Ana Sayfa » Hukuk tarihi » Savunmalar » Ceren Akçabay Savunması

Ceren Akçabay Savunması

Ceren Akçabay Savunması: Marmara Üniversitesi (MÜ) Hukuk Fakültesi’nden ihraç edilen Dr. Ceren Akçabay’ın Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davada yapmış olduğu savunmalardır. 

Fehmiye Ceren Akçabay 

Sayın mahkeme,

Hakkımda düzenlenen iddianameyi okudum. Suç olduğu iddia edilen fiil bir düşünce açıklamasından ibarettir.

Ben ve meslektaşlarım ülkemizde gerçekleşen ve pek çok sivilin yaşamını yitirdiği olaylar karşısında, devleti ulusal ve uluslararası normlar gereği yükümlülüğü olan temel hak ve özgürlükleri güvence altına almaya ve toplumsal barışı sağlamaya çağırdık.

Bu konuda muhatabımızın hukuki bir hak ve yükümlülük ilişkisi ile bağlı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti dışında başka bir grup ya da kişi olması elbette söz konusu olamazdı. Barış savunusu ve şiddetsizlik çağrısında bulunmak bizler için de hukuki ama aynı zamanda etik ve akademik birer sorumluluktur.

Benden önce de pek çok meslektaşım, akademinin üniversite duvarlarından ibaret olmadığını gösterir şekilde, her biri ders niteliğindeki savunmaları ile tüm bu hususları ayrıntıları ile takdirinize sunmuştur. Eklemek gereğini duyduğum tek husus bu yargılamanın tarihsel niteliğidir.

On sekiz yıldır hukuk alanında çalışan bir kişi olarak iddianameyi anlamakta oldukça zorlandığımı söylemeliyim. Kesin olan husus, ben ve bu bildiriye imza atan meslektaşlarıma yöneltilen asıl suçlamanın Atina’nın tanrılarına kafa tutmak oluşudur.

Bu suçlama zaman içinde değişip farklı farklı kutsallara karşı gelmek biçiminde ifade edilse de yapılan yargılama iki bin beş yüz yıldır değişmemiştir.

Şu an bu ifadelerde bulunurken, her ne kadar kendimi Kafkaesk bir romanın kahramanı misali karanlık ve dipsiz bir kuyuya bağırıyor gibi hissetsem de evrende hiçbir ses kaybolmaz, insanlık tarihinin bu yargılamada da hükmünü vicdan, özgürlük ve barıştan yana kuracağına şüphem yoktur.

Bu noktada meslektaşım olan hukukçulara yapmam gereken uyarı, tarihte çeşitli örneklerde görüldüğünün aksine, an itibariyle Türkiye hukuk sisteminde ve bir parçası olduğu uluslararası hukuk sisteminde bu iddianamenin dayanabileceği hiçbir hukuk normunun bulunmadığıdır.

Dolayısıyla, salt pozitivist bir algı ile dahi, yasa yasadır emir emirdir denilip sorumluluktan azade olunamaz. Avukatımın da hukuki savunmada ayrıntısı ile belirteceği gibi iddianamenin dayanağı olarak kullanılmaya çalışılan “terör propagandası suçu” ifade özgürlüğünün korunabilmesi için 2013 yılında yeniden düzenlenmiş, sınırları açık ve belirli hale getirilmiştir.

Buna göre, suçun oluşabilmesi için ifadelerin cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermesi, övmesi ya da teşvik etmesi zorunlu kabul edilmiştir.

“Kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması” ihtiyacını dile getiren bir metin vasıtasıyla cebir, şiddet ve tehdit içeren yöntemlerin desteklendiği iddiası ise yalnızca hukuk metodolojisine değil, temel mantık kurallarına ve hayatın olağan akışına da aykırıdır.

Başka herhangi bir delil veya belge bulunmaksızın sadece bildiri metninin aşırı yorumuna dayanan bu iddialar tamamen asılsız olduğu gibi, yanlış bilincin güdülediği bir düşmanlaştırma çabasından ibarettir.

Böyle bir iddianamenin satırı değiştirilmeksizin ülkenin yetişmiş yüzlerce aydınına yöneltilmesi ise şüphesiz yargı sistemimizdeki kaygı uyandırıcı bambaşka problemlere işaret etmektedir.

Diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti Yargısının son dönem kararlarında ifade özgürlüğünün sınırlarının ne denli geniş yorumlayabildiğine ilişkin örnekler de mevcuttur.

Örneğin, tam da bu dava ile ilişkilendirilebilecek şekilde, iddianameye konu bildirinin kamuoyu ile paylaşılmasının ardından, Sedat Peker isimli şahıs, biz imzacılara yönelttiği “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız” sözleri sonucu hakkında açılan davada kendisini anayasal ifade özgürlüğünü kullandığını söyleyerek savunmuş ve beraat etmiştir. Oysa yargılandığı dava “tehdit” ve “suç işlemeye tahrik” iddiası ile açılmıştır.

Ülkede hukuk ile adalet arasında asgari bir ilişki kurulabilmesi ve hukuk sisteminin meşruluğunu sürdürebilmesi isteniyorsa en azından biçimsel adalet gereği eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesi ve şiddeti açıkça öven bu ifadelere tanınan özgürlüğün barış savunusuna da tanınması gerekmektedir.

Mevcut koşullar altında böyle bir biçimsel adalet dahi sağlanamayacak olursa, yeniden hatırlatmak isterim ki, her hâlükârda evrenin vicdanı tarihtir, hepimiz için nihai hükmü zamanın şaşmaz adaleti verecektir.

Esas Hakkında Mütalaaya İlişkin Savunma

Sayın Başkan ve Değerli Heyet,

Hakkımda savcılık makamı tarafından hazırlanan iddianameyi ve mütalaayı okudum. Bildiğiniz gibi ben de bir hukukçuyum. Hakkımda açılan dava neticesinde uzmanlık alanım olan hukuk felsefesi ve sosyolojisi disiplininin önemini bir kez daha kavradığımı söylemeliyim.

Hem hukukun ne olduğunu tekrar sorgulama hem de hukukun toplumsal olgularla özellikle politika ve iktidar ile ilişkisini yeniden gözlemleme fırsatı edindim.

Sizlerin de bildiği gibi hukuk felsefeden politikaya pek çok konu ve alanla iç içe geçmiş çok boyutlu bir disiplin olmakla birlikte hukuka gücünü ve meşruluğunu veren dayandığı yöntem ve ilkelerin belirliliği ile amacı olan adalettir.

Hukukun varlığından söz edilebilmesi için bu yöntem ve ilkeler ile adalete uygun bir sonuca varmak gerekmektedir.

Bu husus bütün yargılamalarda olduğu gibi bu yargılama bakımından da geçerlidir. Bu nedenle, siz sayın başkan ve heyetten beraatimi talep ediyorum. Ve bu talebi iddianame ve mütalaanın aksine hukukun yöntemlerine, ilkelerine ve adalete dayanan şu üç gerekçeye dayandırıyorum:

1. İlk olarak iddianameye kaynaklık eden ceza hukuku önemli ilkeler üzerine kuruludur. Bunlardan en önemlisi kanunsuz suç ve ceza olamayacağına ilişkin ilkedir. Bu ilke çerçevesinde bir fiilin cezalandırılacak bir suç olması için kanunda yazılı unsurları içermesi gerekmektedir.

TMK madde 7/2’de; terör örgütünün, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek veya bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak eylemi suç olarak düzenlenmiştir.

Görüldüğü gibi kanunda suçun maddi unsuru propaganda yapma eylemi hatta şiddete teşvik edecek ve şiddet metotlarını yüceltecek biçimde propaganda yapmaktır.

Lafzı ve amacı şiddete karşı olan bir bildiriyi imzalamak şüphesiz bu fiilin maddi unsur bakımından suç olarak ele alınmasını engeller. Bu nedenle beraatime karar verilmesi gerekmektedir.

2. İkinci olarak fiili suçun unsurları dahi tartışma konusu yapılmaksızın TMK madde 7/2 çerçevesinde suç olarak kabul edilmesi halinde, önümüze Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrası gereğince uluslararası insan hakları düzenlemeleri ve içtihatları çıkacaktır:

Bilindiği gibi, burada esas tehlike altında olan Anayasamız ve Türkiye’nin taraf olduğu çok sayıdaki İnsan Hakları Sözleşmesi ile koruma altına alınan ifade özgürlüğüdür.

Bu sözleşmelerden biri olan İHAM’ın 10. maddesine göre, ifade özgürlüğü yalnızca lehte olduğu kabul edilen veya zararsız ya da önemsiz görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devletin veya toplumun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de uygulanır.

Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir ki; bunlar olmaksızın demokratik toplumdan söz etmek mümkün değildir.

Türkiye’nin yargılama yetkisini kabul ettiği İHAM, 10. maddenin ikinci fıkrası çerçevesinde ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin haklı olup olmadığını; gerçekleştirilen müdahalenin “yasayla öngörülmüş olup olmadığı”, “müdahalenin meşru amaçlara dayanıp dayanmadığı” ve “müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı” temelinde incelemektedir.

Şiddeti durdurmaya çalışan bir bildiride yer alan düşünce açıklamalarını cezalandırarak ifade özgürlüğüne yapılacak bir sınırlamanın demokratik bir toplum bakımından gerekli olduğu elbette öne sürülemez.

Bildiride durdurulması istenen şiddetin devlet yetkilileri tarafından uygulanması ise, modern devletin şiddet tekeline dayalı bir aygıt olduğunu ve dünya tarihini bilmeyenler açısından “şok edici” olsa da ifade özgürlüğünün sınırları içindedir.

Dolayısıyla, Anayasanın son fıkrası ve İHAS’a göre, yine beraatime karar verilmesi gerekmektedir.

3. Üçüncü ve son olarak TMK 7/2 de belirtilen suçun maddi unsurları yahut Anayasa’nın 90. maddesi çerçevesinde TMK da dahil her tür yasadan üstün olan İHAS’ın ifade özgürlüğü düzenlemesi bir yana atılacaksa dahi, barış talebini suç saymadan önce hatırlanması gereken bir hukuki tartışma daha söz konusudur. Bu da Radbruch formülüdür.

Alman hukukçu Gustav Radbruch tarafından ortaya konan ve ismi ile anılan bu formül Nazi Almanyası deneyiminin ardından modern liberal hukuk sisteminin devamını sağlamıştır.

Bu formüle göre: “Yürürlüğe konan ve iktidar tarafından güvence altına alınan pozitif hukuk, içeriği haksız ve insanlara yarar sağlamadığı zaman dahi, şayet yasa ve adalet arasındaki çatışma tahammül edilemez bir düzeye erişmedikçe üstünlüğe sahiptir. Tahammül edilemez duruma eriştiğinde yasa, yanlış yasa olduğu kabul edilerek adaletin karşısında geri çekilmelidir.“

Sonuç itibariyle, barış talebini cezalandıran bir yasanın var olması, ifade özgürlüğünü koruyan herhangi bir uluslararası bağlayıcı düzenlemenin bulunmaması halinde dahi yasanın adalet ile olan çelişkisi tahammül edilmez hale geleceğinden yasanın uygulanmaması ve adaletin sağlanması için yine ve her şekilde beraatime karar verilmesi gerekmektedir.

Takdir siz sayın başkan ve heyetindir.

Bunu okudunuz mu?

Carlos Saavedra Lamas

Carlos Saavedra Lamas, 1 Kasım 1878’de doğdu. Lacordaire Kolejini bitirdi ve 1903 yılında Buenos Aires …