İnsanın Ahlakı Kavramsallaştırması”, Türk Psikoloji Yazıları, Haziran 2020, 23(45), 115-138.
DURSUN Hasan, “Adli Birimlerde Görülen Yolsuzluklar ve Alınması Gereken Karşı Önlemler” TBB Dergisi, Sayı 61, 2005, 383.
GÖZLER Kemal, Elveda Anayasa, Ekin Yayınları, Genişletilmiş 4. Baskı, Bursa 2021.
ÖNDERMAN Murat, Türkiye’de Devlet, Sosyal Kontrol ve Öznellik Filiz Kitabevi, İstanbul 2007)
ÖNDERMAN Murat, Türkiye’de Paranoid Ethos, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul 2018.
ÖZKANAN Arzu, ERDEM Ramazan, Yönetimde Kayırmacı Uygulamalar:
Kavramsal Bir Çerçeve, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 2014/2, Sayı:20.
ÖKÇESİZ Hayrettin , Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması,: Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi Yayınları İstanbul 2001.
ÖZTURAN Hümeyra, “Etik ile Ahlâk Arasında: Türkçe Ahlâk Felsefesi Literatürüne Dair Etik Kavramı Kullanımı Üzerinden Bir Değerlendirme” Türkiye Araştırmaları Literatür Derğisi, Cilt: 9, Sayı: 17.
SARI Cengiz, Meslek Etiği ve Türkiye’de Yargının Etik Yapılanması, Bülent Ecevit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi Zonguldak 2013.
TEPE Beyza, İlişki Modelleri Kuramı Üzerinden Ahlaki Yargıları Esneten Faktörlerin Amerika-Türkiye Karşılaştırmalı İncelenmesi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi İstanbul 2019
TUGAN Esra Nur, Emekli Hakimlerin Bakış Açısıyla Türkiye’de Yargı Etiği, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bütünleşik Doktora Tezi, Ankara, 2020