Bangalore Yargı Etiği İlkelerinde İlkelilik Değeri Üzerine Mülahazalar / Arş. Gör. Duygu Tan
“Yargı etiği ilkelerini nasıl yaşama geçirebiliriz?” sorusu hem teorik hem de pratik anlamda cevaplanması zor bir soru olarak karşımıza çıkar; nitekim Yargıda Dürüstlüğün Güçlendirilmesine Yönelik Yargı Grubu tarafından kabul edilen Bangalore Yargı Etiği İlkeleri bu soruya ışık tutmak adına atılmış değerli bir adımdır. Hâkimlerin etik davranışları için belirli standartları haiz bir rehber ve çerçeve sunmayı hedefleyen bu ilkeler, altı temel değer tanır: i) bağımsızlık (İng. “independence”); ii) tarafsızlık (İng. “impartiality); iii) ilkelilik (İng. “integrity”); iv) mesleğe yaraşırlık (İng. “propriety”); v) eşitlik (İng. “equality”) ve vi) ehliyet ve özen (İng. “competence and diligence”).
Bu yazıda, her biri ayrı ayrı ele alınmayı hak eden bu altı değerden, üçüncü başlıklı ilkelilik değerini ve pratik hayattaki karşılığını ele alacağım. Oldukça kısa ve soyut bir şekilde kaleme alınmış bu değerin anlamına ve dokunduğu boyutlara değinmeye çalışacağım.
“Integrity” kelimesi, öncelikle Latince’de “bütün” anlamına gelen “integer” kelimesinden; sonrasında ise Latince’de “sağlamlık, bütünlük, tamlık, saflık, doğruluk, kusursuzluk” anlamlarına gelen “integritatem” kelimesinden türeyen eski Fransızca “intégrité” kelimesinden türemiştir. Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nin Türkçe tercümesine yer veren pek çok kaynakta “integrity” kelimesi, “bütünlük”, “dürüstlük”, “doğruluk” ya da “tutarlılık” olarak tercüme edilmiştir; bunlar yanlış değildir ve kavramın farklı yönlerini temsil eder. Ancak ben kavramın anlamını daha iyi karşıladığını düşündüğüm “ilkelilik” kelimesini kullanmayı tercih edeceğim.
Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nin “İlkelilik” değeri için yorumunda, “Bir hâkim yalnızca “iyi bir hâkim” değil, aynı zamanda “iyi bir insan” da olmalıdır.” ifadesi geçer. Bu normatif ifadeyi soruşturabilmek için öncelikle “İlkelilik nedir?”, “İlkeli insan olmak ne demektir?” sorularını sormamız gerekir. Öğretide bu sorulara verilen cevaplar oldukça çeşitli olmakla birlikte iki temel üzerinde toplanır: i) ilkelilik, öncelikle kişinin kendisiyle ya da benliğinin parçaları veya yönleri arasında sahip olduğu biçimsel ilişkiyi ifade eder; ii) ilkelilik ile hareket etmek bazı maddi veya normatif kısıtlamalar getireceğinden, ilkelilik önemli ölçüde ahlaki davranmakla ilgilidir. Söz konusu iki temelin tutarlı bir ilkelilik teorisi inşa etmede ne ölçüde etkili olacağı meselesi belirsizdir; zira ilkeliliği açıklamaya çalışan teoriler bu iki temelden birine -çoğunlukla diğerinin aleyhine olacak şekilde- odaklanır.
İlkeliliği kendi kendini bütünleştirme (İng. “self-integration”) olarak açıklayan görüşlere göre, mühim olan kişinin kişiliğinin çeşitli parçalarını, arzularını uyumlu ve sağlam bir bütün halinde bütünleştirmesi ve kendisini bozulmamış olarak tutabilmesidir. Tamamen biçimsel bir ilişkiye referans veren bu görüş, kişinin niyetinin ya da ona karşılık gelen eyleminin uygunluğunu, değerini veya adil olup olmadığını değerlendirmeye hacet duymadığından eleştirilir.
Kendi kendini bütünleştirmiş kişilerin, kendi kendini bütünleştirmeyenlere kıyasla büyük bir çoğunlukla daha iyi ve etkin ahlaki özneler olma eğiliminde olduğu iddia edilse de biçimsel bir bütünleştirme fikrinin ilkeli insan olmaya dair atfedilen niteliği yeterince yakalayıp yakalayamadığı şüphelidir. Söz gelimi mesleki hayatını sadece ve sadece terfi almaya adamış bir hâkim, terfi alma veya yüksek yargı organlarına atanma arzusu için dava dosyası aksini gösterdiği halde siyasi talimat doğrultusunda karar verebilir. Bu durumda, yukarıdaki görüşe göre hâkim kendi bütünlüğüne biçimsel olarak uygun hareket eder; ancak onu örnek ilkeli insan olarak tanımlamamız mümkün değildir. Dolayısıyla ilkeliliği açıklamak için daha fazlasına ihtiyacımız vardır.
İlkeliliği kimlik (İng. “identity”) üzerinden açıklayan görüşler, ilkeliliğin kişinin bağlılıklarına (İng. “commitment”) kararlı bir şekilde sadık kalması ile ilişkili olduğunu söyler. Bağlılık kavramı, pek çok farklı niyet, karar, söz, güven ve beklenti örüntüsü içeren kapsayıcı bir terim olarak kullanılır.
Kişiler, kişilere, kurumlara, ideallere, ideolojilere, prensiplere, dini inançlara bağlılık duyabilir. Bağlılıkların bazıları zayıf veya önemsiz, bazıları ise güçlü veya önemli nitelikte olabilir. Dolayısıyla ilkelilik, kişilerin kendilerini, kimliklerini ve hayatlarını en derinden özdeşleştirdikleri bağlılıklar üzerinden tanımlanır. Lakin bu görüş de eleştirilir; zira ilkelilik uğruna çaba göstermeye değer bir şey olarak kabul edilirken, ilkeliliği kimlik üzerinden açıklayan teori, ilkeliliği kişinin özdeşleştiği bağlılıklara bağlar; bu özdeşleşme eylemi eksik bilgilendirilmiş, yüzeysel veya ahmak bir ilişkiye dayanabilir ve fanatizm gibi olumsuz sonuçlar doğurabilir. Örneğin; bir hâkimin bir dava dosyasında hukuku uygulamaktan ziyade ideolojik ya da dini bağlılıklarına göre hareket ederek karar vermesi, ilkeliliği kimlik üzerinden açıklayan görüşlere göre ilkeli bir davranış sayılabilir; ancak yargı etiği bakımından yine anlamlı bir ilkelilik anlayışı getirmez.
İlkeliliği kendi kendini bütünleştirme ya da kimlik üzerinden açıklayan görüşlerin bireysel niteliğinin doğurduğu zafiyetlere cevap verir şekilde diğer bir görüş, ilkeliliği toplumsal bir erdem (İng. “social virtue”) olarak tanımlar; kişi başkalarıyla kurduğu ilişkiler üzerinden tanımlanır. Dolayısıyla ilkeli bir kişinin bir karara ulaşırken, neyin makul, değerli, adil olduğu ya da neyin yapılmaya değer olduğu konusunda toplumun diğer üyelerinin müzakerelerine ve kararlarına saygı duyması, ihtimam etmesi gerekir.
Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nin “İlkelilik” değeri için yorumunda, bu konudan ilkelilik ve toplum standartları arasındaki ilişkide bahsedilir: “(…) belirli bir davranışın, toplumun makul, adil ve bilgili üyeleri tarafından nasıl algılanacağının ve bu algının toplum tarafından yargıca veya bir bütün olarak yargıya duyulan saygının azalması ihtimalini taşıyıp taşımadığının değerlendirilmesini gerektirir.” İlaveten, yoruma göre, hâkimin makul bir gözlemcinin bakış açısında bulunabilecek toplumsal standartları özel hayatında da dikkate alması gerekir. Ancak bu, hâkimin davranışlarını sürekli olarak kültürel normlara göre düzenlemesi demek değildir; zira bunlar keyfi ve değişken bir şekilde dayatılabilir. Burada önemli olan, hâkimin görevini adil, bağımsız, tarafsız, yetkin, özenli, insan hakları normlarına ve hukukun üstünlüğüne uygun şekilde yürütmesi ve böyle yürütüldüğü konusunda kamu nezdinde güven tesis etmesidir.
İlkeliliği epistemik bir erdem (İng. “epistemic virtue”) ya da ahlaki bir amaç (İng. “moral purpose”) olarak tanımlayan görüşler ise kavrama ve yargı etiğine farklı açılımlar getirir. Epistemik bir erdem olarak ilkelilik, Greg Scherkoske’ye göre, ilkeli kişiyi “yanılma payı olmaksızın iyi bir epistemik pozisyona yerleştiren ve bilişsel başarıya götüren istikrarlı bir eğilimdir”. Epistemik olarak erdemli olan kişi, hakikati, en makul ya da rasyonel inancı keşfetmeye motivedir; bunun için epistemik gerekçelendirme önemli bir role sahiptir. Ancak ilkeliliği epistemik bir erdem olarak görmenin potansiyel bir tehlike barındırdığını söyleyenler de vardır; çünkü bu anlamda ilkeliliğe sahip ve iradeli kişilerin başkalarının ihtiyaçlarını ve düşüncelerini dikkate almadan hareket etmeye eğilimi olabilir. Bu eğilimi bertaraf etmek için yukarıda ele aldığımız ilkeliliği toplumsal erdem olarak görmeye veya ilkeliliğin içerdiği maddi ahlaki ilkelere (örneğin; güvenilirlik, zorlamama, sosyallik) ya da ilkeliliği ahlaki bir amaç olarak görmeye referans verilir.
İlkeliliği ahlaki bir amaç olarak belirleyenler, bir kişinin ilkeli olabilmesi için kendisini ahlaki bir yaşam arayışına adaması; bunun için de kavramsal olarak net, mantıksal olarak tutarlı ve ampirik kanıtlara dayalı bir şekilde ahlaki hususları dikkatlice gözden geçirmesi ve uygulaması gerektiğini savunur. Bu bağlamda hâkimin ilkeliliğine dönersek, bir hâkimin görevini ifa ederken maddi hakikatin ortaya çıkarılması için hukuk devleti prensibi ve insan hakları normları çerçevesinde rasyonel temellerde çalışması, yargısal muhakemesini ve hükmünü özenle gerekçelendirmesi, diğer bir taraftan da toplumsallığı ve ahlaki prensipleri gözetmesi gerekir, diyebiliriz.
Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nin “İlkelilik” değeri için yorumunda, şöyle bir ifade de geçer: “Adalet sadece yerine getirilmemeli, aynı zamanda yerine getirildiği de görünmelidir.” Adaletin somut olay özelinde mahkemelerce tecelli ettirilmesi yetmediği gibi kamu nezdinde de şüphe götürmeyecek bir şekilde adil, tarafsız ve bağımsız bir karar verildiği izleniminin yaratılması önemlidir. Verilen kararların, toplumu bir arada tutan ahlaki duygulara; bir başka deyişle, ortak/kamusal adalet anlayışına veya demokratik siyasi düzenin temelinde yatan kamu vicdanına hitap etmesi gerekir. Söz gelimi terfi ya da başkaca bir menfaat karşılığında siyasi talimata göre hareket eden; davasına baktığı sanıkla yemek yiyen; Anayasa Mahkemesi, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi gibi yüksek yargı organlarının kararlarını tanımayan; savunmanın talep ettiği hiçbir delili toplamayan ve hiçbir tanığı dinlemeyen hâkimlerin verdiği kararların, adaleti yerine getirmesi bir yana, kamu nezdinde de ne kadar adil, bağımsız ve tarafsız görüldüğü ortadadır.
İlkeli bir hâkimin, kendi çıkarları aleyhine olsa bile (örneğin; hukuka uygun karar verdiği için ülkenin ücra köşelerine atansa bile) hukukun gereğini yerine getirmesi, kötülüğün, adaletsizliğin aracı olmaması gerekir. Kötülüğün, adaletsizliğin aracı olmanın yargı sistemi ve toplum nezdinde ağır sonuçları olduğu gibi hâkim nezdinde de bir karşılığı olacaktır. Hannah Arendt‘e göre, Nazi Almanyası’nda Yahudileri öldürme emrine karşı gelenler, öldürmeme fikrine körü körüne itaat ettikleri için değil; hayatlarının geri kalanında bir katille -yani kendileriyle- yaşamak istemedikleri için öldürmeyi reddetmişlerdir. Dolayısıyla vicdani ve hukuki muhakemelerine aykırı davranarak adaletsizliğin aracı olan, adaletsizliğin muhataplarının hayatları üzerinde ağır sonuçlar doğuran ve hukuk devletini erozyona uğratarak yargı sistemini temelden sarsan hâkimler, ömürlerinin sonuna dek bir riyakârla -yani kendileriyle- yaşamaya da mahkûm olacaklardır.
İlaveten, kötülüğün ya da adaletsizliğin aracı olmamak pozitif hukuku gereğince uygulamaktan ibaret olmayabilir; hâkim kanunları uygulamakla yükümlü olsa da mevcut düzenlemeler insan hakları normları ya da insan onuru ile bağdaşmayabilir. Böyle bir durumda hâkim, Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nin “İlkelilik” değeri için yorumunda da bahsedildiği üzere, yargısal görevinden taviz vermek yerine hâkimlikten istifa edebilir. Diğer bir seçenek ise, çökmüş sistemin alternatifi olarak olması gerekeni yapıp söz konusu düzenlemeleri her türlü bedel pahasına uygulamamak olabilir.
Nasyonal Sosyalizm döneminde Nazilerin iktidara gelmesi ile koltuğundan edilen ilk Alman profesör olan ceza hukukçusu Gustav Radbruch’a göre, yasa ve adalet arasındaki çatışma tahammül edilemez bir düzeye erişmedikçe (örneğin; eşitlik bilinçli olarak reddedilmedikçe, inkâr edilmedikçe ya da yadsınmadıkça) hukuk güvenliği korunur. Lakin tahammül edilemezlik düzeyini aşan yasalar artık yasa değil, birer yasal haksızlık niteliğindedir ve adaletin karşısında geri çekilmelidir.
Radbruch, o dönemki Nasyonal Sosyalist hukukun yasal haksızlık teşkil ettiğini ve hâkimlerin hiçbir şekilde bu haksızlığın aracı olmaması gerektiğini savunmuştur. Nasyonal Sosyalist hukukun yasal haksızlık olduğunu dile getirmiş olsalardı yaşamlarının riske gireceğini belirterek ilgili ceza kanunundaki ıztırar haline sığınmak isteyen hâkimlere ise Radbruch şöyle cevap verir: “Bu da utanılacak bir haldir, çünkü yargıcın ethosu, kendi yaşamı dahil ne pahasına olursa olsun adalete doğru yönelmektir.” Siyasi ve toplumsal koşullar (özellikle siyasi rejim türünün otoriter ya da totaliter olduğu durumlarda) değişkenlik gösterebileceğinden, adil olmayan düzenleme(ler) durumunda hâkimler nezdinde nasıl bir mücadele rotası çizileceğini keskin sınırlarla belirlemek zordur; ancak ilgili düzenlemeyi uygulamaktan başka çaresi kalmayan ilkeli bir hâkimden en azından istifa etmesi beklenebilir.
İlkelilik, öğretideki ele alınış biçimleri ile yargı etiğine farklı açılımlar getirir ve Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nin diğer değerleri ile yakından ilişkilenir. İlkelilik değerinin hâkimlere özel bir sorumluluk yüklediği açıktır; öyle ki Bangalore Yargı Etiği İlkeleri’nin “İlkelilik” değeri için yorumunda şöyle bir ifade geçer: “Kamunun hâkimin davranışlarından beklediği şey, vatandaşlardan ve bir bütün olarak toplumdan beklenen standartların çok üzerindedir. Aslında kamu, hâkimden neredeyse kusursuz bir davranış biçimi beklemektedir.”
Adalete yönelmiş yargı etiği ilkeleri çerçevesinde ortaya konulan bu “neredeyse kusursuz davranış biçimi” bir hedef olarak alınırsa, her bir hâkimin sorumluluğunun farkında olması, sorumluluğunu bildiği halde göz ardı etmemesi, sorumluluğu için çabalaması ve eyleme geçmesi hem toplumun hem de yargı sisteminin ihyası ve inkişafı için elzemdir.
Sorumluluktan verilen her tavizin sadece yargı sistemini değil; aynı zamanda kaderdaşlığımıza işaret eden ve birbirimize kulak verme, birbirimizi önemseme irademizin ürünü olan toplumu da yozlaştırdığı unutulmamalıdır.