Anılarımdan Bir Sayfa: Atila Sav/ Av. Vedat Ahsen Coşar
Rahmetli Atila Sav’ın aziz hatırasına olan derin saygımla…
İzmir Yayınevi (İLYA) tarafından yayımlanan ‘Hayatı Ölçülü Yaşamak‘ isimli kitapta, kitabın yazarları Peter Uffelmann ve Tobias von der Recke’nin anlattıkları son derece öğretici, belki de yaşanmış bir hikâye var. Hikâye şöyle; “Çin’e gezmeye giden bir Avrupalı, Çinli Wu’nun evine konuk olur. Avrupalılardan yana dertli olan Wu, Avrupalıların kendileri dışındaki toplumları anlama ve tanıma konusunda çok fazla istekli olmadıklarını, bu konuda biraz istekli olanların ise son derece yüzeysel bir çaba gösterdiklerini söyler. Avrupalı bu eleştiriye karşı çıkar ve Wu’dan Avrupa ile Çin’in dünyaya bakışları arasındaki farkı açıklamasını ister. Wu konuşmaya başlar ve der ki: ‘İkimizde bir sandalyenin üzerinde rahatça oturuyoruz. Sandalye Çinlilerin icadı değil, aynı zamanda Avrupalıların da kullandığı, onlara da ait olan bir araç. O halde sandalye her iki kültürün de ortak malı. Bir Avrupalı olarak siz, sandalyenin özelliklerini nasıl açıklarsınız?’ Avrupalı ne diyeceğini tam olarak bilemez, kem küm eder, sandalye ile insanın beden yapısı arasındaki ilişki üzerine bir iki şey söyler ve sözlerini yemek masasının çevresine dizilmiş olan sandalye ile masanın anlamlı bir birliktelik içinde olduğunu ifade ederek tamamlar. Wu söylenenlerin doğruluğuna katılır ve devamla: ‘Ama biz Çinliler siz Avrupalılardan farklı olarak bir adım daha ileriye bakarız. Sandalyelerin çoğu hala ahşaptan yapılıyor. Ahşap ormandan elde ediliyor. Daha sonra elden geçiriliyor, uygun parçalar halinde kesiliyor. Sonra sizin söylediğiniz kullanma aşaması geliyor. O aşamaya kadar sandalye daha hala anlamsız, işlevsiz ve cansız bir nesnedir. Anlam, işlev ve canlılık kazanabilmesi için, bir insanın yorulduktan sonra onun üzerine oturması, yorgun vücudunu ona emanet etmesi, sırtını sandalyenin arka tarafına dayayarak gevşemesi ve bu suretle sandalyenin nimetinden dolaysız olarak yararlanması, zihni ve ruhu ile onu algılaması gerekir.’ der. Bunları dikkatlice dinleyen Avrupalı anlamlı bir yorum yapar ve ‘bir sandalyenin imalatındaki asıl marifetin, ona, insanın üzerine oturup dinlenmesine imkân verecek biçimde şekil veren kişiye ait olması gerektiğini’ söyler. ‘Evet’ der Wu ve sözlerini ‘Herkes bir sandalye yapabilir. Ama bir sandalyenin iyi olabilmesi için, ondan yararlanan kişinin ona bir nimet gözüyle bakması gerekir’ diyerek sürdürür. Avrupalı, bunun yaşamın diğer alanları için de geçerli olup olmadığını sorar. Wu sözlerine ‘Tüm alanlar için geçerlidir. Zanaattan felsefeye kadar her alanda geçerlidir’ diyerek başlar ve devamla şunları söyler: ‘Dünyevi uğraşların hedefi kar elde etmek de olabilir, devlet düzeninin tesisi ya da düşmanın yok edilmesi de olabilir. Ama bütün bunların anlamı ve amacı insana yönelik olmalıdır. İnsana hizmet olmalıdır. Onun için bizde, düzenli düşünmenin babası olan Konfüçyüs, küçük bir derenin üzerine bir köprü yapan ve böylece köylülerin yürüme mesafesini kısaltan adamla aynı onuru taşır. Krizantemlere özenle bakan ve böylece gözlerimize mutluluk veren bahçıvana da aynı isim verilir. Bu isim, yaşamın bize hazırladığı gizli nimetlerle ilişkilidir. Böyle bir nimeti keşfedip insanlara sunan, insanlara hizmet eden herkese biz usta deriz.”
Bu Çin hikâyesini, bizim de benzer bir kültürden geldiğimizi, tıpkı Çinliler gibi, bizim de, insana hizmet edenlere, bilgisini, zamanını, deneyimlerini insana sunanlara ‘usta’ dediğimizi ifade etmek için anlattım. Avukat olarak, Ankara Barosu olarak, bizim de ustalarımız vardı, halen de var. Mesleğimize, meslek örgütümüze hizmet etmiş olan bu ustalardan vefat edenleri anmak, yaşayanları sağlıklarında onurlandırmak, onları baronun kurumsal hafızasına kaydetmek, onlara olan kurumsal, mesleki ve kişisel borcumuzu ödememiz gerekiyordu. Bu borç, meslek ustalarımıza olan vefa borcumuzdu. İnsanı insan yapan en önemli hasletlerden birisidir vefa duygusu. Ama öyle de olsa vefa duygusu her insanda bulunmaz. Erdemli insanlarda bulunur sadece. Vefa duygusu insani bir özellik olduğu kadar kurumsal bir özelliktir de. Vefalı kurumlar, vefası olan kurumlar kendisine hizmet etmiş olan insanları unutmaz, unutturmaz. Gerek bu duygu ve düşüncelerle, gerekse Ankara Barosu’nun yazılı bir tarihini, belleğini oluşturmak, mesleğimize ve baromuza hizmet etmiş olan üstatlarımızı yeni gelen nesillere tanıtmak amacıyla 2007 yılı ortalarında bir dizi etkinlik başlattık. Etkinliğin ismi yaşayan meslek ustalarımız için ‘Meslek Üstatlarına Saygı Günü’, vefat edenler için ‘Meslek Ustalarını Anma Günü’ idi.
Atila Sav. Ankara Barosu Yönetim Kurulu Üyeliği, Ankara Barosu Başkanlığı, Bakanlık, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği, Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı, milletvekilliği yapmış bir üstadımız. Ama sanki bir fani için çok büyük değerde ve önemde bulunan bu makamlarda hiç oturmamış gibi, afrası tafrası olmayan, oğlu yaşındaki benim ve başkalarının yanında önünü ilikleyen, saygılı mı saygılı, sade mi sade, görev adamı mı görev adamı. Örnek bir insan, örnek bir eş, örnek bir baba, örnek bir avukat, örnek bir entelektüel. Kurul üyesi mi? Kurul üyesi. Kurul toplantısına herkesten önce o gelir. En hazırlıklı o gelir. O kadar disiplinli yani. Ben kendisini hem ismen, hem şahsen baro başkanı olmazdan önce de tanıyordum ve saygı duyuyordum. Ama baro başkanı olduktan sonra kendisini daha yakından tanıma fırsatı ve olanağı buldum. Açık söylemem gerekir ise, bu süreçte kendisinden çok, ama çok şey öğrendim. En başta Hukuk Kurultayları olmak üzere düzenlediğimiz etkinliklerde, engin deneyimi, bilgisi, sağduyusuyla bize rehberlik etti, 2006-2008 yönetim dönemimizde kurduğumuz Ankara Barosu Ombudsmanlığı’nda, ilk ve son (son, zira bu kurum ne yazık ki bizim görevden ayrılmamızdan sonra göreve gelen Prof.Dr.Metin Feyzioğlu yönetimi tarafından lağvedilmiştir) ombudsman olarak önemli ve değerli hizmetler yaptı. Ankara Barosu olarak bu değerli meslek ustamıza olan vefamızı, teşekkürümüzü, saygımızı düzenlediğimiz ‘Atila Sav’a Saygı Günü’ etkinliğimizle ödemek istedik. 16 Kasım 2007 günü yapılan etkinlikle, Atila Sav’a olan borcumuzu tam olarak ödeyemedik belki, ama öyle de olsa ödemeye çalıştık. Atila Sav’ın dostlarının katıldığı etkinliğin açılışında aşağıdaki konuşmayı yaparak, hem bizim için, hem de Atila Sav için özel ve anlamlı olan bu güne katkı yaptım.
(…)
‘Mevlana anlatıyor; ‘Üstat dün elinde bir mumla kentin çevresinde dolaşıyordu. Devden, canavardan bezdim, bir insan istiyorum, insan diyordu. Şu mayaları gevşek yoldaşlardan soğudum, bıktım, usandım. Tanrı aslanını, Zaloğlu Rüstem’i istiyorum. Dediler ki, biz aradık bulamadık. Dedi ki, o bulunmayan yok mu? İşte ben onu istiyorum.’
Üstadın aradığı, bulmak istediği ‘Gezmek lazım her yeri / Bulmak için bir eri” diyen tasavvuf ustalarının aradığı, bulmak istediği ‘er kişidir’. Yani ‘adamdır’, yani ‘adam gibi adamdır.’
İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenci olduğum 70’li yıllarda adını duyduğum, Ankara’ya geldikten ve eylemli olarak avukatlık yapmaya başladığım 1975 yılından bu yana tanıdığım, Baro Başkanı oluncaya kadar Baromuza ve Türkiye Barolar Birliği’ne başkanlık yapmış bir meslek büyüğü, bir ağabey olarak uzaktan sevgi ve saygı duyduğum, Baro Başkanı olduğum Ekim/2004 tarihinden bu yana birlikte çalışma ve dolayısıyla çok daha yakından tanıma olanağı bulduğum, kişi olarak benden, kurum olarak Ankara Barosundan desteğini, deneyimlerini, bilgisini hiç ama hiç esirgemeyen Sayın Atila Sav, tasavvuf ustalarının aradığı ‘er kişidir’, ‘adam gibi adamdır.’
Çoğumuz için gelecek olan hemen her şeyi geride bırakmış, bu bağlamda Bakanlık yapmış, milletvekilliği yapmış, Ankara Barosu’nun, Türkiye Barolar Birliği’nin başkanlıklarını yapmış, yaptığı bütün bu görevlerde olumlu izler ve kalıcı eserler bırakmış olan Sayın Atila Sav, saygın ve rafine kişiliğiyle, beyefendiliğiyle, dürüstlüğüyle, entelektüel birikimiyle, çalışkanlığıyla, sadeliğiyle, mütevazılığıyla, sorumluluk anlayışıyla, çalışma disiplini ve üretkenliğiyle, hukukçu ve avukat kimliğiyle, ağabeyliğiyle örnek alınması gereken kişidir.
“Dostluk için temelleri atmaya çalışan bizler / Kendimiz dostça olamadık” diyor Berthold Brecht. Büyük usta Brecht’in bu maksimi birileri ve hatta çokları için doğru olabilir. Ama bu sevgili Atila Ağabey için doğru ve geçerli değildir. O hem kendi için ve hem de başkaları için dost olanlardandır, dostça olanlardandır. Baro başkanı olarak görev yaptığım geride kalan üç yıl içinde, bu dostluğu kendisinden hep gören bir kişi olarak burada sizin huzurunda kendisine teşekkür etmek isterim.
Kişisel ilişkilerine olduğu kadar, mesleki ve siyasi ilişkilerine dürüstlük, doğruluk standartları getiren, yazmaya, tiyatroya ve sanata olan ilgisiyle entelektüel bir duruş sergileyen, hiçbir zaman ve hiçbir türdeki otoriterliğe sıcak bakmayan, bulunduğu ortama içtenlik, sevecenlik, alçakgönüllülük, güven, yapıcılık gibi pozitif enerjiler ve değerler katan, günümüz toplumunda aydının yeri ve birey ile kurumlar arasındaki ilişkiler konusunda örnek bir kişi olan Atila Ağabey’den hepimizin öğrendiği ve daha da öğreneceği çok şey olduğuna inanıyor, kendisine çok sevdiği ailesiyle birlikte uzun ve sağlıklı bir yaşam diliyorum.’