Demokrasi Partisi (DEP) Kapatma Kararı, 16 Haziran 1994’de Anayasa Mahkemesi tarafından oybirliği ile verilmiştir. Kapatma kararı sonucunda, davanın açıldığı tarih olan 2 Aralık 1993 gününde parti üyesi olan milletvekilleri Ahmet TÜRK, Ali YİĞİT, Sırrı SAKIK, Leyla ZANA, Hatip DİCLE, Sedat YURTDAŞ, Selim SADAK, Orhan DOĞAN, Zübeyir AYDAR, Naif GÜNEŞ, Mahmut KILINÇ, Remzi KARTAL ve Nizamettin TOĞUÇ’un milletvekillikleri düşürülmüştür.
Demokrasi Partisi(DEP); Parti Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın 29.5.1993 tarihinde Federal Almanya’nın Bonn kentinde ve 15.8.1993 tarihinde Irak’ın Erbil kentlerinde yapmış olduğu konuşmaları ile Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun “Demokrasi Partisi’nin barış çağrısıdır” başlıklı bildirisi gerekçe gösterilerek kapatılmış; partinin eylemleri Anayasa‘ya ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın 78. 81. maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırı bulunmuş, partinin temelli kapatılmasına karar vermiştir.
Partinin kapatılmasından sonra HADEP kurulmuştur.
Demokrasi Partisi (DEP)
Demokrasi Partisi (DEP) 7 Mayıs 1993’te Yaşar Kaya’nın başkanlığında kurulmuştur. DEP’in ilk milletvekilleri SHP listesinden meclise girmişlerdir. DEP’in ilk olağan kongresinden sonra yedi genel merkez yöneticisi gözaltına alınmış, Mardin Milletvekili Mehmet Sincar ile Batman il yöneticisi Metin Can öldürülmüş, Genel Başkan Yaşar Kaya da 16 Eylül 1993’te Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından tutuklanmıştır. 12 Aralık 1993 tarihinde yapılan olağanüstü kongrede Hatip Dicle genel başkan seçilmiştir. Kongreden 10 gün önce 2 Aralık 1993 tarihinde DEP’e de kapatma davası açılmıştır. Kapatma davası devam etmekteyken TBMM, 13 DEP milletvekilinin dokunulmazlığını kaldırmıştır. Dokunulmazlıkları kaldırılan Orhan Doğan ve Hatip Dicle meclisten çıkarken gözaltına alınmıştır. Partinin milletvekillerinden Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Sedat Yurttaş, Selim Sadak, Mahmut Alınak, Hatip Dicle ve Orhan Doğan 16 Mart’ta tutuklanmıştır. DEP kapatma davası devam ederken 11 Mayıs 1994 tarihinde Murat Bozlak başkanlığında Halkın Demokrasi Partisi’ni (HADEP) kurulmuş ancak 1995 seçimlerinde meclise girememiştir.
Demokrasi Partisi (DEP) Kapatma Kararı
ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1993/3 (Siyasî Parti-Kapatma)
Karar Sayısı:1994/2
Karar Günü:16.6.1994
R.G. Tarih-Sayı:30.06.1994-21976
DAVACI : Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI : Demokrasi Partisi
DAVANIN KONUSU : Demokrasi Partisi Genel Başkanı’nın 29.5.1993 tarihinde Federal Almanya’nın Bonn; 15.8.1993 tarihinde Irak’ın Erbil kentlerinde yapmış olduğu konuşmalarla Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun “Demokrasi Partisinin Barış Çağırısıdır” başlıklı bildirisinin, Anayasa’nın Başlangıc’ı, 2., 3., 14. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın 78. ve 81. maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırılığı ileri sürülerek anılan Parti’nin aynı Yasa’nın 101. maddesinin (b) fıkrası uyarınca kapatılması istemidir.
I- İDDİANAME
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2.12.1993 günlü, SP.52.Hz.1993/55 sayılı İddianamesinde aynen şöyle denilmektedir:
“Deliller : Davalı partinin genel başkanı Yaşar Kaya’nın 29.5.1993 tarihinde Federal Almanya’nın Bonn; 15.8.1993 tarihinde Irak’ın Erbil şehirlerinde yaptığı konuşmalara dair video kasetler, bunların çözümüne ve çevirisine ilişkin tutanaklar, Davalı partinin merkez Yürütme Kurulunun 1993 yılı Ağustos ayında yayınlayıp dağıttığı “Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildirisi,
Bu konularda Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığınca yapılan hazırlık soruşturmalarına ilişkin 1993/425, 426, 443 sayılı dosyalarının örnekleri ve o dosyalardaki Yaşar Kaya ile Merkez Yürütme Kurulu üyelerinin anlatımları,
I- Giriş
Çalışmalarıyla ulusal iradeyi oluşturarak genel ve yerel seçimler yoluyla siyasal iktidara sahip olmayı ve siyasal kararları etkilemeyi hedef alan kuruluşlar olan siyasal partileri, Anayasanın 68. maddesinin ikinci fıkrası hükmü, demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez ögesi saymak suretiyle demokrasinin belirleyici özelliği olarak kabul etmiştir. Kişilerin genel oy hakkı çerçevesinde tek tek sahip oldukları siyasal tercihleri, programları yönünde toplayıp birleştirerek siyasal iktidara ulaşmayı amaçlayan siyasal partilerin ulusal iradenin oluşmasındaki rol ve görevleriyle olağan derneklerden farklı bir durumda bulunduğunu gözeten Anayasa, bu nedenle onları öncelikle kendi yapısı içinde düzenleme gereğini duymuş ve 68. ve 69. madde lerinde kuruluşları, tüzük ve programlarında ve çalışmalarında uy makla yükümlü oldukları hususlar ve kapatılmaları hakkında genel nitelikteki kuralları getirmiştir. Ancak, önceden izin alınmadan kurulabileceği ve onlar olmadan gerçek bir demokratik hayatın var olamayacağı kabul edilen siyasal partilerin, çalışmalarında hiçbir sınırlamaya bağlı olmayacaklarını söylemek olanaksızdır. Çünkü, toplum hayatında çok önemli işlevlere sahip bulunan siyasal partilerin demokratik düzeni ve cumhuriyetin niteliklerini hedef alan bir güç merkezi durumuna gelmesi toplumu tehdit etmeye başlar ve kamu düzeni bozulur. Toplumun hukuksal açıdan örgütlenmiş biçimi olan devletin bizzat kendi varlığına yönelen bu gibi tehlikelere karşı hukuk devleti ilkesi çerçevesi içinde gereken önlemleri alması onun demokratik hukuk devleti olma niteliğinin gereğidir. Anayasa, siyasal partileri demoratik, siyasal hayatın vazgeçilmez ögesi ve demokrasinin simgesi saymış olmakla birlikte, çalışmalarında sınırsız bir özgürlük tanımamış, onların ülke zararına çalışmaların odağı olabilmesi olasılığını öngörerek bu gibi hallerde kapatılabileceklerini kabul etmiştir. Getirilen yasaklamalara uyulmaması durumunda, Türkiye Cumhuriyetinin kendisiyle özdeşleşmiş olan niteliklerin ve devletin dayanağını oluşturan temel ilke ve esasların sarsılacağı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tehlikeye düşeceğinde hiç kuşku yoktur.
Yukarıda belirlenen nitelikler ve işlevlerin sonucu olarak Anayasa 69. maddesiyle, kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının hukukî durumlarının Anayasa ve yasa hükümlerine uygunluğunun kuruluşlarını takiben ve öncelikle denetleme ve gerektiğinde kapatma davası açma görevini Cumhuriyet Başsavcılığımıza vermiştir.
Siyasal partilerin kuruluşlarından itibaren çalışmaları, denetimleri konularında olduğu kadar kapatılmalarına ilişkin ilke ve esaslar belli bir düzen içerisinde ayrıntılı olarak Siyasî Partiler Yasası (Daha sonra “SPY” olarak anılacaktır)’nda yer almış, Anayasa’da belli edilen yasaklara uymadığı Cumhuriyet Başsavcılığınca tespit edilen siyasal partiler hakkında Anayasa Mahkemesinde kapatma davası açılması benimsenmiştir.
Davalı siyasal parti, gerekli bildiri ve belgelerin 7.5.1993 tarihinde İçişleri Bakanlığına verilmesiyle SPY.nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Cumhuriyet Başsavcılığımız da Anayasa ve SPY.nın yüklediği görev uyarınca, diğer partiler gibi, davalı siyasal partinin yurt düzeyindeki çalışmalarını kuruluşundan başlayarak izlemeye başlamış, görevden ötürü (re’sen) yapılan izleme yanında, SPY.nın 106. maddesi gereğince yerel adlî ve idarî makamlardan Cumhuriyet Başsavcılığımıza gönderilen bilgi ve belgelerin değerlendirilmesinden, davalı siyasal partinin çalışmalarında, (II) no.lu bölümde belirtilen ve kapatmayı gerektiren yasaklamalara aykırı davranışların var olduğu kanısına varılmıştır.
II- Davayla İlgili Yasa Hükümleri
- A) Anayasa Hükümleri
1- Başlangıç kısmı: “… bu Anayasa … hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği … fikir, inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”
2- 2. madde: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milleyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” 3- 3. maddenin 1. fıkrası: “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”
4- 4. madde: “Anayasanın birinci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 ncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
5- 14. maddenin 1. fıkrası: “Anayasada yeralan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmüz bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamazlar.”
Aynı maddenin 3. fıkrası: “Anayasanın hiçbir hükmü, Anayasada yeralan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz.”
6- 66. maddenin 1. fıkrası: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”
7- 68. madde: “… Siyasî partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyasî partiler, önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler.
Siyasî partilerin tüzük ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz.
Sınıf veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasî partiler kurulamaz…”
8- 69. maddenin 1. fıkrası: “Siyasî partiler, tüzük ve programları dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasanın 14 üncü maddesindeki sınırlamalar dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır.”
- B) 2820 Sayılı Siyasî Partiler Yasasındaki Hükümler:
1- 5. maddenin 3. fıkrası: “Siyasî parti kurma hakkı,
Anayasanın başlangıç kısmında belirtilen temel ilkelere aykırı olarak ve Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Devletin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın, diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din, mezhep ayrımı veya bölge farklılığı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere veya herhangi bir diktatörlük türüne dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamaz.”
2- 78. madde: “Siyasî partiler:
- a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve ikinci kısmında belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 ncü maddesinde açıklanan Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî marşına ve başkentine dair hükümlerinin; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılması esasını değiştirmek; Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.
- b) Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
- c) Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
- d) Askerlik, güvenlik veya sivil savunma hizmetlerine hazırlayıcı nitelikte eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunamazlar.
- e) Genel ahlâk ve âdâba aykırı amaçlar güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
- f) Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar.”
3) 81. madde: “Siyasî partiler:
- a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
- b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar.
- c) ….”
4) 101. madde: “Anayasa Mahkemesince bir siyasî parti hakkında kapatma kararı:
- a) Parti tüzüğünün veya programanının yahut partinin faaliyetlerini düzenleyen ve yetkili parti organları veya mercilerince yürürlüğe konulmuş olan diğer parti mevzuatının bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan hükümlerine aykırı olması,
- b) Parti büyük kongresince, merkez karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu hallerde ilgili kurulca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim veya grup genel kurullarınca bu kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı karar alınması veya genelge veya bildiriler yayınlanması veya karar alınmamış olsa bile bu kurullar tarafından aynı hükümlere aykırı faaliyette bulunulması veya parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması,
- c) Parti merkez karar ve yönetim kurulunca Yüksek Seçim Kuruluna partiyi temsilen konuşma yapacağı bildirilmiş olan kimsenin, radyo ve televizyonda yaptığı konuşmanın bu kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olması,
hallerinde verilir.
…”
III- Açıklamalar
SPY.nın 78. ve 81. maddelerini de içeren, dördüncü kısımdaki yasaklara aykırılık halinde partinin kapatılmasını düzenleyen 101. maddesinde bir siyasal parti hakkında kapatma kararının şu hallerde verileceği belirlenmiştir: (a) Parti tüzük, program ve diğer mevzuatının yasanın dördüncü kısmında yer alan hükümlere aykırı olması veya (b) Parti büyük kongresinde, merkez karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu hallerde ilgili kurulca ya da Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim veya grup genel kurullarınca yasanın dördüncü kısmındaki hükümlere aykırı karar alınması veya genelge ve bildiriler yayınlanması veya karar alınmamış olsa bile bu kurullarca aynı hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunulması yahut parti genel başkan veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması veya (c) parti merkez karar ve yönetim kurulunca Yüksek Seçim Kuruluna partiyi temsilen konuşma yapacağı bildirilmiş olan kimsenin radyo ve televizyonda yaptığı konuşmanın yasanın dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olması.
Bu dava açısından 101. maddenin (a) ve (c) bentlerinin uygulanması sözkonusu değildir. Bu nedenle, var olan kanıtların (b) bendi uyarınca değerlendirilmesi gerekmektedir. Belirtildiği üzere, (b) bendi sözlü ya da yazılı beyanlarıyla partinin kapatılmasına neden olabilecek parti organları arasında merkez karar ve yönetim kurulu veya bu kurul iki ayrı kuruluş olarak oluşturulmuş ise bunların her biri ile genel başkanı saymıştır. Genel Başkan Yaşar Kaya’nın yurtdışında genel başkan sıfatıyla ve partisini temsilen yapmış olduğu konuşmalarla parti tüzel kişiliğini sorumlu kılacağı üzerinde daha fazla söz edilmesini gerektirmeyecek kadar açıktır.
Partinin bildiri yayınlayan Merkez Yürütme Kurulunun durumuna gelince; davalı siyasal partinin tüzüğünün SPY.nın 16. maddesinin birinci fıkrasındaki, merkez karar, yönetim ve icra organlarının tüzükte belirtilen ad, biçim ve sayıda kurulacağından söz eden hükmünden yararlanarak, yönetim ve yürütme organlarını “genel başkan”ın yanında, 22. maddesinde “parti meclisi”, 25. maddesinde “merkez yürütme kurulu” olarak düzenlediği görülmektedir. Bu durumun, SPY.nın 101. maddesinin (b) bendindeki, merkez karar ve yönetim kurulunun iki ayrı kuruluş olarak oluşturulduğu halde bu kurullardan herbirinin yazılı ya da sözlü beyanlarının partinin kapatılmasına neden olabileceği biçimindeki düzenlemeye uygun bulunduğu ve merkez yürütme kurulunun, parti meclisi üyeleri arasından seçilen, parti meclisinden ayrı ve ona bağlı olarak tüzükte belirlenen görevleri yerine getiren yönetim ve icra organı olduğu anlaşılmakta ve merkez yürütme kurulunun bildirisinin de parti tüzel kişiliğini sorumlu kıldığı sonucuna varılmaktadır.
Elde edilen bilgi ve belgelerin incelenmesinde, yukarıda açıklandığı üzere, SPY.nın 101. maddesinin (b) bendi anlamında, beyanlarıyla parti tüzel kişiliğini bağlayan davalı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın iki ayrı yerde ve tarihte genel başkan sıfatıyla ve partisi adına konuşmalar yaptığı ve Merkez Yürütme Kurulunun da “Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır” başlıklı bir bildiri yayınlayıp dağıttığı anlaşılmıştır.
Sözü edilen konuşmaların ve bildirinin içerikleri, tarih sırasına göre, aynen şöyledir :
- A) Genel Başkan Yaşar Kaya’nın 29.5.1993 günü Federal Almanya’nın Bonn şehrindeki konuşması:
“Sevgili kardeşlerim. Böyle bir günde sizinle beraber yaşadığım için mutluyum. Hepiniz hoşgeldiniz. Sizi DEP adına sevgiyle selamlıyorum. Sizler ateşin ve güneş ülkesinin çocuklarısınız. Size böyle hitap etmek zorundayım. Çünkü Türkiye’de sizin adınızı anmak, sizin ülkenizin adını anmak daha da siyasî partiler için kapatılma sebebidir. Elbette 70 yıllık inkâr, soykırım, sürgün, darağacı, kan, irin, gözyaşı, barut bizim ülkemizde birbirine karışmış, analarımız ak süt yerine bizi gözyaşı ile emzirmişlerdir. Biz ülkemizin tarihi yiğitçe direnen Mahmut Berdemci (Berzenci, olmalı)lerin ve Mahabat’ta Çarçıra Meydanında idam edilen Gazi Muhammed’lerin, Şark İstiklâl Mahkemesinin astığı Şeyh Sait’lerin, Dersim lideri Seyit Rıza’ların, Ali Şan’ların, Ağrı direnişlerinin, Zilan deresine kan akıtanların, bazı rejime (Baas rejimine, olmalı) 30 yıl direnen Mustafa Barzani’lerin, Diyarbakır zindanlarının cellatlarını hiçe indiren Hayri Durmuş’ların, Kemal Pir’lerin, çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ların tarihidir. Evet, bizim tarihimiz kahramanca direnen çağdaş Kawa’ların tarihidir. Bu sizin büyük yürüyüşünüzdür. Bu tarihte ilk ve tek buluşmamızdır. Bu ilk birliğimizdir. Bunu tarihe böyle kayıt düşün. Ben size Ağrı’nın, Tendürek’in, Zilan’ın, Gabar’ın, Botan’ın karlı dağlarının ardında, ak saçlarını Diyarbakır köşelerinde al kanlar içerisinde bırakarak gülümseyen şehitler babası Musa Anter’den selâm getirdim. Son otuz yıllık aydınlanma döneminden sonra tarih bir noktada bizi bir araya getirdi. Bugün burada özgür bir ülke ve ulusal birlik için yürüyoruz. Yaşasın ulusal birliğimiz. Yaşasın bizi biz eden sevda.
“Sevgili kardeşlerim, yürüyenler yalnız biz değiliz, kalbi bizimle olan bütün halkımızdır. Kürt halkı artık düşürülmüş bir halk değil, serhildanda başını dik tutan bir halktır. Demokrasi Partisi sizin birliğinizin, sizin ulusal mutabakatınızın eseridir. Osmanlı Devletinin 600 yıllık mirası, İttihatçı komploculuğu ve Cumhuriyetin 70 yıllık tarihi üstüne kurulan Cumhuriyet Türkiye’si üç şeyi beceremedi. Birincisi, demokratik bir devlet yapısı kuramadı. İkincisi, Kürt sorununu demokratik bir yolla çözüme götüremedi. Üçüncüsü, geniş halk kitleleri ve emekçiler üzerindeki sömürüyü kaldıramadı. İşte Demokrasi Partisi böyle bir zaruretten doğmuştur. Dünyada yaşanan gelişmelere rağmen, Türkiye’de yönetim anlayışı değişmedi. Kürtler hep zindanı, inkârı, sürgünü ve ölümü yaşadılar. Bugün gelinen noktada Kürtlerin inkârı mümkün değildir. Silahlı mücadele Kürt sorununu Kürt halkının önüne, Kürt ve Türk halkının önüne, dünya kamuoyunun önüne koydu. Bunu söylerken Kürt devriminin arka bahçesinde bulunan kültürel rönesansı da selâmlıyorum. Kürtlerin demokrasi ve değişim isteklerine sözcü olabilecek onu gerçekleştirebilecek nitelikte bir örgütlenmenin olmaması kısır bir döngüdür. Bu çıkmazı aşmanın yolu gerçek demokrasi ve değişimden yana olan güçleri seferber etmek ve sağlıklı bir kanala yöneltip örgütsel birliği kurmaktır. Demokrasi Partisi bu kulvarda mücadele edecek demokrat bir kitle partisidir. Kürt sorununa barışçı ve âdil bir çözüm bulmak kaçınılmazdır. Savaşlar sonsuza kadar sürmez. Bir halkı imha etmek mümkün değildir. Kürt halkının istekleri vardır, bizim isteklerimiz vardır. Biz öncelikle Türkiye’de Kürt sorunu dahil her sorunu yasaksızca tartışabileceğimiz bir demokrasi istiyoruz. Oysa ki, Türkiye’de her yer mayın tarlasıdır. Özgür Gündem gibi bir gazete sekiz ayda kendi mensuplarından sekiz şehit vermiştir. Böyle bir ülkede demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Ben geçen gün İstanbul DGM.de şahit olduğum bir olayı size aktarmak isterim. Ben ve arkadaşlarımın, Özgür Gündem’cilerin 14 duruşması vardı. Biz bir kapıda bekliyorduk. Öbür kapıda Azadi Gazetesi’nin ve sorumlularının duruşması vardı. Öbür mahkemenin kapısında Medya Güneşi’nin ve arkadaşlarının duruşması vardı. Bir arkadaşımızı tevkif ettiler. DGM.lerin koridorlarına baktım. Bu olağanüstü mahkemeler sanki biz, yalnız Kürtler için kurulmuştur. Böyle bir ülkede demokrasiden bahsetmek mümkün değildir.”
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığınca Cumhuriyet Başsavcılığımıza gönderilmiş bulunan 1993/443 sayılı hazırlık soruşturması dosyası örneğinin incelenmesinden; Genel Başkan Yaşar Kaya’nın Bonn’daki konuşmasını içeren bir video kasetin Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığınca elde edilerek, 23.9.1993 gün, 1993/310 B.Muh. sayılı yazı ile gereğinin takdir ve ifası için Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığına gönderildiği,
Yüksek Mahkemenize de sunulmakta olan kasetin çözümüne ilişkin 29.9.1993 günlü rapora göre, “Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü” adıyla başlayan kasetin ilk başlarında PKK. örgütünün lideri Abdullah Öcalan’ın yaptığı bir konuşmanın seslendirici tarafından anlatımının yer aldığı, daha sonra yürüyüşe katılan büyük bir kalabalığın PKK. örgütünün, onun cephe faaliyetlerini yürüten ERNK. ile silâhlı gücünü ifade eden ARGK.nin bayrak ve flamalarını taşıdığı; bir sergide örgütün bayrak, flama, pankartları, halı, kilim ve heybe gibi eşyanın sergilendiği, bir folklor grubunun sarı, kırmızı, yeşil renklerden oluşan giysilerle halk oyunları oynadığı; kalabalığın Kürtçe ve Almanca ibareler yazılı pankartlarla birlikte, “Yaşasın Apo”, “Yaşasın Kürdistan”, “Liderimiz Abdullah Öcalan”, “Yaşasın PKK, KSK,PDK, KUK, RNK” gibi sloganlar bağırdığı; yürüyüşe katılanlarla küçük röportajlar yapıldığı, verilen cevaplarda, katılımcıların Almanya’nın çeşitli şehirlerinden ve Fransa ve Belçika gibi ülkelerden geldiklerini söyledikleri, bir konuşmacının, “Yüz bin Kürt halkı hepsi bir arada toplanıp yürüyorlar. Çok mutluyuz. Kürdistan’ın özgürlüğü için nice işkenceler çektiler. Kahramanca çıkıp Kürdistan için Botan dağları ve aralarında Mardin’de, Sason’da ve Siirt’e kadar yürüyüp savaştılar. Yaşasın Apo. yaşasın özgürlük mücadelemiz. Kürt halkı için kimse söyleyemez, Kürtler öldüler (diye). Kürtler ölmezler. Kürtler her zaman canfedadırlar. Biz Kürdistan şehitleri(ni) unutmayız.” şeklinde sözler söylediği; “Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü” adı altında düzenlenen, PKK. örgütünün egemen öge olarak yer aldığı ve akışı kalın çizgilerle özetlenen bu açık hava toplantısında Demorasi Partisi Milletvekili Hatip Dicle’nin çok kısa bir konuşma, Genel Başkan Yaşar Kaya’nın da yukarıda belirtilen konuşmasını yaptıkları: bu hususta ifadesine başvurulan Genel Başkan Yaşar Kaya, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki 7.10.1993 günlü anlatımında, “Almanya’nın Bonn kentinde 29 Mayıs 1993 günü yapılan toplantıya Demokrasi Partisi Genel Başkanı olarak katıldığını ve genel başkan olarak konuşma yaptığını, kaset çözümünden okunan konuşmayı kendisinin yaptığını, konuşmanın bütünüyle kendisine ait olduğunu, bu konuşmada partisinin görüşlerini, eksiksiz bir demokrasinin nasıl olması gerektiğini, Kürt ve Türk kardeşliğinin nasıl olacağını, iki halkın nasıl bir arada yaşayacağını ve sonucuna nasıl çözüm bulunacağını anlattığını” söylemiş,
Sevk edildiği Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğindeki aynı günlü anlatımında, “Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki ifadesini aynen kabul ve tekrar ettiğini beyanla, konuşmanın kendisine ait olduğunu, cümle düşüklükleri dışında kaset çözümünün genellikle doğru ve bu görüşlerin kendisinin ve partisinin görüşleri olduğunu, Kürt ve Türk halkının kardeşçe yaşamasını temenni ettiğini, yaptığı konuşmanın tamamen partisinin görüşlerini açıklamaya yönelik bulunduğunu” belirttiği; Genel Başkan Yaşar Kaya hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığının 22.10.1993 gün, 1993/443-112-91 sayılı iddianamesiyle o yer Devlet Güvenlik Mahkemesinde, Türkiye Cumhuriyetinin ulusu ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik propaganda yaptığı iddiasıyla 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 8/1. maddesi uyarınca cezalandırılması için kamu davası açıldığı anlaşılmıştır.
- B) Genel Başkan Yaşar Kaya’nın Irak’ın Erbil şehrinde düzenlenen Irak Kürdistan Demokrasi Partisi’nin 11. Genel Kurulunun açılışında 16.8.1993 tarihinde yaptığı konuşma: (Kürtçe olarak yapılmış olan bu konuşmanın elde üç ayrı çevirisi bulunmaktadır. Bunlardan özet nitelikte bir tanesi Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığının Hz.1993/425 sayılı soruşturma dosyası içinde yer almakta olup, bir tanesi de Genelkurmay Başkanlığının 1.10.1993 gün, İSTH: 3590-493-93 İKK. ve GÜV.D.İç.İsth.Ş.(614) sayılı yazısı ekinde gönderilen ve konuşmanın kayıtlı olduğu kasetten yapılan çeviri yazıdır. Mevcut çevirilerin özet niteliği gözönünde bulundurularak, konuşmanın tamamını elde edebilmek ve bu suretle bütünsel bir değerlendirme yapabilmek amacıyla video kasetteki konuşma Cumhuriyet Başsavcılığımızca Türkçeye çevirtilmiştir.
Bilindiği gibi, bir metnin veya konuşmanın ayrı ayrı kişilerce yapılan çevirilerinin üslûp ya da form bakımından birbirlerinin tıpatıp aynı olması beklenemez. Hatta, aynı kişi tarafından yapılan çeviriler bile, hele üzerinden belli bir zaman geçmişse, birbirine benzemeyebilir. Çeviriyi yapan kimsenin her iki dile olan egemenliği, anlatım gücü, üslûbu çeviriyi etkileyen faktörlerdir. Çeviride önemli olan anlamın değişmemesi, gerçek anlamın aktarılması ya da yansıtılmasıdır.
Sözkonusu konuşmanın mevcut çevirileri dikkate alındığında, üslûp ve biçim yönünden farklılıkların ortaya çıktığı görülmekte ise de, anlamda herhangi bir aykırılığın bulunmadığı ve her birinin genelde birbirinin aynı olan anlamı verdiği görülmektedir.)
“Ey bacılarım ve kardeşlerim; bugün iyi bir gündür. Biz azat olmuş Kürdistan’dan KDP.nin kongresine gelmişiz. Bu bizim için bir rüyadır. Ben dört parça Kürdistan adına ve Demokrasi Partisi adına size hoş sefa gelmişsiniz diyorum. Ben Demokrasi Partisi adına lider Mesut Barzani’yi ve hazır bulunan misafirleri saygılarımla selâmlarım.
Ey hazır bulunan kardeşlerim; Kürdistan halkının sorunu yüzelli senedir ihanet sorunu ve başkaldırma sorunudur. Şeyh Ubadullah Nehdi (Ubeydullah Nehri)’den tutun da şimdiye kadar Kürdistan’ın bağımsızlığı ve kurtuluşu için kimne yapmışsa biz hepsine saygı duyuyoruz. Hepsi Kürdistan devleti için.
Ey Kürdistan Demokrasi Partisi’nin silahlı askerleri; sizin partinizin sorunu adınız, sesiniz, sedanızdır. Adınız bizim orada da (duyulmuştur), (aynı zamanda, zaten) savaş merkezidir. Herkes bizi biliyor. Her Kürt arslan ve kaplan gibidir. Sorununuz (davanız) sevgidir, zaferdir, rahmetli Molla Mustafa’dır. Muhammedin gazasıdır (Gazi Muhammed), güleryüzdür, savaş meydanında, milletin kahramanı, ölmeyen, rahmetli Molla Mustafa Barzani’dir. Hasaneyn Heykel, Molla Mustafa için diyordu ki, o Kürdistan’ın yaşlı kartalıdır. Sizin davanız Barzani’nin koşusudur. Davanız Kürdistan’ın kurtuluşudur. Davanız tüm Kürdistan partilerinin anasıdır.
Ey kıymetli kardeşlerim; ben Serhat’ten, Tendürek’ten, Ağrı’dan, Van Gölü’nden, General İhsan Nuri’nin yanından geliyorum. Ben Piran’dan, Bingöl’den, Diyarbakır’dan, İhtiyar Şeyh Sait’in yanından geliyorum. Ben Koçgiri’de kahraman Ali Şer’in yanından, ben Dersim’den Seyit Rıza’nın yanından geliyorum. Ben Diyarbakır zindanlarından, Mazlum Doğan’ın yanından, Bitlis’ten Hasan Hayri Bey’in yanından geliyorum. Ben şehitlerin babası ve Musa Anter’in babasının yanından geliyorum.
Eyaletin (ülkenin) şehitleri şöyle diyorlardı: Biz sizden ümitliyiz. Bugün kardeşlik günüdür, birlik günüdür.
İnsan tek (başına) oldu mu, ne dost ne de düşman size değer vermez. Süleymaniye’den tut, Dersim’e kadar, Mahabat’a kadar, Cebel-i Ekrat’a kadar hepsi şehitlerin ziyaretgâhıdır, kandır, baruttur. Yıldızlar kadar şehitlerin mezarları vardır.
Hepsi (bütün bunlar) niçin’ Kürt kardeş olmadı, dost olmadı, onun için. Düşmanın elinin altından kurtulamaz. Kürt kardeş olmazsa Kürdistan olmaz. Düşmanın elinde Kobra helikopterleri var. Bizim gönlümüzde sadece kardeşlik var, birlik var, Düşman öldürdüğü zaman bu KDP., bu YDK., bu PKK. demiyor, bunlar Kürttür diyor. Kurtun yanındaki Kürdistan’da (Diğer çevirilerde bu ibare “Kuzey Kürdistan” olarak belirtilmiş, bizzat genel başkan Yaşar Kaya da, doğruluğunu kabul ettiği 15.9.1993 günlü kolluk anlatımında (s.21), konuşmasında “Kuzey Kürdistan” demiş olduğunu ifade ettiğinden, ibareyi bu şekilde anlamak gerekir.) büyük savaş vardır. Arkadaşlar dediler ki: Halepçe’yi unutmadık. Evet, hiçbir Kürt Halepçe’yi unutamaz. Ama, şimdi kurtun yanındaki (Kuzey) Kürdistan’da Şırnak var, Sarıka mış var, Digor var. (Şırnak, Sarıkamış, Digor il ve ilçelerimizin yer aldığı ülke parçasına “Kürdistan” denildiğine göre, ister “Kuzey” sözcüğüyle, ister başka bir sıfatla nitelendirilmesinin sonucu etkilemediği açıktır.
Ey kardeşlerim; Kürt birlik olmayıncaya kadar, evet biz Kürdistan için birlik olamıyoruz. Düşman Türk, Arap ve Acem menfaatleri için birlik oluyorlar. Acaba biz Kürdistan için niye birlik olamıyoruz ‘ Ben dedim ki Kürdistan’ın sorunu ihanetlik sorunudur. Hiç Kürtlerin başkaldırması sorunsuz sönmemiştir. Hile, desise, müzakere, siyaset ve bizim içimizdeki hainlerle, kandırmayla ve içimizdeki düşmanla bizi kandırmışlar ve söndürmüşler. Herkes bizi aldatmış. 1600 sene Kürtler İslâmiyete hizmet etmişlerdir. Bugün Kürt İslâmiyetin yetimidir. Bu kadar İslâm devletleri Kürtler için bir karar almıyorlar. Kürtler sosyalizme de hizmet etmişler. Bizler marksist Türk, Arap ve Acem’in kölesi olmuşuz. Askerler bize Kürtlüğü kader işi yapmışlar. Burjuvalar, kapitalistler bizi Kürtlük (Kürt olduğumuz) için kabul etmiyorlar. Kürtlük devleti için birlik olmak ve kurtulmak bizim şiarımızdır. Hür olmak ve serbest olmak pahalıdır. Bizim halkımız erkektir (yiğittir). Halkımız davası için, kurtuluşu için kızını, gelinini, oğlunu bize veriyor. Dağlarda günde 40-50 tanesi şehit düşüyor. Kürdistan eski Kürdistan değil, Kürt eski Kürt değil. Kürtler yemin etmişler. Yeminimiz ölümdür. Ey ülke senin uğrunda canımız feda, senin yolunda. Bizim kefenimiz giysilerimizdir. Ferman ve hediye birşey istemiyoruz dünyada ölümden başka. Bizim kanımız satılıktır, onunla alın Kürdistan’ı, bizim rüyalarımız olur. Biz başka birşey istemiyoruz.
Kardeşlik ve birlik için KDP.nin kongresi başarılı olsun, siz sağ selâmet olun. Allah yardımcınız olsun.”
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığının bu konudaki Hz.1993/425 sayılı hazırlık soruşturmasına ilişkin dosya örneğine göre; Genel Başkan Yaşar Kaya’nın 15.9.1993 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğünce bu konuşmasıyla ilgili olarak ifadesine başvurulduğunda, özetle, gazeteci Emin Çölaşan’ın 28.8.1993 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan “Kim kime ihanet ediyor ‘” başlıklı yazısında, konuşmadan yapılan alıntıya işaret ederek, bu yazıların yaklaşık olarak kendisinin kongrede yapmış olduğu konuşma olduğunu, konuşmasında “Kuzey Kürdistan” olarak tanımladığı yerin Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde bulunan bazı illeri kapsadığını, “Kuzey Kürdistan” derken Türkiye’nin bir bölümünü kastettiğini; Demokrasi Partisi’nin, Kürt kimliğinin, Kürt halkının demokratik özlemlerinin demokrasi kuralları içinde konuşulmasından ve verilmesinden yana olduğunu, partinin Kürt sorununun Kürt ve Türk Halkının kardeşliği temelinde savaşsız, ölümsüz, silahsız çözümünden yana olduğunu; Irak’a Demokrasi Partisi genel başkanı olarak davet edildiğini ve bu sıfatla oraya gittiğini;
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki 16.9.1993 tarihli ifadesinde ise, özetle, Irak Kürdistan Demokrasi Partisi’nin 15.8.1993 tarihindeki 11. Olağan Kongresine davet üzerine Demokrasi Partisi genel başkanı sıfatıyla katılıp, bu sıfatla Demokrasi Partisi adına konuşma yaptığını;
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğindeki 16.9.1993 tarihli ifadesinde de, özetle, kongreye parti genel başkanı olarak resmi davetli olduğunu, olay hakkında DGM. Cumhuri yet Savcılığında ve kollukta etraflı olarak beyanda bulunduğunu, bu ifadelerinin doğru olduğunu ve onları tekrar ettiğini söylemiş,
Hakkında Ankara DGM. Cumhuriyet Savcılığınca düzenlenen 1.10.1993 gün, 1993/425-91-74 sayılı iddianame ile, o yer Devlet Güvenlik Mahkemesinde, Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik propaganda yapma suçundan dolayı 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 8/1 maddesi uyarınca kamu davası açılmış olduğu anlaşılmıştır.
- C) Demokrasi Parti Merkez Yürütme Kurulunun 1993 yılı Ağustos ayında yayınladığı “Demokrasi Partisi’nin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildirisi:
“Anti demokratik yöntemlerle ülke sorunlarını çözmek mümkün değildir. Bugün ülkemizde ilân edilmemiş adı konulmamış bir savaş yaşanmaktadır.
Uluslararası hukuk kurallarının açıkça çiğnendiği bu savaş yüzünden Kürtler de Türkler de çok ağır bedeller ödemektedir.
Savaşta her gün 30 insanımız hayatını kaybetmektedir. Savaş boyunca, 17.700 insanımız öldü. Yaklaşık 400 köy tümden veya kısmen boşaltıldı ve yakıldı. Ormanlar ve tarihi değerler yok edildi. Milyonlarca insan topraklarından koparıldı. Toplu göçler ve sürgünler yapıldı. Yoksul insanlarımızın cebinden alınan milyonlarca para bu savaş için harcandı.
Emekçiler, İnsan Hakları Savunucuları, Barış severler,
Her iki taraftan ölen 17.700 insanın hepsi bizim insanımız. Savaşın bütün yükü yoksul halkımıza fatura ediliyor.
Bilelim ki, bu savaş ne kadar sürerse sürsün, ne kadar insan ölürse ölsün, Kürt sorunu çözülemeyecektir. Askeri politikalar 70 yıldır uygulanıyor. Devlet bu politikalarla neyi çözebildi’ Katliamla, sürgünle, inkârla Kürt sorunu çözülebilseydi, bugüne kadar çoktan çözülmüş olurdu.
Sorun, “Ekonomik geri kalmışlık veya terör sorunu” değildir. “Sorun siyasidir ve adı da Kürt Sorunudur.
Onun için daha çok insan ölmeden, daha çok kan dökülmeden, daha çok ekonomik yıkıma uğramadan, demokratik hak ve özgürlüklerimizden daha fazla ödün vermeden BARIŞ sağlanmalı, siyasi çözüm yolları bulunmalıdır.
“Ulusal mutabakat” ve “Vatanın bölünmesi tehlikesi” yalanlarıyla haklarınız ve özgürlükleriniz elinizden alınmaktadır. Bu ağır bedeli ödemek zorunda değilsiniz. Bu savaşa hep birlikte dur diyelim. Savaşa karşı barışı savunmak insanlık görevidir. Topyekün savaşa karşı, topyekün barışı savunalım. barış içinde, eşit ve özgür koşullarda yaşamak hepimizin hakkı. Kendi haklarımıza ve görevlerimize sahip çıkalım. Ekmeğimizi, özgürlüklerimizi, kardeşliğimizi, barış içinde ve demokratik bir ortamda yaşama hakkımızı savaş yanlılarının insafına terketmeyelim. Onlar bir avuçtur. Onları durdurabiliriz. Akan kana ve tüm acılara son verebiliriz. Birlikten doğan gücümüzle sorunları çözebiliriz.
Bunun için öncelikle silâhlar susmalıdır. PKK ve devlet ATEŞKES ilân etmeli ve kararlarına uymalıdırlar. Ateşkes tarafsız güçlerce denetlenebilmelidir.
Sorunun köklü çözümü; barışçıl ve demokratik bir ortamda ve eşitlik temelinde siyasi yol ve yöntemler uygulanarak bulunacaktır. Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla birlikte kabul edildiği, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz uygulandığı demokratik bir ortamda siyasi çözüm yollarını birlikte bulabiliriz.
Barışı kazanmak ve kalıcılaştırmak için;
1- Devlet, Kürtlerin her düzeyde seçilmiş meşru temsilcileriyle görüşmeler yolunu açmalıdır.
2- Türkiye’nin sosyolojik gerçeğine uygun olarak Kürt kimliği tüm sonuçları ile birlikte tanınmalı, Anayasa ve yasalarca garanti altına alınmalıdır.
3- Kürt kimliğinin kabulü temelinde, Türkiye’nin taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalara konulmuş çekinceler geri alınmalı ve sorunun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun olarak çözümü için adımlar atılmalıdır.
4- Kürtler, kendilerini çağdaş anlamda ifade edebilmek için dilini, kültürünü ve sanatını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeli ve geliştirebilmelidir.
5- Anadilde eğitim hakkı sağlanmalı, radyo ve TV’lerde Kürtçe yayın yapılmalıdır.
6- Kürt sorunu ve diğer tüm sorunların çözüm yollarının, bütün boyutlarıyla ve özgürce tartışılabileceği demokratik bir ortam sağlanmalıdır.
7- Olağanüstü Hal Uygulaması, bütün kurumları ile birlikte kaldırılmalıdır.
8- Özel Tim bölgeden çekilmelidir.
9- “Faili meçhul cinayetler” aydınlatılmalı, kontrgerilla örgütü açığa çıkarılıp, dağıtılmalıdır.
10- Köy koruculuğu sistemine son verilmelidir.
11- Anti-Terör Yasası yürürlükten kaldırılmalıdır.
12- 12 Eylül’ün sonuçlarını ortadan kaldıracak bir genel af ilân edilmelidir.
13- Adil bir seçim yasası çıkartılmalı ve her türlü düşüncenin serbestçe örgütlenmesi sağlanmalıdır.
14- Boşaltılan, yakılan ve yıkılan köyler yeniden inşa edilmeli, köylülerin uğradığı zararlar karşılanmalıdır.
15- Bölge ekonomisinin canlandırılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
16- İsmi değiştirilen yerleşim birimlerine eski isimleri iade edilmelidir.
Savaştan çıkarı olmayan en geniş kesimleri, BARIŞ çağrımıza destek olmaya çağırıyoruz. Sesinizi yükseltin. Öncelikle barış ortamını sağlayalım. Barış ortamını kalıcı kılmak ve demokrasiyi kazanmak yaşamsaldır. İnsanca yaşama hakkımızı hep birlikte savunalım.
-Yaşasın halkların kardeşliği
-Silahlar sussun, akan kan dursun
-Askeri çözüm değil, demokratik çözüm istiyoruz
-Barış kampanyamıza katıl, güç ver “
Davalı partinin Merkez Yürütme Kurulu tarafından kaleme alınan bu bildirinin yurdun çeşitli yerlerinde dağıtılmak üzere gönderildiği, bu cümleden olarak İzmir il başkanlığının İzmir Valiliğine verdiği 2.7.1993 günlü dilekçede bildirinin İzmir ilindeki dağıtımına Konak, Buca, Karşıyaka, Bornova, Balçova, Gaziemir, Selçuk, Torbalı, Menemen, Aliağa ve Narlıbahçe ilçelerinde başlanacağının bildirildiği, İzmir Emniyet Müdürlüğünden Cumhuriyet Başsavcılığımıza yazılan 4.8.1993 gün 068728 sayılı yazıda da bildirilerin 3.8.1993 tarihinde anılan ilçelerde dağıtıldığından bilgi verildiği ve bildirilerin bir örneğinin gönderildiği,
Aynı bildirilerin Manisa ilinde dağıtımını gerçekleştiren davalı partinin Manisa il başkanı Ahmet Sağın ile sekreter üye Bedrettin Mutlu hakkında, halkı ırk ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiğinden söz edilerek İzmir DGM. Cumhuriyet Savcılığının 27.4.1993 gün 1993/356-143-123 sayılı iddianamesiyle T.Ceza Yasasının 312/2 maddesi uyarınca İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinde kamu davası açıldığı, il başkanı Ahmet Sağın’ın 23.8.1993 tarihinde Manisa Cumhuriyet Savcılığındaki ifadesinde, bildirilerin parti genel merkezinden gönderildiğini belirttiği,
Bildirilerin Diyarbakır’da da dağıtılmak istenmesi üzerine, Diyarbakır (1) no.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğinin 10.7.1993 gün, Müt.1993/275 sayılı kararıyla, T.Ceza Yasasının 312/2 maddesi kapsamında bulunduğu kanısına varılmakla 2950 sayılı Yasayla 5680 sayılı Basın Yasasının Ek-1 maddesine göre dağıtılmasına engel olunup, el konulmasına ve toplatılmasına karar verildiği, Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğinin 16.8.1993 gün, 1993/180 Değ.İş sayılı kararıyla da sözkonusu bildirilerin toplatıldığı,
İlgili soruşturma kağıtlarının Diyarbakır ve Malatya DGM.Cumhuriyet Savcılıkları tarafından Ankara DGM.Cumhuriyet Savcılığına gönderilmesini takiben, Merkez Yürütme Kurulu üyelerinin ifadelerine başvurulduğunda, kurulu oluşturanlardan İbrahim Aksoy, İsmail Arslan, Kemal Okutan, Ali Beyköylü, Kemal Bilget, Sara Akan, Osman Özçelik, Cabbar Gezici, Bahattin Güner, Nesim Kılıç, Refik Karakoç, Nevzat Özbay, Murat Bozlak ve Raşit Deli 27.9.1993 günlü anlatımlarında, özetle, bildirinin iç barışın sağlanması amacıyla başlattıkları kampanya dolayısıyla Merkez Yürütme Kurulunca hazırlandığını söyledikleri,
Genel Başkan Yaşar Kaya da dahil olmak üzere adları geçenler hakkında düzenlenen 4.10.1993 gün, 1993/426-92-75 sayılı iddianameyle Ankara DGM.nde, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik propaganda yapma suçundan 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 8/1. maddesi uyarınca kamu davası açıldığı,
ekte sunulan belgelerin incelenmesinden anlaşılmıştır.
IV- Kapatma Nedenleri ve Değerlendirme :
- A) Kapatma Nedenleri
Daha önce de değinildiği gibi, siyasal partilerin amaçları ve kapatılmalarına ilişkin esaslar Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. 68. maddenin dördüncü fıkrası, siyasal partilerin tüzük ve programlarının devletin ülkesi ve ulusuyla bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı; beşinci fıkrası, sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan parti kurulamayacağı kuralını getirmiş; 69. maddenin birinci fıkrası ise, siyasal partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette bulunamayacakları, Anayasanın 14. maddesinde yer alan sınırlamaların dışına çıkamayacakları, çıkanların temelli kapatılacakları; sekizinci fıkrası da, siyasal partilerin yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki dernek ve gruplardan herhangi bir suretle aynî ve naktî yardım ve emir alamayacakları ve bunların Türkiye’nin bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü aleyhindeki karar ve faaliyetlerine katılamayacakları, bu hükümlere aykırı hareket eden siyasal partinin temelli kapatılacağı kuralını kabul etmiştir.
Çalışmaları ile ulusal iradenin oluşmasını sağlayarak siyasal iktidara sahip olmayı hedefleyen siyasal partilerin toplum düzeni ve demokratik hayatın devamı bakımından taşıdıkları önem onların kuruluş ve faaliyetlerinin izlenmesinin benzeri örgütlerden farklı olmasını zorunlu kılmıştır. Nitekim, genel çizgileri itibariyle, olağan derneklere benzese bile, siyasal partilerin uymaları gereken esasların Anayasa’da yer alması, çalışmalarının Anayasa ve yasalar hükümlerine uygun olup olmadığının derneklerden farklı olarak özel biçimde izlenip, denetlenmesi, demokratik hayatın vazgeçilmez ögeleri sayılmalarının sonucudur. Ancak, siyasal partilerin yukarıda belirtilen hedefe ulaşmaları için yapacakları çalışmalarda mutlak bir özgürlükten yararlanmaları beklenemez. Demokratik hukuk devleti olmanın gereği olarak, bu özgürlük Anayasa ve yasalarla sınırlandırılmış, siyasal partiler çalışmalarında tümüyle serbest bırakılmamışlardır. Çünkü, bu sınırlamalardan herhangi birinin çiğnenmesi halinde, Anayasa’nın Türkiye Cumhuriyetinin özünden ayrılmayacak olan nitelikler ve devletin dayandığı temel ilke ve görüşler hiçe sayılmış olur ve böylece doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti tehlikeye düşer.
Siyasal partilerin kurulmalarına, faaliyetlerine, denetlenmelerine, kapatılmalarına ilişkin esasları düzenleyen SPY. Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinde öngörülen ilke ve esaslara paralel olarak, siyasî partilerle ilgili yasaklar başlıklı dördüncü kısmında partilerin amaç ve faaliyetlerinde uyacakları hususları düzenlenmiş, bu ilke ve esaslara uymamanın yaptırımını 101. maddenin (a), (b) ve (c) bentlerinde “partinin kapatılması” olarak belirlemiştir.
Siyasal partiler için öngörülen yasaklamalar, davanın konusunu ilgilendirdiği ölçüde, şu biçimdedir:
SPY.nın 78. maddesinde; “Siyasî partiler:
- a) Türkiye Devletinin …. Anayasanın başlangıç kısmında ve 2. maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline … dair hükümlerini … değiştirmek;
…. dil, ırk …. ayırımı yaratmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.
…” hükmü getirilmiştir. Sözkonusu yasaklamaların Cumhuriyetin niteliklerini, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini ve Atatürk milliyetçiliği ilkesini korumaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Madde metninde belirtilen Anayasanın Başlangıç’ında, “… hiçbir düşünce ve mülâhazanın … Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının … Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları … karşısında koruma göremeyeceği” ifade edilmiş, Anayasa’nın 2. maddesinde ise, Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken Başlangıç’a gönderme yapılmak suretiyle “bölünmezlik” ya da bütünlük ilkesinden dolaylı olarak söz edilmiş, 3. maddesinin birinci fıkrasında ise, “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.” biçimindeki hükümle “bölünmezlik” ilkesi açık olarak konulmuş, 14. maddesinin birinci fıkrasında, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin hiçbirinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak…. dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak … amacıyla kullanılamayacağı kabul edilerek temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önüne geçilmek istenmiştir.
Sözü edilen bölünmezlik ilkesinin siyasal, tarihsel ve hukuksal dayanaklarını Amasya Genelgesi ile başlayıp, Misak-ı Millî (Ahd-ı Millî) bildirgesi ile sonuçlanan belgeler dizisi oluşturur. Gerçekten, 21-22.6.1919 tarihli Amasya Genelgesinin 1. maddesinde, “Vatanın tamamiyeti, milletin istiklâli tehlikededir.” Tesbiti yapıldıktan sonra, 7.8.1919 tarihli Erzurum Kongresi kararlarında, “Trabzon vilayeti ve canik sancağiyle Vilayât-ı Şarkiye adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Mamuretülaziz, Van, Bitlis vilâyeti ve bu saha dahilindeki müstakil livalar, hiç bir sebep ve bahaneyle birbirinden ve Osmanlı topluluğundan ayrılması düşünülemeyen bir bütündür. Buralarda yaşayan müslümanlar birbirlerinin sosyal ve ırki durumlarına saygılı ve öz kardeştirler.”, “Vatanın bütünlüğü, millî istiklâlin sağlanması ve Saltanat ve Hilâfetin masuniyeti için kuvâ-yı milliyeyi âmil ve irade milliyeyi hâkim kılmak esastır.” ve “Mondros mütakeresiyle sınırlarımız içinde kalan ve her bölgesinde olduğu gibi Doğu Anadolu Vilâyetlerinde de ezici bir çoğunluğu İslâmlar teşkil eden, iktisadî ve kültürel üstünlüğü Müslümanlara ait bulunan ve yekdiğerinden gayrıkabil-i infikâk öz kardeş olan din ve ırkdaşlarımızla meskûn memleketlerimizin bölünmesinden vazgeçilmeli, mevcudiyetimize, hukuk-ı tarihiye, ırkîye ve dînîyemize riâyet edilmelidir.” biçimindeki ilkelerle ülke ve ulusun bölünmezliği vurgulanmıştır. 11.9.1919 tarihli Sivas Kongresi Kararlarında ise, “Heyet-i Temsiliye, şarkî Anadolu’nun heyet-i umumiyesini temsil eder.” ibaresi yerine “Heyet-i Temsiliye vatanın heyet-i umumiyesini temsil eder.” hükmü getirilmiş, “Hükûmet-i Osmaniye bir tazyik-i düvelî karşısında buraları (yani Şark Vilayetlerini) terk ve ihmal etmek ızdırarında bulunduğu anlaşıldığı takdirde alınacak idarî, siyasî, askerî vaziyetlerin tayin ve tesbiti” yani geçici yönetim oluşturmak meselesini düzenleyen hükümde yer alan “buraları” ibaresi yerine de “mülkümüzün herhangi bir cüzünü terk ve ihmal etmek …” biçiminde kapsamlı ve genel bir kayıt getirilmiştir. İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan’ca 28.1.1920 tarihinde kabul edilip Büyük Millet Meclisi’nce de benimsenen Misâk-ı Millî Bildirgesinin 1. maddesinde, “Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran Arap ekseriyetiyle meskûn olup 30 Teşrinievvel 1918 tarihli mütarekenin hin-i akdinde muhasım orduların işgali altında kalan aksamın mukadderatı, ahalinin serbestçe beyan edecekleri âraya tevfikan tayin edilmek lâzım geleceğinden, mezkûr hatt-ı mütareke dahilinde dînen, ırkan ve aslen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedekârlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ırkiye ve içtimaiyeleri ile şeriat-ı muhitalarına tamamiyle riayetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın heyet-i mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir küldür.” denilerek bölünmezlik ilkesi doğrulanmıştır.
Anayasa’nın, bir tarihsel olgu ve hukuksal temel niteliğinde olan bölünmezlik ilkesine devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5., temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasıyla ilgili 13., basın özgürlüğünü düzenleyen 28. ve 30., dernek kurma özgürlüğünü düzenleyen 33., gençliğin korunmasından söz eden 58., siyasal partilerin tüzük ve programlarının uyacakları esasları belirten 68., yükseköğretim kurumlarını düzenleyen 130., radyo-televizyon idaresi ve kamuyla ilişkili haber ajanslarını düzenleyen 133., kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını düzenleyen 135. maddelerinde bu ilkeye yer verdiği 143. maddesiyle bu bütünlük aleyhine işlenen suçlar için özel yargı yerleri olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurduğu, hatta 81. maddesinde milletvekili, 103. maddesinde Cumhurbaşkanı yemini metnine dahil ettiği görülmektedir. Bütün bu düzenlemeler, Anayasa’nın Türkiye Devletinin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ilkesine karşı gösterdiği duyarlık ve titizliğin birer işaretidir. Gerçekten, toplumun hukuksal bağlamda örgütlenmesi demek olan devletin ve dolayısıyla toplumun kendi varlığına yönelebilecek tehditlere karşı korunmasını sağlayan bölünmezlik ilkesi bir yönüyle ülkenin tümlüğünü, diğer yönüyle de ulusu meydana getiren ögelerin bütünlük oluşturmasını ifade eder. Bu ilkenin öylesine bir özelliği vardır ki, bir yönünün herhangi bir biçimde ihlâl edilmesi, diğer yönünün de ihlâl edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Lozan Barış Antlaşması görüşmelerinde Başdelege İsmet Paşa, “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti; Türk yurdunun birliğine ve bölünmezliğine en büyük önemi vermekte, hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin yurttaşlarca eşit olarak paylaşılması gerektiğine inanmaktadır.” biçimindeki sözlerle bütünlük ilkesini açıklığa kavuşturmuştur.
- maddenin (a) bendi, siyasal partilerin devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü yanında, devlet dilinin Türkçe olduğuna dair kuralı da değiştirme amacını güdemeyeceklerini ve bu yolda faaliyette bulunamayacaklarını belirtmektedir. Anayasa’nın 3. maddesinin birinci fıkrası, devlet dilinin Türkçe olduğu hükmünü taşımaktadır. Bölünmezlik ilkesinin bir gereği ve sonucu olan bu hüküm, resmî işlemlerin ve yazışmaların Türk dilinde yapılması, resmî belgelerin bu dilde düzenlenmesi, öğretimin ve ulusal kültürün yalnızca Türkçe’ye dayanması, başka deyişle ülkedeki tek ulusal kültürü Türk kültürünün oluşturması demektir. Türkçe bireyler arasında yalnızca bir resmî dil olma durumunu çoktan aşmış; ayrı etnik kökenlerden gelseler bile, yüzyıllar boyunca karışıp kaynaşmış ve bir ortak kaderi paylaşmış, ortak bir kültüre ulaşmış kitlelerin hem günlük yaşantıda, aile içinde ve işyerinde yaygın biçimde kullandığı ortak bir iletişim aracı olabilmiş, hem de aynı kitlelerin ortak bilim, kültür ve sanat dili olma derecesine ulaşabilmiş ve böylece gerek bireysel, gerekse toplumsal iletişimin sağlanmasında ana araç olmuştur. Türkçe’nin kazandığı bu yaygınlık ve genellik gözönüne alındığında, etnik grupların sahip oldukları yerel dillerin resmi dil yerine genel iletişim ve eğitim dili olarak kullanılması düşüncesi kabul edilemez. Yerel düzeyde kalmış, gelişememiş diller bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamaz.
Diğer taraftan, hernekadar Anayasa’nın 26. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz.” hükmü getirilmişse de, günümüzde kullanılması yasaklanmış bir dilin bulunmadığı, her yurttaşın istediği dili özel yaşantısında özgürce kullandığı yaşanan gerçeklerdendir. Anayasa’nın 42. maddesinin son fıkrasında, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez…” kuralı yer almış, uluslararası sözleşmelerin hükümleri bundan ayrı tutulmuştur. İlköğretimin zorunlu olması, eğitim ve öğretim birliğinin sağlanması gereği olarak böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştur.
Dil konusunda Anayasa’da bulunan bir diğer hüküm de 14. maddenin ilk fıkrasındaki, “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek … amacıyla kullanılamazlar…” biçimindeki kuraldır. Bu hükümle, Anayasa’daki hak ve özgürlükleri dil ayırımı yaratmak amacıyla kullanılamayacağı kabul edilmiştir.
Davanın konusu bakımından, SPY.nın 78. maddesinin (a) bendinde incelenmesi gereken bir başka husus da “millet (ulus)” ve “milliyetçilik (Atatürk milliyetçiliği)” kavramlarıdır. Yüksek Mahkemenizin de 16.7.1991 gün, Esas 1990/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1991/1 sayılı, 10.7.1992 gün, Esas 1991/2 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1992/1 sayılı ve en son 14.7.1993 gün, Esas 1992/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1993/1 sayılı kararlarında belirtildiği gibi; “…”millet” kavramı; insanlığın gelişme süreci sonunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. “Ulus” ve yerine göre “Halk” sözcükleriyle de anlatılan bu yapı, bir gelişme düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir. “Milliyetçilik” ise, büyük bir toplumsal gerçek ve “Millet düşüncesi”nin üzerine kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik anlayışıdır. Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Devrimi’nin temel ve önde gelen ilkelerinden biridir. Cumhuriyet döneminde “millet” ve “milliyetçilik” kavramları, başta teokrasiden demokrasiye geçişi sağlayan Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucularıyla, onların koyduğu temel ilkeler üzerinde Cumhuriyeti yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982 Anayasalarında yer almıştır. 1982 Anayasası’nın Başlangıç’ında, “… Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı…”, 2. maddesinde “… Atatürk milliyetçiliği…”, 42. maddesinde “…Atatürk ilkeleri …” ve 134. maddesinde “Atatürkçü düşünce…” sözcükleriyle Atatürk milliyetçiliği güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk milliyetçiliği, ayrımcı ve ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkının kökeni ne olursa olsun, Devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı dışlayıp “ulus” yapısı içinde kaynaşmayı öngören bu kavram; etnik kökenleriyle kimlikleri ayrımcılığa varan resmî bir tanıtım belirtisi olarak söylenmesini engellemektedir….
“Ulus, tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri kazanmış bir topluluktur. Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla sınırları çizilmiş “vatan” kavramına dayanır. Ulus; vatan üzerinde yaşayan, geçmişten geleceğe doğru bir zaman akışı içinde, ortak yaşam istek ve amacına bağlanan kültür ve ülkü birliğine dayanır. “Ulus” kavramı dar çerçeveli topluluk ve dinden başka toplumsal bir bağı olmayan ve başka öge aramayan ümmet kavramlarından çok farklıdır. Ulus, tarihsel ve sosyal gelişmenin yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve filolojik niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih bilinci yaratmamış göçebe, yerli dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir yapı olan kavim de değildir…”
Anayasa’nın 2. maddesinin gerekçesinde, “Atatürk milliyetçiliği” olarak ifade edilen milliyetçilik kavramı, bütün bireylerin kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, diğer bir deyişle, ulusal dayanışma ve adalet anlayışı içinde yaşamaları olarak tanımlanmıştır. Başlangıç’ın dokuzuncu paragrafında Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğunun belirtilmesi de Atatürk milliyetçiliğinin tanımından başka bir şey değildir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerinden olan ve onun ulusal devlet olmasının bir sonucu olan Atatürk milliyetçiliği çağdaş milliyetçilik anlayışıdır. Yani, hangi kökenden gelirse gelsin, bireyleri bir araya getiren, bir arada yaşatan şey, onlardaki aynı bir ulusa mensup olma duygu ve düşüncesi, bu yolda gösterilen kararlılık ve irade birliğidir. Subjektif nitelikteki bu milliyetçilik düşüncesinde esas olan, kökeni ne olursa olsun, bireyin, kendisi gibi olanlarla birlikte, kaderde, kıvançta ve tasada ortak ve bölünmez bir bütün oluşturdukları duygu, düşünce ve inancıdır. Bu bakımdan, sınırları belli bölünmez vatan esasını temel alır. Gerçekçi ve çağdaş milliyetçilik anlayışını temsil eder. Irk düşüncesi, kan bağı, diğer biyolojik ölçütler ve soyca başka görünen toplulukların bütünden ayrı sayılmaları düşüncesi bi millliyetçilik anlayışında yer almaz. Kültür milliyetçiliğidir. Bu nedenle, kökenlerine, soylarına, bakılmaksızın, bireyleri ortak bir kültüre mensup oldukları bilinci ve mavevî mutabakatı etrafında toplar, onları “tek ulus” yapısı içinde kaynaştırıp, bütünleştirir. Yüksek Mahkemeniz de bir tarihsel olgu olarak bu milliyetçilik anlayışını kararlılık gösteren bir biçimde böyle yorumlamaktadır. Nitekim, 20.7.1971 gün, Esas 1971/3 (Parti Kapatılması), Karar 1971/3 sayılı kararda, “….. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk milliyetçiliği ideolojisi egemendir ve Anayasamız (Başlangıç) kuralları arasında bunu bildirdiği gibi, bütün Anayasa yapısının oturduğu temel dahi budur. Bu, Türk kültürüne dayanan bir milliyetçiliktir ve bunda ırk düşüncesi ve kökence başka görünen toplulukların ayrı tutulması düşüncesi yer almış değildir…”; 8.5.1980 gün, Esas 1979/1 (Parti Kapatılması), Karar 1980 sayılı kararda, “…geçmişte “panislâmist” ve “panturanist” görüşlerin neden olduğu acı deneyimleri yaşamış olan Türk Ulusu’nun din, dil, ırk ve mezhep gibi esaslara dayalı ayrılık çabalarına ödün vermeyen, birleştirici ve toplayıcı bir “milliyetçilik” anlayışına Anayasa’nın Başlangıç hükümleri arasında yer verilmesi, imparatorluktan ulusal devlete dönüşmüş olan bir toplumun bilinçli bir davranışıdır….”; 27.11.1980 gün, Esas 1979/31, Karar 1980/59 sayılı kararda, “…Anayasada, ırkçılık, turancılık ya da din veya mezhep doğrultusunda bütünleşmeyi amaçlayan inanışları reddeden Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışı benimsenmiştir…”; 18.2.1985 gün, Esas 1984/9, Karar 1985/4 sayılı kararda, “…Atatürk milliyetçiliği, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan, dil, ırk, din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü ayırımı ret eden, birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışı temsil eder…” biçimindeki görüşlere yer verilmiştir.
Özellikle son iki yıl içinde benzer davalar dolayısıyle vermiş olduğu kararlarda Yüksek Mahkemenizin, giderek kazandığı öneme paralel olarak sözü edilen ilkenin anlamını daha da artan bir duyarlılıkla yorumlayıp zenginleştirdiği gözlenmektedir. Nitekim, 16.7.1991 gün, Esas 1990/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1991/1 sayılı kararında şöyle denilmiştir. “Bugün, Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan insanların bir kesimi değişik kaynaklardan gelse bile kültürleriyle tek bir yapı oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyetinde dil ve kültürün bugünkü düzeye gelmesinde, ülkenin her karış toprağında, her kökenden ve soydan gelen vatandaşlarımızın payı vardır… Ülkenin her yeri her yurttaşındır.
“Kurtuluş Savaşı’ndan önce Anadolu’nun yer yer işgal edildiği bütün güç ve olanaklarına el konulduğu bilinmektedir. Bu çok kötü koşullar içinde Anadolu’nun bir kısım topraklarının parçalanması için yoğun çabaların sürdürüldüğü sıralarda, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Atatürk’ün 18.6.1919 günü, 1.Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya çektiği telgrafta; “Bütün Anadolu halkının millî bağımsızlığı kurtarmak için baştan aşağı tek bir vücut gibi birleşmiş” olduğu belirtilmektedir.
“Atalarımız tarihin geçmiş günlerinde olduğu gibi, o karanlık günlerde de bölücü propaganda ve desteklere kapılmadan, kendi özgür istençleriyle ve ortak istekleriyle çağların yarattığı ortak kültürde birleşmeyi ve Türk Ulusu’nu oluşturmayı sağlamıştır. Bu olgu, bugün de ulusça bağlı olduğumuz bir tür ulusal ant ve toplumsal uzlaşmadır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla yönetim görevlerinde, yerleşimde, çalışma hayatında, temel hak ve özgürlüklerde eşitliği kabul eden bu tarihsel dayanışma, kaynaşma ve oluşum, Kurtuluş Savaşı’nda zafere ulaşmayı, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmayı başarmıştır.
“Türk Devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal veya hukuksal aykırılık söz konusu değildir.. Türk Milleti içinde yer alan her kökenden vatandaş, hiç bir ayırım gözetilmeksizin, istem ve başarılarına göre her görev ve işte çalışmış, Türkiye’nin her yerinde, köyünde, şehirinde yaşama, yerleşme, okuma, evlenme, gelişme ve yükselme ile Türk dil ve kültüründen faydalanma ve katkıda bulunma olanağına kavuşmuştur….
“Türkiye’de; Türk Ulusu’nun dengeli, tutarlı tutumu, hoşgörüsü, insan sevgisi ve değerbilirliği millî bütünlüğü adaletli biçimde sağlamıştır. Millî bütünlüğümüzün temeli, ortak kültüre, lâiklik ilkesi ile akla, mantıklı düşünceye, sağduyuya, adalete dayanan “Atatürk milliyetçiliği”dir.
“Anayasamız, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile sağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, bu çağdaş milliyetçilik anlayışının belirgin niteliklerinden birini oluşturmaktadır.
“Anayasa Mahkemesi’nin yine siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3, Karar 1971/3 sayılı kararında bu konuda şöyle denilmiştir:
“1921 Anayasası’ndan 1961 Anayasası’na değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir ilke olan (Türk Devleti’nin ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği) ilkesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde saptanan biçimi ile Misakı Millî kurallarında dayanağını bulmaktadır. Misakı Milli’nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten ve hukuka aykırılık kabul etmez bir bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu bütünlük içinde Kürt halkından hiçbir zaman söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Antlaşması görüşme ve kararlarında da, Misakı Millî’nin çizdiği sınırlar içinde azınlıklar sayılırken Kürt ayırımına yer verilmemiştir.
“Bu durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğin de anlatımı olmaktadır. Bu gerçeğin de en aydınlık anlamıyla doğrudan doğruya Atatürk’ün ulus anlayışında bulmaktayız. Atatürk’ün kendi el yazısı ile düzenlediği notlarında: “Bugünkü Türk Milleti, siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, çerkezlik fikri ve hatta lâzlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk Camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka ve hukuka sahip bulunuyorlar” demiş ve “Ulus”u “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”…” biçiminde tanımlamış)
“10.7.1992 gün, Esas 1991/2 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1992/1 sayılı kararda; “…Uluslar, varlıklarını tarihsel gelişmeler ve gerçeklerle kazanırlar. Ortak kültüren, sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu, gelişip güçlenmesi tarihe dayanır. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı içinde bütünleşerek Kurtuluş Savaşı’nı yapmış halkın vatanı Türk Vatanı, Milleti Türk Milleti, Devleti de Türk Devleti’dir. Dünya çağlar boyu Anadolu için “Türkiye” ve burada yaşayanlar için “Türkler” adını kullanmıştır. Bu durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupları görmeme anlamına gelmez.
“Türk Ulusu’nu oluşturan, binlerce yıl birarada yaşamış, kaynaşmış, ortak kültüre, ahlâka ve dine sahip insanların tarihleri birdir. Vatanı üzerinde yaşamış bütün geçmiş kuşaklar, ülkenin ve ulusun tümlüğünü ve onurunu sürdüreceği kuşkusuz olan, gelecek kuşaklarla birlikte düşünülmelidir. Her ulusun olduğu gibi tarihsel gerçeklere dayanan Türk Ulusu’nun ortak kimliği ve kültürü de savunmasız bırakılamaz. Herşeyden önce Türk Devleti’nin bağımsızlığına, kimliğine ve özbenliğine, ulusal bütünlüğüne düşman olan tüm karşıtlıklarla uğraşmak uluslararası hukuksal belgelerin benimsendiği temel bir görev ve haktır..
“Yüzyıllardan beri süregelen tarihsel ve manevî birliğe ek olarak, bütün yıkıcı ve bölücü faaliyetlere karşın birlikte Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılıp Cumhuriyeti kuran ve böylece kader ve gönül birliğini kanıtlamış bulunan; ülkenin her yöresindeki vatandaşlar arasında ulusal bütünlük perçinlenerek, Türk Ulusu’nun siyasal ve toplumsal birliği kurulmuştur.
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, ortak tarihsel değerlere ve kültüre sahip, aynı ulusal kimlik taşıyan ve tek vücut olan Türk Ulusu’nun bireyleridir.
“Türkiye Cumhuriyeti, milliyetçiliğe büyük önem vermiş ve bu kuram Anayasalarda temel ilke olarak yer almıştır. Atatürk Milliyetçiliği, ülke ve ulus bütünlüğünü koruyan temel ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliğine içtenlikle bağlıdır. Eşitlikçi ve birleştirici içeriğiyle çağdaş anlayışı yansıtan Atatürk Milliyetçiliği toplumsal dayanışmanın güvencesidir. Atatürk Milliyetçiliği, yaşamsal ve bilimsel gerçek olarak benimsenmiştir. Bu tarihsel ilke aynı zamanda ulusal varlığın korunmasına ve yüceltilmesine hizmet edecek yaşam anlayışı ve biçimidir. İnsalcıl, uygar ve barışçıdır. Kardeşliği, sevgiyi, dayanışmayı ve çağdaş evrensel değerleri kucaklar….” denilmiş; 14.7.1993 gün, Esas 1992/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1993/1 sayılı son kararda ise önceki iki kararda yer alan esaslar aynen tekrarlanmak suretiyle Anayasamızdaki milliyetçilik anlayışının niteliği bir kez daha vurgulanmıştır.
SPY.nın 78. maddesinin (b) bendinde yasaklanan bir husus da siyasal partilerin ırk esasına dayanmalarıdır. Buna göre, siyasal partiler belirli bir ırka mensup olanların toplandıkları, sırf onla ra mahsus bir parti olduklarını iddia edemeyeceklerdir. Tersine davranışa izin verilmesi halinde bundan öncelikle bölünmezlik ilkesinin zarar göreceği kesindir.
Anayasa’nın Başlangıç kısmı ile 2. maddesinde yer verilmek suretiyle Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı temel görüş ve ilkeler arasına katılmış olan Atatürk Milliyetçiliği ile 3. madde de belirtilen, Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ile diline dair hükümler korumasız bırakılmamış, 4. madde ile bu ilke ve esasları belirleyen 2. ve 3. maddelerin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif edilemeyeceği öngörülmüş, 14. maddede, Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin hiçbirinin devletin ve ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek… dil, ırk,…. ayırımı yaratmak… amacıyla kullanılamayacağı kuralı getirilmiş, siyasal partiler yönünden de, 68. maddeyle, tüzük ve programlarının devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğine, insan haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı, 69. madde ile de 14. maddede belirtilen sınırlamalara aykırı davranan partilerin kapatılacağı kabul edilmiştir.
Bölünmezlik ilkesinin bir diğer güvencesini oluşturan SPY.nın 81. maddesinin (a) bendinde, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde ulusal ya da dinsel kültür ya da mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek; (b) bendinde ise Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek ve yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmek ve bu yolda faaliyette bulunmak yasaklanmıştır. Maddenin gerekçesine göre, “Ülkemizde Lozan Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir ülkede resmî dilin dışında bazı dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık yaratmaz. Hele siyasî, sosyal, Ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her alanda bütün haklara sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir milletin evlatları arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir.
“Bir memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi hangi alanda olursa olsun, eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin çabukluk ve selâmetle yürütülmesi bakımından yararlı, hatta zorunludur. Bu itibarla, resmî dili genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini sağlamak devletin görevidir.”
Maddenin (a) bendinde siyasal partilere, ulusal ya da dinsel veya …. ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek yasaklanmıştır. Gerekçede de açıklandığı gibi, Lozan Barış Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar bu yasağın dışında kalmaktadırlar.
İç hukuk kuralı haline gelmiş olan ve uluslararası hukuk alanında da sonuçlar doğuran Lozan Barış Antlaşmasının Türkiye’deki azınlıklar konusundaki hükümlerine esas teşkil eden hazırlık çalışmalarına Yüksek Mahkemeniz özellikle son bazı kararlarında ayrıntılı olarak yer vermektedir. Bunlara göre, “…Müslüman topluluklar arasındaki değişik gruplara azınlık statüsü tanınmadığı, kuşku ve duraksamaya yer bırakmayacak bir açıklıkta Lozan Barış Konferansı tutanaklarında bir çok kez vurgulanmıştır.
“Alt komisyon önce, etnik azınlıkların, başka bir deyimle, müslüman olmayan azınlıkların da, örneğin Kürtlerin, Çerkeslerin ve Arapların tasarıdaki koruma tedbirlerinden yararlanmalarında direnmiştir. Türk temsilci heyeti, bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında bulunmaktan tamamiyle memnun olduklarını söylemiştir. Alt komisyon bu inandırıcı sözler üzerinde koruma tedbirlerini yalnız müslüman olmayan azınlıklarla sınırlamayı kabul etmiştir.
“Barış görüşmelerinde söz alan İsmet İnönü: “Türkiye’de hiçbir müslüman azınlık yoktur; çünkü, kuramsal yönden olduğu kadar uygulamada da müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir.” demiştir. Aynı konferansın 20 Kasım 1922 günlü oturumunda Rıza Nur Bey tarafından okunan bildiride şu görüşler yer almıştır: “Müttefiklerin tasarısı Müslüman azınlıklardan söz etmekte idi; oysa, Türkiye’de bu gibi azınlıklar söz konusu olamaz; çünkü, tarihsel gelenekler, moral düşünceler, görenekler, yapılagelişler, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar arasında en tam bir birlik yaratmaktadır.”
“Türk Delegasyonunun bu görüşleri Konferansça benimsenmiş ve “Müttefik Temsilci Heyetlerince Sunulan Azınlıkların Korunmasına İlişkin” 15 Aralık 1922 günlü tasarısının 4., 6., 7. ve 8. maddelerinde geçen “din ya da dil”, “soy, din ya da dil azınlıkları” sözcükleri yerini “gayrımüslim ekalliyetler” sözcüklerine bırakmıştır. Böylece, Türkiye’de değişik bir dil kullanmanın ya da soy unsurunun bir grubun azınlık sayılmasında ölçü olarak kabul edilemiyeceği Lozan Barış Antlaşması’yla kabul edilmiştir. Aynı Konferansta, Kürt azınlığın yaratılması yönünde, özellikle Lord Curzon tarafından gösterilen çabalar, Türk Delegasyonunun “Kürtler, kaderlerinin Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşündedirler; azınlık haklarından yararlanmak istememektedirler.” gerçeğini bildirmeleri karşısında kabul görmemiştir…” (Anayasa Mahkemesi’nin siyasal parti kapatılmasına ilişkin 16.7.1991, 10.7.1992, 14.7.1993 günlü kararları)
Bu suretle, ülkemizde sadece “Müslüman olmayanlar” azınlık kapsamına dahil edilmişlerdir. Müslüman olmayanlara da Müslümanlara sağlanan medenî veya siyasî haklardan yararlanma olanağı verilerek yasalar önünde din ayırımı yapılmaksızın herkesin eşit olduğunu belirtmek amacıyla böyle bir düzenlemeye gidilmiş ve örneğin antlaşmanın 38. maddesinin ikinci fıkrasında, “Gayrümüslim ekalliyetlerin bütün Türk tebaasına tatbik edilen …serbesti-i seyrüsefer ve hicretten tamamiyle istifade etmeleri”, 40. maddede, “Gayrimüslim ekalliyetlere mensup Türk tebaasının … masrafları kendilerine ait olmak üzere her türlü müessesatı hayriye, diniye veya içtimaiyeyi, her türlü mektep ve sair müessesatı talim ve terbiyeyi tesis, idare ve murakabe etmek ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe istimal ve âyini dinilerine serbestçe icra etmek hususlarında müsavi bir hakka malik bulunacakları” kabul edilmiştir. (Anayasa Mahkemesi’nin siyasî parti kapatılmasına ilişkin 16.7.1991 günlü kararı)
Bundan ayrı olarak, bir de, 18.10.1925 tarihli Türk-Bulgar Dostluk Antlaşmasında, Türkiye’de yaşayan Bulgarların azınlık sayılmaları kabul edilmiş ise de, yeni Türk Devletinin lâik mevzuatı kabul etmesinden sonra bu kimseler azınlık statüsünden kendiliklerinden vazgeçmişlerdir.
Sonuç olarak, Türkiye’deki hukuk düzeninde bu iki antlaşma ile kabul edilenlerin dışında herhangi bir azınlığın bulunduğu söylenemez. Özellikle, belirli bir büyüklüğe ulaşmış devletlerde ırk, dil, din, mezhep yönünden çeşitli boyutlara varan farklılıklara sahip toplulukların, yani ulus olgusuna oranla ikincil nitelikte kesimlerin bulunması doğal olduğu kadar, gözlenen bir gerçektir de. Yüksek Mahkemenizin 8.5.1980 gün, Esas: 1979/1 (Parti Kapatılması) Karar: 1980/1 sayılı kararında belirtildiği üzere, bu gibi toplu lukların dilinin ya da dininin toplumun öteki kesimlerinden ayrı olduğundan nesnel biçimde söz etmek tek başına bir “azınlığın bulunduğunu ileri sürmek” anlamına gelmez. SPY.nın 81. maddesine benzer hükmü içeren eski 648 sayılı Yasa’nın 89. maddesinin birinci fıkrasını yorumlayan Yüksek Mahkemeniz, aynı kararında, “azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğünün” kabul edilebilmesi için, “söz konusu topluluğun toplumun öbür kesimlerinden ayrılan varlığını ve niteliklerini koruması ve sürdürmesi için kendisine özel bir hukuksal güvence tanınması gerektiğinin, yani bu kimselerin “azınlık hukuku”ndan yararlanmaya hak kazanmış olduklarının da açık ya da üstü örtülü biçimde ileri sürülmüş olması gerektiğini” belirtmiş bulunmaktadır. Bu gibi toplulukların her birine azınlık hakkı tanınması ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine aykırı düşer. Hele böylesi topluluklar ortak geçmişten gelen tarihsel, kültürel ve manevî bütünlük anlayışı içinde kendi kaderlerini o ulusun kaderleriyle özdeşleştirme istek ve iradesini göstermişlerse, böyle bir hakkın tanınmasına gerek kalmaz.
Bizim toplumumuzda da “farklı kesimlerin varlığı” olgusunu görmek mümkündür. Gerçekten, X. yüzyılda Türklerin Anadolu yarımadasına gelmelerinden sonra, Türkler ve o dönemde Anadolu toprağında yaşamakta olan her soydan topluluk birbirini izleyen çeşitli siyasal oluşumlar içinde birlikte yaşamışlar, bu oluşumlar arasından yükselen Osmanlı İmparatorluğunun çatısı altında da bu yaşayış devam etmiş, zaman içinde bu birlikteliğe Kafkasya, Balkan ve Arap Yarımadası ahalisi de dahil olmuştur. Daha sonra, çeşitli tarihsel ve askersel olaylar sonucunda, Osmanlı Devleti sınırlarını Doğu Trakya ve Anadolu’ya kadar küçültmek zorunda kalmış ve tarih sahnesindeki yerini Türkiye Cumhuriyetine terketmiştir. Böylece, bin yıllık bir süreç içerisinde Türkler ve diğer etnik topluluklar aynı siyasal oluşumlar içinde iyi ve kötü günleri birlikte yaşamışlar, acılara birlikte göğüs germişler, sevinçli günleri birlikte kutlamışlar, gerek birbirleriyle , gerekse başka topluluklarla, çeşitli tarihsel siyasal nedenlerle ya da göç hareketleri sonucunda karışıp kaynaşmışlar, aynı toplumsal kaderi paylaşmışlardır. Bu kader birliği, her tür etnik topluluğu aynı toplumsal pota içinde kaynaştırıp, bütünleştirmiştir. Ortak bir geçmişe, tarihe, dine, ahlâka, hukuka, değer yargılarına, başka deyişle aynı bir ortak kültüre sahip insanlar, soyu ne olursa olsun, tek bir ulusa mensup olma bilinç ve istenciyle, bir tür toplumsal ant ve toplumsal uzlaşma sonucu ulusal sınırlar içinde “Türk Ulusu”nu oluşturmuşlar ve ortak kararlılık, istenç ve heyecanla Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır. Bu birliktelik duygu ve düşüncesi o kadar güçlüdür ki örneğin, Kürt kökenliler diğer yurttaşlarla omuz omuza Kurtuluş Savaşı’na fiilen katılarak can, kan ve gözyaşı pahasına yurdumuzun işgalci düşmanlardan temizlenmesinde ve onu takiben Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında üstün hizmetler görmüşlerdir. Bugün dahi Türk Ulusuyla birlik ve bütünlük içinde olma duygusunun eksilmeden devam ettiği görülmektedir. Nitekim, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ayrılıkçı terörden kaçan yurttaşlar, soydaşlarının bulunduğu Irak’a veya İran’a sığınmamakta, tersine, hepsi de İstanbul, Ankara, İzmir, Adana v.s. gibi şehirlere göç ederek geleceklerini yurdun başka yörelerindeki yurttaşlarla birlikte güvence altına almak istemektedirler. Bu itibarla, Türk Ulusu yanyana yaşamlarını sürdüren çeşitli halklardan değil, kendi özgür iradesiyle, ortak geçmişin yarattığı ortak kültürde geleceği de kapsayacak biçimde birleşmeye, kaynaşıp, bütünleşmeye karar vermiş olan tek halktan, Türk halkından meydana gelmiştir.
Anayasa’nın 66. maddesinin birinci fıkrasında, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu belirtilerek, Türk Ulusundan sayılmak için kabul edilen tek koşulun “vatandaşlık bağı” olduğu, bunun dışında kalan dil, din, ırk v.s. gibi farklılıkların nazara alınmadığı, Türk Ulusu’nun, bir hukuksal bağ anlamında vatandaş sayılanların oluşturduğu bütünlüğü ifade ettiği benimsenmiştir. “Türk olmak” Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşı olmak demektir. Bu ulus bütünlüğü içinde, şu ya da bu nedenle, Yasa’nın deyişiyle, ulusal veya dinsel kültür, mezhep yahut ırk ya da dil ayrımına dayanan azınlıklar yoktur. Yüksek Mahkemenizin siyasî parti kapatılmasıyla ilgili 10.7.1992 ve 14.7.1993 günlü kararlarında belirtildiği gibi, “…Türk Ulusu’nu oluşturan etnik gruplar arasında çoğunluk ya da azınlık biçiminde bir ayırıma yer verilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi “Türk” sayan birleştirici ve bütünleştirici milliyetçilik anlayışı kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin, hangi etnik gruptan olursa olsun, “Türk” sayılması, onun etnik kimliğini inkâr anlamında değil, dünyaca, devletine “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”, ulusuna “Türk Ulusu” ve vatanına “Türk Vatanı” denen ve toplum yapısında çeşitli etnik gruplar bulunulan ülkede bütün vatandaşlar arasında eşitliğin sağlanması ve hepsi çoğunluk içinde bulunan etnik grupların azınlığa düşmesini önleme amacına yöneliktir.
“Diğer kökenli yurttaşlar gibi, Kürt kökenli yurttaşların da kimliklerin belirtmeleri yasaklanmamış, ancak, azınlık ve ayrı ulus olmadıkları, Türk Ulusu dışında düşünülemeyecekleri, devlet bütünlüğü için yer alacakları ortaya konulmuştur…”
Bir devletin nüfus ögesini oluşturan bireylerin hepsinin ayrımsız aynı soydan ve dilden olmaları olanaksızdır. Genellikle her ülkenin nüfusu değişik oranlarda da olsa, başka soya ya da soylara mensup toplulukları içerir. Ancak, bu gibi topluluklara soy ve dil farklılığına dayanılarak azınlık hakları tanımak ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine uymaz. Türk Ulusu’nu oluşturan, ulus bütünlüğü içinde yeralan etnik ögeler, Anayasa’nın 66. maddesinin birinci fıkrasında anlamını bulan ve Türk Devletine sadece vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi Türk sayan milliyet anlayışı karşısında toplumda azınlık ya da çoğunluk oluşturumazlar. Türk Ulusu’nun manevi bütünlüğü içinde karışıp kaynaşmış olan her birey hukuksal ve toplumsal bağlamda mutlak eşit durumdadır. Hiç bir etnik kökenin diğerine üstünlüğü yoktur. Her yurttaş, başka yurttaşlara tanınmış olan her türlü siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, medeni v.s. haklardan sınırsız biçimde yararlanabilmektedir. Türk Vatandaşlığı kavramı herkesi eşit ve ayrıcalıksız kılmaktadır. “Eşit Vatandaş”lık, Fransız Büyük Devrimi (1789)’nden bu yana, hepsi çoğunluğu oluşturan her bireyin, soy, dil, din ve mezhep gibi ayırıcı özellikleri dikkate alınmaksızın, en üst düzeyde ve en değerli varlık olarak kabul edilmesi demektir. Herkesin böylesine eşit ve ayrıcalıksız olduğu bir hukuksal statüde azınlıktan ya da çoğunluktan söz etmek olanaksızdır.
- Maddenin (b) bendinde ise, siyasal partilerin Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmeleri ve bu yolda faaliyet göstermeleri yasaklanmıştır. Bu hükümle anlatılan, Türk dili ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını siyasal partilerin güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyet gösteremeyecekleridir. Burada belirtilmesi gereken, 81. madde ile ulusu oluşturan bireyler arasındaki etnik ayırımların, sahip bulunulan farklı dil ve kültürlerin yasaklanmadığıdır. Ancak yüzyıllardır birlikte hayat sürmüş, ortak bir geçmişe, tarihe, dine, geleneklere ve değer yargılarına sahip bireylerin oluşturduğu ulus bütünlüğü içinde bu ögelerden meydana gelen ortak kültürden ayrı, bireyler arasında bu bakımdan ayrımlaşma nedeni olabilecek yoğunlukta bir kültür farklılığından söz edilemez. Özel yaşantılarında çeşitli etnik kökenlerden gelen yurttaşların kimliklerini belirtmeleri, dillerini konuşmaları, gelenek ve göreneklerini uygulamaları karşısında herhangi bir yasal ya da toplumsal engel yoktur. Yasaklanan, azınlık ve ayrı bir ulus oluşturduklarının ifade edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmeleridir.
Söz konusu kuralın küçük değişikliklerle benzeri olan eski 648 sayılı SPY.nın 89. maddesinin (b) bendini yorumlayan Yüksek Mahkemeniz 8.5.1980 gün, E.1979/1 (Parti Kapatma), K. 1980/1 sayılı kararında şu hükme varmıştır: “…Bu hükümde de..”azınlıklar yaratma” deyiminin açıklığa kavuşturulması gerekmekte olup, sözkonusu deyimin de maddenin tümü içinde değerlendirilmesi ve birinci fıkrasındaki “azınlıklar bulunduğunun ileri sürülmesi” deyimiyle sıkı ilişki gözönünde tutularak, aynı doğrultuda yorumlanması zorunludur. Böyle bir yorumla varılacak sonuç ise “azınlık yaratma” deyiminin ancak bir “vatandaş topluluğunda azınlık hukukundan yararlanmaları gerektiği düşüncesini yaratma” anlamına gelebileceğidir…
“Yukarıda da değinildiği gibi, azınlıklar dil, din ve ırk gibi nitelikleri nedeniyle toplumun çoğunluğundan ayrı varlıkları ve bu varlıklarını sürdürmeye hakları bulunduğu hukukça tanınan vatandaş toplulukları olduklarından, ülkemizde azınlık hukukundan yararlanmaya hak kazanmış gruplar bulunduğunu ileri sürmek, ya da Türk dilinden ve kültüründen gayrı dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla kimi vatandaş gruplarında azınlık hukukundan yararlanmaları gerektiği düşüncesini yaratmaya çalışmak, kuşkusuz, yukarıda açıkça ortaya konulan Anayasal durum karşısında Anayasa’nın Başlangıcı ile 2. ve 3. maddelerinde yeralan “ülke ve ulus bütünlüğü” temel hükmüne ve bu temel hükmü içeren 57/1 maddesine aykırı düşer…”
Yine Yüksek Mahkemenizin 20.7.1971 gün, E. 1970/1 (Parti Kapatılması), K. 1971/1 sayılı kararında belirtildiği gibi, “… bir siyasî partinin Türkiye ülkesi üzerinde Türkçeden başka dil konuşan azınlık bulunduğunu ileri sürerek ve o azınlığı erek edinerek onun için birtakım haklar ve yetkiler tanınmasını istemesi ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması demekdir. Yine Türk yurttaşları arasında Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri koruma çabalarına girişmek Türkiye ülkesi üzerinde ulus bütünlüğünün bozulması sonucunu doğurmağa elverişli bir tutumdur…”
Şu halde, dillerini, kültürlerini ve sanatlarını kullanabilmeleri ve geliştirebilmelerini, ana dillerinde eğitim hakkı sağlanmasını istemek suretiyle bir kısım yurttaşları ırk, dil ve kültür bakımlarından şu veya bu ad altında ulus bütünlüğünden ayrı sayma, onlarda bu bütünlükten ayrı bir azınlık oluşturdukları düşünce ve bilincini yaratma, ulus bütünlüğünün bozulmasıyla sonuçlanabilecek ya da en azından böyle bir tehlikenin belirmesine yol açabilecek olan, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlık yaratma demektir. Siyasal partiler yönünden böyle bir amaç ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine terstir. Daha önce de belirtildiği gibi, Türk Ulusu bütünlüğü içinde belirli uluslararası sözleşmelerle azınlık oldukları kabul edilen “Müslüman olmayan” yurttaşlar hariç, herhangi bir azınlıktan söz etmek olanaksızdır. Her Türk yurttaşı hukuk düzeninin sağladığı her türlü hak ve özgürlükten, herhangi bir etnik ayırımcılık söz konusu olmaksızın sınırsız ve mutlak biçimde yararlanmakta, ulus bütünlüğü içinde bireysel mutluluk ve huzurunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Böylesine ayrıcalıksız konumdaki bir kısım yurttaşlar arasında, bir azınlığa mensup olduğu duygu ve düşüncesini yaratmak ve onların sınırlı haklar rejimine tabi kılınmasını, ulusun bizzat kendisi iken azınlık haline gelmesini istemek ulus bütünlüğünü bozmaktan başka biçimde yorumlanamaz.
- B) Değerlendirme
Davalı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın yukarıda belirtilen konuşmaları ile parti Merkez Yürütme Kurulu’nun “Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır” adlı bildirisinin Anayasa ve SPY.ndaki kimi esaslar açısından yapılan çözümlemesinde;
Türk Ulusu bütünlüğünden ayrı bir ulus oluşturduğu anlamında Türkiye’de Kürt halkının var oluşundan söz edilerek, bu kitlenin varlığının Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yetmiş yıldan beri inkâr edildiği, Kürtlerin baskı ve soykırım uygulamasına maruz kılındığı, milyonlarca insanın topraklarından koparıldığı, toplu göç ve sürgünler yapıldığı, bu inkâr ve yok etme politikalarının “Kürt sorunu” adını verdikleri bir siyasal sorun oluşturduğu, Cumhuriyetin, bu sorunu demokratik yollardan çözemediği; Demokrasi Partisi’nin, Cumhuriyetin sorunu çözememesinin meydana getirdiği zorunluluklardan doğduğu, partinin Kürtlerin değişim isteklerinin sözcüsü olabilecek örgütlenmenin sağlanması için mücadele edeceği ve belgelerinin “Kürt devleti için birleşmek” olduğu belirtilerek;
Kürt halkının isteklerinin başında bu sorun da dahil olmak üzere, her sorunun yasaksız olarak tartışılabileceği bir demokrasi isteğinin geldiği söylenip, ekonomik geri kalmışlık ya da terörle ilgisinin bulunmadığı, “siyasal” olduğu ifade edilen sorunun köklü çözümünün, sanki Türkiye’deki Kürt kökenlilere sistematik şiddet uygulanıyormuş ve Kürt kökenliler Türk ulusunu oluşturan diğer soylardan gelen yurttaşlarla tam bir eşitlik içinde değillermiş gibi, barışçıl ve demokratik ortamda ve eşitlik temelinde “siyasal” yol ve yöntemlerin uygulanması suretiyle sağlanacağı, siyasal çözüm yollarının bulunması gerektiği, “siyasal çözüm”ün Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla kabul edildiği, düşünce, örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz uygulandığı demokratik bir ortamda bulunabileceği savunulmaktadır.
Edinilen beyanlar ve yayınlanan bildiride dikkati çeken bir diğer husus, ülkemizde yaşanmakta olan “ayrılıkçı terör” olgusuna karşı sergilenen yaklaşım biçimidir. Bu bağlamda, devletin devlet olma gereğinin bir ifadesi olarak yurttaşların can ve mal güvenliğini, kamu düzenini ve esenliğini sağlamak amacıyla, terörü yok etmek için hukuk devleti kuralları içinde meşru güçleriyle terör örgütü PKK.ya karşı giriştiği mücadele bir savaşa benzetilerek, ülkede bir savaş yaşandığı, bu savaşta uluslararası hukuk kurallarının uygulanmadığı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun il ve ilçelerinden olan Şırnak, Sarıkamış ve Digor’un yer aldığı yurt parçası “Kuzey Kürdistan” olarak adlandırılarak savaşın Kürdistan’da cereyan ettiği, bu silâhlı mücadelenin Kürt sorununu, Kürt ve Türk halklarının ve dünya kamuoyunun önüne getirdiği, bu savaşta “düşman” olarak nitelendirilen silâhlı kuvvetlerimizin Kobra helikopterlerine karşılık, bölücü terörü yöneten yasadışı örgüt mensuplarıyla kendilerinin bir ve aynı saflarda yer alan kimseler olduklarını belirtecek şekilde, çoğul birinci şahıs zamirinin tamlayanı olan “bizim” sözcüğü kullanılarak (bizim gönlümüzde) gönüllerinde kardeşlik ve birlik duygularının bulunduğu, bölücü örgütün yapmakta olduğu terör eylemlerinin bir savaş olduğu ve Kürt kökenli yurttaşların bu savaşı destekledikleri anlamında ve bir halk savaşı olduğu izlenimini verecek biçimde, halkın kendi kurtuluşu için kızını, oğlunu, gelinini kendilerinin yanına verdiğini, savaşın barışa dönüşmesi için savaşın tarafları olan PKK. adlı silahlı çete ile devletin ateşkes ilân etmeleri ve ateşkesin tarafsız güçler tarafından kontrol edilmesi, devletin Kürtlerin her düzeyde seçilmiş meşru temsilcileriyle görüşmesi, Kürt ulusunun varlığı anlamında, Kürt kimliğinin Anayasa ve yasalarda bütün sonuçlarıyla tanınarak güvence altına alınması savları ileri sürülmektedir.
Genel çizgileriyle bir yerinme ve özeleştiri niteliğinde olan ve özgür bir Kürt devletinin oluşumu için, ülkemizdeki ulus bütünlüğünü oluşturan ögelerden olan, Kürt soyundan gelenler ile kimi komşu ülkelerdeki aynı kökenliler arasındaki birleşme konusuna değinen Erbil konuşmasında, Genel Başkan Yaşar Kaya; “Kürdistan”ın, bir parçasını da ülkemizin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin oluşturduğunu üstü kapalı olarak ifade eder biçimde, dört parçaya ayrılmış olmasını, Kürtler arasında birlik olmayışına bağlayarak, birlik olmazsa hiç kimsenin kendilerine değer vermeyeceğini, Süleymaniye (Irak)’den Dersim (Tunceli ilinin eski adı), Mahabat (İran)’a Cebel-i Errad’a kadar uzanan bölgede, her yerin, Kürtler arasında kardeşlik ve dostluk bulunmayışının sonucu olarak, şehitlerle dolu olduğunu, Kürtler arasında kardeşlik olmadığı takdirde Kürdistan’ın da olmayacağını, Kürtlerin Kürtlük için birlik olamadıklarını, Kürt tarihinin ihanetlerle dolu olduğunu söyleyerek bağımsız Kürdistan devletinin doğabilmesi için birlik ve kardeşliğin gerekliliğine dikkatleri çekmiştir.
Davalı partinin merkez yürütme kurulunun söz konusu bildirisinde, ayrıca Kürt kimliğinin bütün sonuçlarıyla Anayasa ve yasalarda güvence altına alınmasına bağlı olarak Kürt kimliğinin kabulü anlamında, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası antlaşmalara koymuş olduğu tüm çekincelerden vazgeçilmesi ve sorunun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun biçimde çözümlenmesi için adımlar atılması gerektiğinin ifade edildiği; Kürtlerin dillerini, kültürlerini ve sanatlarını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeleri ve geliştirebilmelerine olanak sağlanması, ana dilde eğitim hakkı verilmesinin savunulduğu görülmektedir.
Genel Başkan Yaşar Kaya’nın her iki konuşmasında hitap ettiği topluluklara, kendilerinden selâm getirdiğini beyan ettiği Şeyh Sait, Seyit Rıza, General İhsan Nuri, Ali Şir (Şen, Şan) gibi isimlerin Cumhuriyet öncesi ya da sonrası girişilmiş Kürt başkaldırı hareketlerinin temsilcileri olmaları, Şeyh Sait isyanının başlatıldığı Piran kasabasından, 1945-1946 ayaklanması sırasında İran’da kurulan Kürdistan Bağımsız Cumhuriyeti’nin başkenti olan Mahabad kentinden söz edilmesi, Şeyh Ubeydullah Nehrî’den başlayarak Kürdistan’ın bağımsızlığı ve kurtuluşu için hizmeti geçenlere saygı duyduklarının belirtilmesi, terör olaylarına karşı sergilenen yaklaşım biçimiyle uyumlu ve konuşmaların içerdiği öz ve kitlelere ulaştırmak istediği mesaj bakımından anlamlı bulunmuştur. Bu adlarla birlikte belirtilen ve Diyarbakır zindanlarından oldukları söylenen Kemal Pir hakkında, Ülkem Basın ve Yayıncılık San. Tic. ŞTi. adına Yaşar Kaya’nın imtiyaz sahibi bulunduğu Özgür Gündem adlı gazetenin 17.8.1993 günlü nüshasında yayımlanan “15 Ağustos atılımı karanlığa sıkılan ilk kurşundur” adlı yazı dizisinde, “Türkiye devrimini Kürdistan devriminde görüyorum” diyen PKK-MK üyesi Kemal Pir, engin öngörüsü, siyasî ve askerî alanlarda sunduğu katkı ile enternasyonalist devrimciler arasında yerini almıştır. Haki Karer vasıtasıyla ideolojik grup çalışmalarına katılan Kemal Pir, Ortadoğu alanına ilk çıkarılan PKK kadroları arasında bulunmuştur. Tutsak düştükten sonra konulduğu Diyarbakır zindanında, siyasî savunma savaşımı için girilen ölüm orucunda ölmüştür. Kemal Pir ilk gruplarla gelip eğitim görürken Filistinlilerin verdiği parayı “biz paralı asker değiliz” diyerek reddetmiş.” biçiminde, Mazlum Doğan hakkında da aynı gazetenin 18.8.1993 günlü nüshasındaki aynı yazı dizisinde, “12 Eylül’ün vahşet ormanında, Diyarbakır zindanlarında, “Direnmek yaşamaktır” şiarını yükseltmek için 1982 yılının 20 Mart’ını 21 Mart’ına bağlayan gece 35. koğuşun 9. hücresinde kendini yaktı. Yaktığı üç kiprit çöpü aynı zamanda Newroz ateşi oldu.” biçiminde birer değerlendirmenin fotoğraflarıyla birlikte yer aldığı, ayrıca bu kişilerle birlikte Hayri Durmuş’un “Özgürlük şehitleri” olarak 27 Kasım vesilesiyle anılmalarına ilişkin bir ilânın Özgür Gündem gazetesinin 21, 22, 23.11.1993 günlü nüshalarında ard arda yayınlandığı görülmektedir.
Üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu, merkez yürütme kurulunun bildirisindeki, Kürt sorununun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun olarak çözümü için adımlar atılması çağrısıdır.
3.7.1973-1.8.1975 tarihleri arasında toplantılarını sürdürmüş olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) sonucunda kabul edilen Helsinki Sonuç Belgesi’nde yer alan ilkeler: (1) Egemen eşitlik, egemenlik niteliğindeki haklara saygı, (2) Güç tehdidine başvurmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınma, (3) Sınırların çiğnenmezliği, (4) Devletlerin toprak bütünlüğü, (5) Antlaşmazlıkların barışçı çözümü, (6) İçişlerine karışmama, (7) Düşünce, Vicdan ya da inanç özgürlüğü dahil insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı, (8) Halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirleme hakkı, (9) Devletler arasında işbirliği, (10) Uluslararası hukuka göre üstlenilen yükümlülüklerin iyi niyetle yerine getirilmesidir.
AGİK’in kendi adıyla anılan süreç içerisinde, Paris’te yaptığı toplantılar sonucunda 21.11.1990 tarihinde imzalanan “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Antlaşması (Şartı)” da, demokrasi ve insan haklarına ağırlık veren ilkeleri arasında, ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunması, ulusal azınlığa mensup olanların ayırıma uğramaksızın ya da yasa önünde tam bir eşitlik kimliklerini özgürce dile getirme, koruma ve geliştirme haklarından söz etmiştir. (Sencer, M. Paris Şartı ve İnsan Hakları, 16.12.1991 günlü cumhuriyet Gazetesi) Davalı partinin merkez yürütme kurulunun yukarıdaki çağrısından, Helsinki Sonuç Belgesindeki, halkların kendi kaderini belirleme hakkı ile Paris Şartının azınlık haklarına ilişkin hükümlerine uygun çözümlerin amaçlandığı sonucuna varmak gerekir. Uluslararası bir sözleşme niteliğinde olmayan ve bu nedenle hukuken bağlayıcılığı bulunmayan Helsinki Sonuç Belgesi’nde yer alan, halkların kendi kaderini belirleme hakkından ilk kez 1918 tarihli Wilson
ilkeleri arasında söz edilmiş, uluslararası hukukta kabulü de
Birleşmiş Milletler Antlaşmasında yer almasıyla gerçekleşmiştir. Bu
hakkın anlamı ve kapsamı, özellikle 1960’lı yıllarda başlayan bir
süreç içerisinde kabul edilen Birleşmiş Milletler kararlarıyla belirlenmiş bulunmaktadır. Buna göre, kendi kaderini belirleme hakkının iki yönünün olduğu görülmektedir. Birinci yönü, devletlerin iç
örgütlenmelerine ilişkin olup, bir halkın dilediği yönetim biçimini,
herhangi bir dış baskı olmadan seçmesi hakkı bulunduğunu, yani devlet ve hükümet biçimlerinin saptanmasında halklara serbestlik tanınmasını ifade etmektedir. İkinci yönü, bir halkın bağımsız bir devlet kurmak dahil, dilediği devlete bağlı olmayı seçme hakkı olarak anlaşılmaktadır. Ancak, kendi kaderini belirleme hakkının, bu ikinci yönü bakımından kullanılması, yerleşmiş bir uluslararası ilkesi olan ve Helsinki Sonuç Belgesi’nin de doğruladığı “devletin ülkesinin bütünlüğü”ne saygı gereği olarak bazı sınırlamalara bağlanmıştır. Bu bağlamda, kendi kaderini belirleme hakkı sömürge yönetimi altındaki halklara tanınmakta, bir devletin tam parçasını oluşturan topraklar üzerinde bulunan toplulukların ayrılması yoluyla yeni bir devletin kurulması kabul edilmemektedir. Bu haktan yararlanmak isteyen bir topluluğun sömürge yönetiminde yaşayan bir halk mı, yoksa içinde yaşadığı devletin ülke bütünlüğünü bozacağı gerekçesiyle bu hakkı kendisine tanınmayan bir halk mı olduğu bakımından kabul edilen ölçüte göre, bir devletin ülkesinin tümünde geçerli olan genel statüde bulunup herhangi bir ayırıma bağlı tutulmayan ülke parçalarında yaşayan toplulukların birtakım değişik özelliklere sahip olması, kendini belirleme hakkından yararlanabilecekleri anlamına gelmemekte, (Pazarcı, H., Uluslararası Hukuk Dersleri Cilt: II, 2.baskı, Ankara, 1990, ss.8-12); başka deyişle, eğer devletlerin yönetimleri çeşitli grupları temsil edici bir nitelik taşıyorsa ve gruplara karşı etnik köken, din, dil, renk yahut başka farklılıklara dayalı bir ayrımcılık güdülmüyorsa, artık kendi kaderini belirleme hakkından söz edilmemektedir. (Soysal, M., Tutarlılık, 7.4.1992 günlü Hürriyet Gazetesi)
1993 yılının Haziran ayında AGİK süreci içinde kabul edilen Viyana Bildirgesi’nde ise., kendi kaderini belirleme hakkı terörizmden ayrılmış, sömürge halkları için kabul edilen bu hakkın sadece meşru eylemler yoluyla kabul ettirilmesine çalışılması benimsenerek, terör yöntemi sömürge halklarının kendi kaderini belirleme mücadelesinde bile geçerli sayılmamıştır.
Bu esaslar açısından bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nde kendi kaderlerini belirleme hakkından yararlanması gereken sömürge halkı niteliğinde veya başkaca bir topluluk, grup v.s. yoktur. Türkiye bu konuyu Lozan Barış Antlaşması ile kesin olarak çözümlemiştir. Türkiye’de tek bir ulus, Türk Ulusu vardır. Kürt kökenli vatandaşlar, diğer etnik kökenli vatandaşlarla “ulus” bütünlüğünü oluşturmuş ve birbiriyle kaynaşarak “Türk Ulusu”nu meydana getirmiştir. Ulusu meydana getiren bireyler arasında, temel hak ve özgürlüklerden yararlanma ve onları kullanma yönünden hukuksal ve pratik olarak hiçbir ayırım yoktur. Ayrıca bir ulus, ayrı bir halk ya da azınlık varmış gibi, üstü kapalı ibarelerle, dolaylı yoldan yapılan çözüm çağrılarının bölünmeyi amaçladığı kuşkusuzdur.
Hukuksal yönden bağlayıcılığı bulunmayan Paris Şartı her ne kadar azınlıklara birtakım haklar tanımışsa da, kimlerin azınlık sayılacağı konusunda bir tanımlama getirmemiştir. Esasen, uluslararası hukukta üzerinde oybirliği sağlanan bir azınlık tanımlaması da bulunmamaktadır. Böyle olunca, azınlık veya Şart’ta geçen ve sınırlandırılmış biçimiyle “ulusal azınlık” teriminin yorumlanması imzacı devletlerin kendi hukuk düzenlerine ve uygulamalarına bağlı kalmaktadır. (Kırca, C., Paris Şartı’na Göre Azınlıklar ve Türkiye, 24.12.1991 tarihli Cumhuriyet Gazetesi) Türkiye Devleti’nin kendi azınlık hukukunu hangi biçimde düzenlediğine ve kimleri azınlık saydığına daha önce ayrıntılarıyla değinilmişti. Bir kez daha ve kısaca belirtmek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti’nde Lozan Antlaşması ve Türkiye ile Bulgaristan Arasındaki Dostluk Antlaşması hükümlerine göre azınlık oldukları kabul edilen Rum., Ermeni, Musevi ve Bulgar’lardan başka azınlık yoktur.
Açıklanan nedenlerle, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini bozmaya yönelik girişimlere olanak veren hükümler taşımayan Helsinki Sonuç Belgesi ile Yeni Avrupa İçin Paris Antlaşması (Şartı)nın sözde çözüme esas alınması çağrısının hiç bir dayanağı yoktur.
Genel Başkan Yaşar Kaya’nın konuşmaları ve merkez yürütme kurulunun bildirisinde, davalı parti adına açıklanan görüşlerden çıkan genel sonuç ve anlam, Türklerden ayrı bir varlığa sahip olduğu bildirilen Kürtlerin Türklerden kopartılması ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın Türk ulusunun kaynaştırıcı bütünlüğünden soğutulması ve ayrılması amaç ve ereğinin ve bu yolda bir kışkırtmacılığın izlenmekte oluşudur. Oysa, Anayasa’nın ve SPY.nın devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini siyasal partilerin amaç ve çalışmaları yönünden güvence altına alan hükümleri var olmasa bile, Anayasa’nın 11. maddesi gereğince, Başlangıç kısmı ile 2. ve 3. maddelerindeki bölünmezlik temel kuralı ile bağlı ve sınırlı bulunan tüm siyasal partiler ve davalı Demokrasi Partisi’nin ülkenin ya da ulusun bir bölümünün, var olan bütünlüğü bozarak ayrılması sonucunu doğrudan ya da dolaylı olarak meydana getirme olasılığı bulunan her türlü davranıştan, sözden ve yazıdan kaçınması ve çalışmalarını bu bütünlüğü daha da güçlendirecek biçimde yürütmesi gerekir. Siyasal partiler ırk ayırımcılığını ve bunun siyasal ve hukuksal sonuçlarını amaç ve erek olarak benimseyemezler. Tersine davranışları, uluslararası hukukta da benimsenen, devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek, bağımsızlığına ve varlığına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp uygulamak yetkisi çerçevesinde, siyasal partileri de kapsayacak biçimde, ülkesi ve ulusuyla tümlüğünü korumak amacıyla alacağı önlemlerle karşılaması devletin doğal hakkı ve kamu düzenini ve insan haklarını koruma yönünden de görevidir.
Davalı partinin genel başkanının konuşmalarındaki beyanlar ile merkez yürütme kurulunun bildirisi içerikleri, açıklanan Anayasa ve SPY hükümlerinin ışığı altında, taşıdıkları düşünsel bütünlük içinde değerlendirildiğinde, yasaya aykırılık hallerinin şu biçimde belirdiği görülmektedir:
- a) Bu konuşmalar ve bildiride;
-Türkiye Cumhuriyetinde Kürtlere karşı yetmiş yıldan beri inkâr, soykırım, sürgün, darağacı, kan ve barut politikalarının uygulandığı, Kürtlerin hep zindanı, inkârı, sürgünü ve ölümü yaşadıkları,
-Cumhuriyet Türkiye’sinin Kürt sorununu demokratik yolla çözemediği bu sorunun ekonomik geri kalmışlık veya terör değil, siyasal bir sorun olduğu, çözümünün demokratik bir ortamda ve eşitlik temelinde siyasal yol ve yöntemlerin uygulanması suretiyle olabileceği, siyasal çözümün Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla kabul edildiği, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz uygulandığı demokratik bir ortamda bulanabileceği,
-Kürt halkının ayaklanmada başını dik tutan bir halk olduğu ve isteklerinin bulunduğu,
-Terör örgütü PKK. ile yapılan mücadele bir savaşa benzetilerek, ülkede savaş yaşandığı, bu savaşın ülkenin “Kürdistan” olarak adlandırılan bir bölümünde cereyan ettiği, bu silahlı mücadelenin Kürt sorununu Türk ve Kürt halkları ile dünya kamuoyunun önüne getirdiği, (Kürt) halkın(ın) bu kurtuluş savaşı için çocuklarını örgütün yanına gönderdiği, Kürtlerin ülkeleri uğrunda ölmeğe yemin ve canlarını feda ettikleri,
-Özgür bir ülke ve ulusal birlik için yürüdükleri, özgür ve serbest olmanın pahalı olduğu, belgilerinin Kürt devleti için birlik olmak ve kurtulmak olduğu, beyan edilmek ve Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin bir kısmı “Kürdistan” olarak adlandırılmak suretiyle, Anayasa’nın 69. maddesinin birinci fıkrası ile SPY.nın 78. maddesinin (a) bendine aykırı olarak, Anayasa’daki ulus bütünlüğü dışına çıkılıp, ulusun Türk ve Kürt halkları olarak bölündüğü, ayrı bir Kürt ulusunun varlığının vurgulandığı ve bu ulusun özgürlük uğruna, kendisini baskı altında tutan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadeleye giriştiği, son hedefin özgür bir ülke ve özgür Kürt devleti olduğu ifade edilmektedir.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti devletin birden fazla ulus olamaz. Soyu, dili, dini, mezhebi farklı da olsa, Türk ulusunun kaynaştırıcı bütünlüğü içinde yer alan herkes Türk yurttaşıdır. Tarihsel bir gerçeğin anlatımı olan “Türk Ulusu” olgusunun ve devletin ülkesiyle bölünmezliğinin ortadan kaldırılması sonucunu verecek, ırkçılığa dayalı siyasal ayrılıklar ve oluşumların ve Türk yurttaşlığı niteliğini değiştiren iddiaların ileri sürülmesine Anayasa ve SPY.izin vermemektedir.
- b) Cumhuriyet Türkiyesi’nin Kürt sorununu çözmeyi başaramadığı, Demokrasi Partisi’nin böyle bir zorunluluktan doğduğu, partinin Kürtlerin değişim isteklerinin sözcüsü olabilecek bir örgütlenmenin bulunmayışının yarattığı kısır döngünün aşılması için gerçek demokrasi ve değişimden yana olan güçleri seferber ederek örgütsel birliği sağlama yolunda mücadele edecek bir parti olduğu belirtilerek, SPY.nın 78. maddesinin (b) bendine aykırı biçimde, partinin Kürtlerin sorunlarını çözebilme ve onlar arasındaki örgütsel birliği kurma amacıyla oluşturulduğu ve bu yolda mücadele edeceği söylenmekte ve böylece parti ırk esasına dayandırılmaktadır.
- c) Siyasal çözümün, Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla kabul edildiği bir ortamda bulunabileceği, Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla Anayasa ve yasalarca garanti altına alınması, uluslararası antlaşmalara konulmuş çekincelerin geri alınması, sorunun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun olarak çözülmesi için adımlar atılmasının söylenmesi suretiyle SPY.nın 81. maddesinin (a) bendine aykırı biçimde, ayrı bir dile sahip farklı bir kesimin bulunduğundan objektif bir biçimde sözedilmesinin ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, ayrı bir ulusal ve kültürel kimliğe sahip olan ve varlığı ile kimliğinin korunması ve sürdürülmesi için kendilerine azınlık hukukun uygulanması gereken bir Kürt azınlığının bulunduğu ileri sürülmüştür.
- d) Kürt devriminin arkasındaki kültürel rönesans (yeniden doğuş) selâmlanarak, Kürtlerin dillerini, kültürlerini ve sanatlarını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeleri ve geliştirebilmeleri, ana dilde eğitim hakkının sağlanması gerektiği belirtilerek Türk dili ve kültüründen başka bir dili ve kültürü korumak, geliştirmek yoluyla azınlık yaratılarak ulus bütünlüğünün bozulması amacı izlenmiş ve SPY.nın 81. maddesinin (b) bendine aykırı davranılmıştır.
Halbuki, Yüksek Mahkemenizin siyasal parti kapatılmasıyla ilgili 14.7.1993 gün, Esas 1992/1, Karar 1993/1 sayılı kararında da vurgulandığı üzere, “…ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların dil ve kültürünün yasaklanması değildir. Çeşitli kökenden gelen yurttaşlarımız kendi dil ve kültürüne sahip bulunmakta, onları geliştirmektedir. Günlük yaşamda bu açıkça görülmekte, ülke ve ulus bütünlüğü içinde onurlu yerini almakta ve saygı görmektedir. Bin yıldır birlikte yaşamış, tarihi, dini, gelenek ve görenekleri aynı olan, birbirinden ayrılması ve koparılması olanaksız kültürleri güçlü biçimde ulusal kültürde yerini alan bir topluluğun bireyleri arasında ayrılığı gerektirecek düzeyde kültür ayrılığı olduğunu ileri sürmek ve ortak ulusal kültürü yadsıyıp dışlamak gerçeklerle bağdaşmaz. Kürt kökenli Türk yurttaşı ile başka kökenli Türk yurttaşı arasında temel hak ve özgürlüklerden yararlanma açısından hiçbir fark yoktur. Türk vatandaşlığı, ayrımları önleyen ve herkesi insan hak ve özgürlükler(in) de birleştiren bir kurumdur. “Kürtlerin kültürel ve ulusal hakları” sözleri azınlık yaratmaya ve buna bağlı olarak somut ayrılıkları gündeme getirmeye yöneliktir. Kürt kökenli yurttaşların dillerini, gelenek ve göreneklerini özel yaşamlarında sürdürmelerine hiçbir engel yoktur. Davalı partinin amacını devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü yıkarak devlet yapısını değiştirmek ve ırk esasına dayanan oluşumları gerçekleştirmek olduğu anlaşılmaktadır. Buna Anayasa olur vermemektedir. Türkçe’nin çeşitli etnik soydan gelen vatandaşlar arasında resmî dil olması yanında ortak iletişim aracı, kültür ve eğitim dili olduğu, bu olgunun tarihi ve sosyolojik gerçeklere dayandığı göz ardı edilmemelidir.
“….yasaklanan, farklılıkların açıklanması değil, bunların Türk ve Cumhuriyeti ülkesi üzerinde olmayan azınlıklara özendirerek, zorla azınlık yaratmaya çalışarak ulus bütünlüğünün bozulması ve buna dayalı yeni bir devlet düzeni kurma amacını gütmektir. Bunun hiçbir ulusal ve bireysel yararı yoktur. İstekler, insan haklarına dayalı vatandaşlık hakları ile ilgili değildir. İstenilen kültürel haklar da, etnik bir grup haklarının üstünde ulusal varlığının temeli olarak ileri sürülmekte ve ulusal özgürlük ortaya konmaktadır. Oysa, haklar ve özgürlükler yönünden yurttaşlar arasında ayrım ve bir yurttaşa eksik ya da fazla verilen bir hak yoktur…”
- Sonuç ve İstem
Yukarıda yasal dayanakları ve gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı Demokrasi Partisi’nin genel başkanının Bonn ve Erbil’de yapmış olduğu konuşmalarda ve parti merkez yürütme kurulunun yayınlamış olduğu “Demokrasi Partisi’nin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildirisinde, Anayasa’nın Başlangıç kısmı ile 2., 3., 14., 69. maddelerinde ve SPY.nın 78. maddesinin (a) ve (b), 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı nitelikte beyan ve açıklamaların mevcut olduğu anlaşıldığından,
Demokrasi Partisi’nin SPY.nın 101. maddesinin (b) bendi gereğince kapatılmasına karar verilmesini arz ve talep ederim.”
- DAVALI PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Demokrasi Partisi’nin 28.1.1994 gün 994/1445 sayılı ön savunmasında aynen şöyle denilmektedir :
“1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca düzenlenen, Demokrasi Partisinin kapatılması istemli, 02.12.1993 günlü, SP.52.Hz. ve 1993/55 sayılı iddianamenin Cumhuriyet Başsavcılığı’na iadesi gerekir.
Demokrasi Partisi, gerekli belge ve bildirilerini 7.5.1993 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na vererek, SPY’nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Parti tüzüğü ile programının, yasalara aykırılığı ileri sürülmemiştir.
Siyasi Partilerin kapatılması davaları öz itibariyle bir ceza davasıdır. Kapatma tüzel kişiliğin sona erdirilmesi müeyyidesini taşıdığı için, en ağır ceza olan idam ile eşdeğerdir. Bu nedenle hazırlık tahkikatı önem taşımaktadır. İddianamede delil olarak, Genel Başkan Yaşar KAYA’nın 29.05.1993 tarihli Federal Almanya’nın Bonn, 15.08.1993 tarihli Irak’ın Erbil şehrinde yaptığı iki konuşma ile Merkez Yürütme Kurulunun “Barış Kampanyası” gösterilmektedir.
SYP’nın 106 ncı maddesi uyarınca Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı’nca, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na intikal ettirilen belgeler ve soruşturma evrakları sonucu, Ankara DGM’de 93/114 ile 115 E. davalar açılmış olup, derdesttir. Bu dosyalara ait deliller aynı zamanda kapatılma iddiasının temelini teşkil eden delillerdir.
Ceza usulümüzde her ne kadar vicdanî delil sistemi benimsenmişse de, delillerin, yasalara, usule, hukuka, ahlaka uygunluğu ve meşru olarak temini zorunludur. CMUK’nuna göre Savcılar delil toplarken, aynı zamanda lehe ve aleyhe olan tüm delilleri toplamak ile yükümlüdürler. Ankara DGM Savcılığı’nın başlattığı soruşturmada, bu hususlara riayet edilmediği için Başsavcı Nusret DEMİRAL hakkında Adalet Bakanlığı’na yaptığımız başvuru sonucu Bakanlık soruşturma izni vermiş olup, Adalet Bakanlığı Başmüfettişliğince başlatılan soruşturma sürmektedir.
Erbil konuşmasının kasetinin, hangi yolla temin edildiği meçhuldur. Genel Kurmay kaynaklarınca temin edilmiş ise, istihbarat veya başkaca hangi yoldan örneğin, diplomatik kanalla veya başkaca bir yazışma sonucu temin edilip edilmediğinin saptanması ve konuşmanın tamamının sağlıklı bir biçimde temini gerekmektedir. Ayrıca Irak Kürdistan Demokrat Partisinin DEP ile ilgili davetiye ve yazışmalarının temini, konuşmanın hangi gün ve saatte yapıldığının tümünün tespiti zorunludur. Aynı husus Bonn konuşması için geçerli olup, Alman makamlarıyla temas kurulup, toplantının kimin adına yapıldığı, DEP Genel Başkanı Yaşar KAYA’nın hangi sıfatla katılıp konuştuğu hususunun SPY’nın 101/b maddesi uyarınca saptanması zorunludur. Yine parti MYK sının barış bildirisi kapatma gerekçesi olarak gösterildiği için, “Barış Kampanyasının” parti kurultay kararı olup olmadığının, kararı ise ne tür bir karar olduğunun ayrıca bu konuda parti Meclisinin aldığı bir kararın olup olmadığının saptanması zorunluluğu vardır. Bu hususların araştırılması, ondan sonra iddianame tanzimi gerekirken, SPY’nın 9. maddesine aykırı olarak dava açılmıştır.
Delillerin eksik, hatalı, bütünlüğü bozucu olması, gerekli titizliğin gösterilmemiş olması, hukuka ve ahlaka aykırı olarak, toplanması karşısında iddianamenin iadesi gerekmektedir.
2- Kapatma davaları öz itibariyle bir ceza davasıdır. Bu durumda iddiaya dayanak edilen delillerin, tartışılması soruşturmanın genişletilmesi sonucudur ki sübut delillerinin bulunup bulunmadığı değerlerdirme konusu yapılabilir.
Ankara DGM’de 1993/114-115 Esas derdest davalar, kapatılma iddiasının dayanağını teşkil ettiğinden bu davaların sonuçlanmasının beklenmesi bir zorunluluktur. İleri sürülen iddialar sübuta ermediği takdirde, kapatma iddiasının gerekçeleride ortadan kalkacaktır. Bu nedenle bu iki davanın “Mesele-i müstehire” addedilmesi hukuki bir zorunluluktur.
3- Halkın Emek Partisinin kapatılması davası, bireysel başvuru yoluyla Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna götürülmüştür. Komisyonda 22723/93, 22724/93, 22725/93 sayılı dosyalar derdesttir.
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini 1954 yılında kabul etmiş olup, 6366 sayılı yasa ile yürürlüğe girmiştir. Anayasanın 90 ıncı maddesine göre iç hukukta kanun hükmünde olup uygulanma kabiliyeti olan sözleşme karşısında sözkonusu davalarda Genel Sekreter İbrahim AKSOY’unda bulunması nedeniyle, şahsi ve fiili irtibat bulunduğundan “Mesele-i Müstehire” kabul edilmesi gerekmektedir.
4- Terörle Mücadele Yasasının 9 uncu maddesi Anayasaya aykırıdır. DEP’in kapatılması istemli iddianamede, delil olarak Ankara DGM Savcılığı’nın iddianame ve DGM Mahkemesinin 1993/114-115 esas dava dosyaları delil olarak gösterilmektedir. Siyasi Partilerin denetimi münhasıran Anayasa Mahkemesine ait olmasına rağmen, 3713 sayılı Yasa’nın 9 uncu maddesi nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesinde dava açıldığından, Anayasa Mahkemesinin münhasıran denetimi ihlal edildiğinden, 9 uncu maddenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal edilmelidir. Anayasanın 14 üncü maddesi “temel hak ve hürriyetleri” 68 inci maddesi Siyasi Partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez koşulu, 69 uncu maddesi “siyasi partilerin kuruluş ve denetimlerinin münhasıran Anayasa Mahkemesine ait oduğu” 2820 sayılı SPY’nın 98 ve 101 inci maddeleri ile DGM’lerin yargılama usulu kanunun 9 uncu maddesinin son fıkrasına aykırıdır. Bu yasa ile Terör suçlarından Devlet Güvenlik Mahkemeleri görevi kapsamı içinde olduğu belirtilmiştir.
SHP’nin Anayasa Mahkemesinde açtığı iptal davasında hernedense bu madde gözardı edilmiş ve iptale konu edilmemiştir. Anayasa Mahkemesinin 31.3.1992 tarih 91/18 E-92/20 K. sayılı kararında sözkonusu madde inceleme konusu yapılmadığından ve Anayasa aykırılığı ciddi bulunduğundan, dikkate alınması gerekmektedir.
5- Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasında bir takım değişiklikler yapılması nedeniyle orijinal halinden uzaklaşılmış olmakla, SPY’nın Anayasaya aykırılığının ele alınıp incelenmesi gerekmektedir.
SPY’nın 78 inci maddesi, Anayasa’nın başlangıç bölümüne 1, 2, 3, 4, 5 ve 66 ncı maddelerini yasak kapsamına aldığından Anayasaya aykırıdır.
Sözkonusu yasalar sosyoloji bilimine, toplumsal uzlaşmaya, uluslararası sözleşmelere ve Anayasanın 90 ıncı maddesi uyarınca iç hukuk hükmü olan AİHS nin 9, 10, 11, 14 üncü maddelerine aykırıdır. Türkiye sözkonusu sözleşmeye imza atmakla ve sözleşme yürürlüğe girmekle, “Pacta Sun senvanda” yani ahde vefa gereği iç hukuk mevzuatını buna uydurmakla yükümlüdür.
Hakimler, yalnızca kanun takipçisi olarak dar bir yorumlamaya gidemezler hukukun evrensel ilkeleri ve uymakla zorunlu olduğu tüm hukuk kurallarının uygulanması kanun yerine hukukun uygulanması zorunluluğu vardır. Bu nedenle Anayasaya aykırılık iddiamızın ciddi kabul edilerek incelenmesi gerekir. Anayasanın geçici 15 inci maddesi bir döneme ait yasama işlemlerini Anayasal denetimin dışına çıkararak, “hukuk devleti” anlayışına ters De facto bir durum yaratmıştır. Sözkonusu yasa, atanmış bir meclisin ürünü yasaları tabu durumuna sokarken, hukukçuların kendilerini böyle bir yasa ile kayıtlaması mümkün değildir. Bir yandan uluslararası sözleşmelere imza atılırken, diğer yandan çağın gereklerine uygun yeni yasalar çıkarılırken, orijinallığı bozulmuş, yasalarda uygulama kabiliyetini yitirdiğini varsaymak ve “keemlemyekün saymak” hukukun gereğidir. 669 yasa, 90 adet KHK 2324 sayılı yasa uyarınca 76 adet Milli Güvenlik Konseyi kararını, 3 adet Milli Güvenlik Konseyi bildirisini değişmez ve dokunulmaz saymak, yaşama toplumun değişmesine, çağın gereklerine, evrensel hukuk değerlerine aykırıdır. Özgürlükçü demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzenine aykırı 15 inci madde, hukuk pramidinin üstü olan Anayasanın üstü durumunda ki AİHS ne aykırı olduğundan, Türkiye hakkında açılacak tüm bireysel başvuruların mahkumiyetle sonuçlanması anlamına gelmektedir. Hukukçuların bu durumu dikkate alınması ve yasanın amacından yola çıkılarak sınırlama konusunda 6.12.1983 tarihini dikkate alması hukuki açıdan bir zorunluluktur. Bu nedenle 24.04.1983 tarih ve 2820 sayılı SPY’nın 78 ve 81 inci maddelerinin Anayasaya aykırılık savının incelemeye alınması gerekmektedir.
6- Duruşma İstemi
Siyasi Parti kapatma davalarının öz itibariyle ceza davası olması, Ceza Muhakemeleri Usulü’nün uygulanması nedeni ile, SPY’nın 98 inci maddesinin “…dosya üzerinde incelenme yapılarak karara bağlanır…” hükmü davanın duruşmalı yapılmasına engel değildir. Bu nedenle duruşma yapılmasını talep ediyoruz.
Anayasa Mahkemesi uygulamada hukuk mahkemelerinde görülen bir isticvap benzeri uygulamayla yetinmektedir. Bu ise niteliği itibariyle bir sorgudur. Sorgu yalnızca ilgililerin beyanları ile sınırlı kaldığından yeterli olmaz. Delillerin bir kısma konuşma olarak geçtiğinden, bilirkişi incelemesi tercüman sorunu, tanık ve diğer yan deliller ile maddi kanıtlar açısından, savunma hakkınında tam olarak kullanılabilmesi için tam bir duruşma yapılması gerekmektedir. Kapatma davasına gerekçe gösterilen ve Ankara DGM’de derdest olan dosyaların delil olarak taktiri sözkonusu olduğundan, yalnızca bekletici mesele olarak düşünülmesi ve yetinilmeside yeterli olmayacaktır. Açıkladığımız nedenlerle yargılamanın duruşmalı yapılması gerekmektedir.
7- Uluslararası hukuk açısından değerlendirme
Anayasanın 90 ıncı maddesi uyarınca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, iç hukukta kanun hükmündedir. Bu itibarla iddia makamının bu anlaşmaları dikkate almadan, AGİK ve Paris Şartına değinerek bunların iç hukukta uygulanmayacağı görüşünü belirtirken, bağlayıcı sözleşmeleri dikkate almaması hukuka aykırıdır. AİHS de düşünce, örgütlenme özgürlüğü, 14 üncü madde ırk, din, dil, mezhep ayrımı yapılmayacağı hükmü karşısında, kapatma davasının yasal dayanakları bulunmamaktadır.
Kapatma davasını 27 Mart 1994 tarihinden sonraya bırakılması istemimiz her na kadar reddedilmişse de; Türkiye’nin imzalayıp, onayladığı ve iç hukukta uygulanabilir, hüküm niteliğinde olan AİHS’ne ek 1 nolu protokolun 2 nci maddesinde halkın özgür iradesinin tezahürünün, seçim yoluyla yansımasının koşullarının oluşturulması, eşit koşullarda adil seçim zemininin hazırlanması hükmü karşısında, sözkonusu protokolü Türkiye’de imzaladığından, seçim takvimi başlamış olmakla, kapatma davasının seçim takvimi sonrasına bırakılması zorunluluğu doğmuştur. Genel Yerel seçimlerde, belediye başkanı, il ve belediye encümeni binlerce partilinin seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldırıcı nitelikte olan kapatma tehditi altında, demokrasinin işleyişi mümkün değildir. Anayasanın vazgeçilmez unsuru olan bir siyasi partinin, diğer siyasi partilerden farklı ve eşit olmayan koşullarda seçime girmesi durumu sözkonusu olduğundan sonradan aday olan üyelerin siyasi faaliyetlerinin kısıtlanması sözkonusudur. Adil ve eşitlikçi olmayan bu duruma son verilmesi için kapatma davasının duruşma sonuna bırakılması gerekir.
İddianameye konu eylemler konuşma ve bildiri eylemleri olduğundan, düşünce açıklama niteliğindedir. Şiddet unsuru içermeyen, terörle alakası olmayan, normal siyasi parti faaliyetlerinin kapatma gerekçesi olarak gösterilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi kararları kesin olmakla içhukuk yolları tükendiğinde AİHS’nin 25 inci maddesi uyarınca “bireysel başvuru” hakkı kullanıldığında davalı konuma düşecek olan ve yargılanacak olan T.C. Hükümetidir. Bu yargılama sonucu iç hukuk mevzuatının değişmesi ile birlikte ödence gibi ağır müeyyideler bulunmaktadır. Bu nedenle dikkate alınması zorunlu hukuk hükümlerini taşımaktadır.
8- Demokrasi Partisinin tüzük ve programı yasalara uygun görülmüş ve kapatma gerekçesi yapılmamıştır. İddia makamının Genel Başkanın konuşmaları ile MYK’nun bildirisinin, öncelikle tüzük ve programına uygun olup olmadığını incelemesi gerekirken, bu yönden bir inceleme yapılmadan dava açılmıştır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesine dava açılırken, “dava şartı” gerçekleşmemiştir. Tüzük ve programın yasalara uygunluğunun bir ön mesele olarak ele alınması gerekmektedir.
Siyasi Parti faaliyetlerinde yetkili kurul ve organların söz ve yazılı eylemlerinin parti tüzük ve faaliyetlerine uygun olup olmadığı, aynı zamanda kendi iç işleyişi açısından da önem arzetmektedir. Disiplin mekanizmesı ve benzeri müeyyideler yanında, SPY uyarınca “ihtar” lüzumunu değerlendirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Bu hususun dikkate alınarak, dava şartı gerçekleşmediğinden davanın reddine karar verilmesi gerekmektedir.
9- İddialara Karşı Diyeceklerimiz.
- a) İddianamede Bonn konuşması, parti ile ilgisi olmayan bir sanıkta ele geçirilen video kasete dayanmaktadır. Kasetin çözümü yapılmış, onun dışında herhangi bir araştırma yapılamamıştır. Ankara DGM’nin 93/114 E. dosyasının iddianame ve delilleri dayanak olarak gösterilmektedir.
İddia edildiği gibi, Bonn yürüyüşünü PKK Genel Sekreteri Abdullah ÖCALAN düzenlememiştir. Alman resmi makamlarında herhangi bir araştırma yapılmamıştır. Yapılmış olsaydı yasal bir toplantının tertipleyicilerinin kim olduğu, adları, soyadları ve kimin adına düzenledikleri açıklığa kavuşacaktı.
Toplantıya çok sayıda kuruluş katılmıştır. Bunların tesbiti halinde, toplantının amacı ve düzenleme biçimi saptanacaktı. Ancak bu araştırma hazırlık aşamasında yapılmamıştır. Yine DEP Genel Başkanı Yaşar KAYA’nın Genel Başkan sıfatıyla davet edildiğine ve katıldığına dair herhangi bir belge ibraz edilememiştir. Almanya resmi makamlarıyla diplomatik yolla bir araştırma yapıldığı için, konuşmaların tamamı temin edilmemiş konuşma tümlüğü içinde amaç saptanmamıştır.
Sözkonusu konuşma nedeniyle yargılama Ankara DGM’de sürdüğünden, öncelikle iddianın ispatı gereklidir. Bu hususlar saptanmadan esasa girmek mümkün değildir.
b- Erbil konuşması, önceleri saptanmamış, daha sonra dosyaya bir kaset ibraz edilmiş ve Genel Kurmay kaynaklarınca temin edildiği belirtilmiştir. Konuşma Kürtçe yapılmış olup, temin edilen kaset eksik bilgiler içermektedir. Konuşmanın tamamını kapsamamaktadır. Kürtçe çeviri özüne uygun yapılamamıştır.
Genel Kurmay Başkanlığı’nın 1.10.1993 gün, İSTH: 3590-493-93 İKK ve Güv.D.iç.İEskh.Ş.(614) sayılı yazı ekinde gönderilen ve konuşmanın kayıtlı olduğu kaset, soruşturma başlattıktan çok sonra temin edilmiş, temini usül ve yasalara aykırı olduğu gibi, nasıl temin edildiği ve nereden temin edildiği konusunda bir açıklama yer almamaktadır. Öncelikle bu delillerin sıhat derecesinin araştırılması ve gerçekleştiğinin kanıtlanması yükümü iddia makamına düşmektedir. Konuşmanın nasıl temin edildiğinin neden diplomatik yoldan elde edilmediğinin ve soruşturma sonrası temin edildiğinin saptanması zorunluluğu doğmaktadır. Aksi halde, hukuka ve ahlaka aykırı olarak temin edilen delillerin değerlendirilmesi mümkün değildir.
Her iki konuşma ile ilgili olarak, ciddi bir araştırma ve duruşma sonrası, bilgi ve görgü temelinde tanıkların dinlenmesi sonucu aydınlığa kavuşabilir.
Kasetlerin montajların mümkün olabilmesi ihtimali de dikkate alınarak teknik araştırma ve inceleme zorunluluğu doğmaktadır. Anayasa Mahkemesinin ve Yargıtayın bir çok kararında kasetlerin tek başına delil olmayacağı dikkate alınmalı ve yan delillerle doğrulanması araştırılmalıdır. Bütün bunların dosya üzerinde yapılması mümkün değildir.
İddianamede, Bonn ve Erbil konuşma kasetlerinin, usule, hukuka ve diplomatik yolla elde edildiğine dair bir kayıt olmadığından, dosyadan çıkarılması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesinin bu kasetleri delil olarak değerlendirebilmesi için, usulüne uygun diplomatik yolla Irak ve Almanya Adalet Bakanları kanalıyla sağlıklı bir şekilde istemesi gerekmektedir. Bundan sonra tercüme dahil, teknik bilirkişi incelemesi, yapılması zorunludur.
c- MYK kararı ile henüz dağıtılmadan toplattırılan “Barış Bildirisinin” bölücülük suç propogandasının unsurlarını taşımadığı ortadadır. Türkiye mozaiğinin bir parçası olan Kürt yurttaşlarımızdan sözedilmesini bölücülük olarak varsayım yoluyla kabulü mümkün değildir. Kürt sözcüğü devletin resmi makamlarınca ifade edilmekte DYP-SHP koalisyonu Kürt realitesini kabul ettiğini açıklarken hergün medyada bu konuda açıklamalar yapılmaktadır. Diğer siyasi partilerinde Türkiye’nin bir numaralı sorunu hakkında görüş ve programları mevcut olup, bu konuda çifte standarttan uzak, sosyolojik ve bilimsel gerçeklerin dile getirilerek çözüm yollarının aranması ve bu arayışın yasal zeminde meşru yapılması karşısında, müsnet suç unsurlarının oluşamadığı açıktır.
İddianamede delil olarak gösterilen bildirinin, hangi organın tasarrufu olduğu ve sorumluluk konusunda araştırılmadan dava açıldığı için, öncelikle SPY’nın 101 inci maddesinin “b” fıkrasının tatbiki mümkün değildir.
d- SPY’nın 78 inci maddesi açısından
“….Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline….dair hükümleri….değiştirmek…dil…ırk ayrımı yapmak…” amacı güdülmemiş bu yolda amaca yönelik faaliyette bulunulmamış… başkaları tahrik ve teşvik edilmemiştir.
Bu konuda ki iddialar soyut varsayımlara dayanmaktadır. Demokrasi Partisi programı ile bir ırk partisi olmadığını Türkiye mozayiğinin, zenginliğinin yansıtıcısı olduğunu ve kardeşçe birarada yaşamak için barış kampanyasını başlatmıştır.
Barış istemini bölücülükle suçlamak hukuken mümkün olmayıp, politik bir yaklaşımla söylenmeyen ve gerçeği yansıtmayan bir takım varsayımlarla anlamlar türetmek ve sonuçta bölücülük yapılıyor demek mümkün değildir. Böylesi bir mantıkla yola çıkılacak olursa Barzani ve Talabani ile görüşen Cumhurbaşkanı, Başbakan, Hükümet üyeleri ve üst düzey yetkililerin yüce divanda yargılanmaları gerekirdi. Aynı şekilde sürekli olarak konuyu yazan medyanın susturulması ve mensuplarının yargı önüne getirilmesi gerekirdi. Bu durum diğer siyasi partiler içinde sözkonusu olup, Kürt Enstitüsü kurmayı programına alan Hükümet ortağı SHP’nin de aynı iddiayla yargılanması gerekirdi. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün Adaletin çifte standartlardan uzak, hukuka ve evrensel ilkelerine uygun bir yaklaşımla değerlendirmede bulunması kaçınılmazdır.
e- İddianameye göre Türkiye’de Kürtlerin varolduğunu söylemek, bölücülüktür. Sosyolojik gerçekleri, bilimi yok saymak devletin resmi istatistiklerini yok saymak, meclis tutanaklarını yok saymak gerekir. Böylesi bir yaklaşımın hukuku olmadığı ve bazı gerçekleri dile getirmenin de bölücülük olmadığını belirtmek istiyoruz. AGİK’e imza koymuş, Paris Şartını kabul etmiş, Türkiye’de düşünce açıklama hürriyetini ortadan kadıran bir yaklaşımla, siyasi partilerin her faaliyetlerini bölücülük olarak görmek, değerlendirmek hukuken mümkün değildir. Kıyas mantığı veya varsayımlar la, olmayacak bir şeyi varmış gibi göstermenin hukuki ve mantıki izahı olmaz. Bölücülük suçu açıkça ayrı bir devlet kurmayı hedefler. Barış Bildirisinde böylesi bir amaç olmadığı gibi, böylesi bir sonucu zorlama yoluyla çıkarmakta mümkün değildir.
f- İddianamede, barış bildirisinde, silah kullanan tüm güçlerin silahları susturması istemi, farklı bir mantıkla yoruma alınmaktadır. Demokrasi Partisi bir bakıma eleştirilirken, “…Ülkede bir savaş yaşandığı…” yönündeki görüş hukuki olmayan bir açıdan ele alınmaktadır. Savaş tanımlanması devletin yetkili makamlarınca “küçük ölçekli savaş” “cephe” vb. tanımlamalarla dile getirilmektedir. Aynı mantığı kıyaslama yoluna gidersek, Genel Kurmay, Milli Savunma Bakanınıda aynı şekilde suçlamak gerekecek ki, bu doğru hukuki yaklaşım değildir.
g- Kuzey Irak’ta Erbil kentinde Irak Kürdistan Demokrat Partisinin kongresinde, kongrede bulunanlara yurtdışında bölücü propoganda yapıldığı iddiasınında hiçbir inandırıcılığı yoktur. Seçimlerini yapmış, hükümetini kurmuş Irak’lı Kürtlere propoganda yapmayı gerektirecek koşullar yoktur. Yurtdışında bu tür suçlarla ilgili olarak TCK’nun 140 ıncı maddesinin uygulanması ihtimali düşünülse de sözkonusu madde yürürlükten kaldırıldığı için, uygulama kabiliyeti bulunmamaktadır.
10- İddianame Çelişkilerle Dolu
49 sayfalık iddianamenin içinde, parti eylemlerine ve kapatılma iddialarına ayrılan kısım toplam 5-6 sayfayı geçmiyor. Tamamı Anayasa, SPY ve geçmiş Anayasa Mahkemesi kararları ile Lozan ve uluslararası hukukun değerlendirmelerine ayrılan iddianamede Demokrasi Partisi’nin “bölücülük” iddiası somut, inandırıcı, kesin hiçbir kanıta dayandırılmamış olduğundan iddia kendi içinde çelişkilerle doludur. Bunu örneklemek gerekirse:
a- “…bizim toplumumuzda da “farklı kesimlerin varlığı” olgusunu görmek mümkündür. Gerçekten, x. Yüzyılda Türklerin Anadolu yarımadasına gelmelerinden sonra Türkler ve o dönemde Anadolu toprağında yaşamakta olan her soydan topluluk birbirini izliyen siyasal oluşumlar içinde birlikte yaşamışlar…”
Lozan anlaşmalarından alıntı yapan, “Kürtler, Çerkezler, Araplar…”dan bahseden iddianame, Anayasa Mahkemesinin kararlarından da bu gerçekliği vurgulamaktadır. Daha sonra:
“…Yasaklanan, farklılıkların açıklanması değil, bunların Türk ve Cumhuriyeti ülkesi üzerinde olmayan azınlıklara özendirerek, zorla azınlık yaratmaya çalışarak ulus bütünlüğünün bozulması ve buna dayalı yeni bir devlet düzeni kurma amacını gütmektir…”
Bir yandan bu açıklamalara yer verilirken diğer yandan, DEP’in Kürt’lerden bahsetmesini başlı başına “bölücülük” olarak değerlendirmekte ve olmayan bir ulus, halk, azınlık yaratılma gayreti olarak değerlendirilmektedir. Kendi iddiaları ile çelişip bu yaklaşımı hukuki bulmak mümkün değildir. Bölücülük, ayrı coğrafya, ayrı bayrak, ayrı sınır, ayrı devlet örgütlenmesi demektir. Hiçbir konuşma ve yazılı metinde böylesi bir açıklama bulunmamaktadır.
b- MYK bildirisinde, Helsinki Sonuç Belgesi, AGİK ve Paris Şartının yerine getirilmesi isteğide bölücülük olarak tavsif edilmiştir. Türkiye’nin imzacısı olduğu bu sözleşmeleri savunmanın, bölücülük olarak değerlendirilmesini algılamakta güçlük çektiğimizi belirtmek isteriz.
c- 1993 yılı Haziran ayında AGİK süreci içinde kabul edilen “Viyana Bildirgesi” kendi kaderini belirleme hakkını terörizmden ayırmış, sömürge halklar için kabul edilen bu hakkın sadece meşru eylemler yoluyla kabul ettirilmesine çalışılmasını benimsemiştir. Denilen iddianamede hukuki olmaktan çok politik bir değerlendirme yapıldıktan sonra;
Paris Şartı her ne kadar azınlıklara bir takım haklar tanımışsada… Türkiye açısından hukuksal bağlayıcılığı yoktur denilmekte. İddianame :
Türkiye’nin taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini, Türkiye tarafından kabul edilerek bir yasa ile onanan ve yürürlüğe giren Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen “Avrupa insan haklarını ve ana hürriyetlerini korumaya dair sözleşmeyi”, 22.1.1987 tarih ve 1987/11439 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile adı geçen sözleşmenin 25. maddesi uyarınca Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna “Bireysel Başvuru” hakkını, 22.1.1993 tarih 1993/3987 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile “Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın zorunlu yargı yetkisini” ise görmemezlikten gelmektedir.
Bir devlet uluslararası sözleşmede imza koyduktan sonra “Pacta sun senvanda” yani ahde vefa yükümlülüğü ile karşı karşıya olup, anlaşmalara saygı elbette öncelikle yürütme ve yasamanın görevi olmakla birlikte, Anayasanın 90 ıncı maddesi uyarınca iç hukuk hükmü olan bu sözleşmelerin de uygulanmasında yargıçlar tıpkı siyasi partiler yasasını uygulamak kadar sorumludurlar. DEP’in bu nedenle uluslararası sözleşmelerin uygulanması istemini kapatma gerekçesi olarak sunmak, hem hukuka aykırı hem de demokrasiyle bağdaşmamaktadır.
d- İddianamede Anayasa Mahkemesinin 14.7.1993 gün 1992/1 – 1993/1 sayılı kararında yapılan bir alıntıda “…ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların dil ve kültürünün yasaklanması değildir. Çeşitli kökenden gelen yurttaşlarımız kendi dil ve kültürüne sahip bulunmakta…” denilmekte, diğer yandan, Demokrasi Partisi MYK’sının Barış Bildirgesinde Kürt kimliğinin bütün sonuçlarıyla Anayasa ve yasalarda güvence altına alınması…” istemi meşru, yasal ve normal bir siyasal parti faaliyeti olmakla birlikte bölücülük olarak değerlendirilmekte ve kapatma gerekçesi olarak sunulmaktadır. Soyut yorumlarla, zorlama gerekçelerle tanzim edilmiş bir iddianame ile karşı karşıya bulunmaktayız.
e- İddianamede, “Kürt halkının isteklerinin başında bu sorunda dahil olmak üzere, her sorunun yasaksız olarak tartışılabileceği bir demokrasi isteği” de kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir. 1982 Anayasası’nın 12 Eylül ara rejimi sonucu teşkil edildiği ve günümüz gelişmelerine, toplumsal değişime, çağdaşlaşmağa, gelişen teknoloji ve bilgisayar iletişim çağında birçok anti-demokratik hükümle dolu olduğundan değiştirilmesi istemi, tüm siyasi partilerce benimsenmekte, ve bu konuda Meclis Başkanının girişimi ile siyasi parti liderleri toplantılar yapmakta, sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı da mevcut Anayasanın değişmesi gerektiğini söylemekte ve demokrasilerde bu tür bir istemin en doğal hak olarak kabulü ve siyasi partiler açısından asli bir görev olduğu düşünülmeden, kapatma gerekçesi yapılması üzücüdür.
f- Siyasal çözümün, AGİK ve Paris Şartına uygun olarak çözülmesi için adımlar atılmasının söylenmesi suretiyle SPY’nın 81 inci maddesinin (a) bendine aykırı olduğu iddiası… ayrı bir dile sahip farklı bir kesimin bulunduğu… ayrı kültürlerin bulunduğu… azınlık yaratıldığının ileri sürüldüğü şekilde bir sonuçla bağlanmaktadır. Öncelikle şunu belirtmekte yarar görüyoruz. Demokrasi Partisi hiçbir açıklamasında “azınlık” sözünü kullanmamıştır. Diğer hususlar ise esasen iddianemede kabul görmektedir. İddianame bu yönüyle de kendi içinde çelişkilidir.
11- Adil yargılama hakkı “ayrımsız” yargılama sürecinin tüm aşamalarında “geçerli ve vazgeçilmez” bir haktır.
Anayasa Mahkemesinde bugüne kadar görülen siyasi parti kapatma davalarında izlenen usül, süre Demokrasi Partisi içinde geçerlidir. Bir siyasi Partinin kapatma davasının normalde sekiz ayı aşkın bir süre olduğu dikkate alınacak olursa, aynı usül ve teemmül haline gelen uygulamanın DEP içinde sözkonusu olduğu yönünde bir tereddütümüz yoktur. Ancak,
Avrupa insan hakları sözleşmesinin 6 ncı maddesi uyarınca “adil bir yargılama” yapılması istemimiz vardır. Hiçbir önyargı ve varsayımla hareket etmeden, başka bir değişle suç delillerini getirme yükü savcıya ait olmakla, savunmaya kendi kanıtlarını getirme, savunma olanağı tanınmalıdır.
Erbil ve Bonn konuşmaları ile ilgili delil istemlerimizin yerine getirilmesi zarureti doğmaktadır. Bunlar sağlanamadığı takdirde savunma olarak bunları temin yönünde tarafımıza makul bir süre tanınması, yurtdışına çıkmak için vize bağışıklığı dahil olmak üzere olanak tanınması gerekmektedir.
12- Anayasanın 38 inci maddesi uyarınca “ceza sorumluluğu şahsidir” yani failden gayri kişilerin bir suç sebebiyle cezalandırılamayacağı hükmü karşısında, kapatma davası sonucu etkilenecek olan Milletvekillerinin ve tüm parti yöneticilerinin sözlü olarak dinlenmeleri zorunluluğu doğmaktadır. Aksi halde, kendi eylem ve davranışları dışında cezalandırılmaları mağdur olmaları sözkonusu olacaktır.
Anayasanın 84 üncü maddesi uyarınca kapatılan bir siyasi partinin, davanın açıldığı tarihteki milletvekillerinin üyeliği sona ereceğinden kendilerini savunmalarına olanak tanınması adil bir yargılamanın gereğidir.
Siyasi Parti kapatma davalarında, partiye gönül veren üye ve taraftarlarının durumu, ülkenin içinde bulunduğu demokratikleşme süreci, ulusal ve uluslararası konum, o ülkenin imzacısı olduğu ve iç hukukunda bağlayıcı olan uluslararası sözleşmeler, dikkate alınarak, ülke ve Mahkemenin saygınlığı alınan kararın kamu vicdanında adil olması, Anayasal temel hak ve hürriyetlerin kullanılması açısından çok yönlü değerlendirme yapılması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Anayasa kurallarından da öte onların üzerinde, hukukun genel kurallarının, evrensel değer ve ilkelerinin uluslararası sözleşme ve yükümlülüklerinin ışığında çok yönlü bakılması zorunluluğu doğmaktadır. Demokrasi Partisi herhangi bir şiddet eylemi nedeniyle yargılanmamaktadır. Düşünceleri nedeniyle yargılanan bir partinin, özellikle çoğulculuk, katılımcılık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü temelinde, baskı ve şiddete başvurmadan, darbelerle iktidarı amaçlamadan, özgürce faaliyet yürütebilmeleri ve Anayasal korumadan yararlanmaları gerekmektedir.
Demokrasi Partisi sözlü ve yazılı düşünceleri nedeniyle yargılanmaktadır. TCK’nun 141, 142, 163 üncü maddeleri kaldırıldıktan sonra 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası ile getirilen hükümler, Anayasa Mahkemesinin siyasi partilere ilişkin münhasır yetkisinide ortadan kaldırmıştır. Demokrasi Partisi Genel Başkanı aylarca tutuklu kalmıştır. Bir Genel Başkanın tutuklanması o siyasi parti faaliyetinin durdurulması anlamına gelir. Bu mahsurları gidermek için 1961 Anayasasında getirilen ve daha sonra 1982 Anayasasında yer alan siyasi partilerin denetimine ilişkin, münhasırın yetkiye müdahale edildiği nitelikdeki Terörle Mücadele Yasası ile demokrasimiz ciddi yara almıştır.
İç hukukumuza, yükümlediğimiz uluslararası sözleşmelere uydurmak için, Strazburg’da Avrupa İnsan Hakları Komisyonu veya insan hakları adalet divanında mahkum olmayı beklemeye gerek yoktur. Kanun tatbiki yerine özellikle hukukun tatbikinde Anayasa Mahkemesine büyük görevler düşmektedir.
Sonuç ve İstem : Yukarıda açıkladığımız nedenlerle;
1- Dava şartı gerçekleşmediğinden iddianamenin Cumhuriyet Başsavcılığı’na iadesine,
2- Usul ve hukuka aykırı olarak, temin edilip dosyaya konulan; Genel Başkan Yaşar KAYA’nın Bonn ve Erbil’deki konuşmalarını içerdiği iddia edilen bantların altında imza, isim, makam bulunmayan istihbarat notlarının yayınlanmayan Hasan ÖZGÜN’e ait olduğu iddia edilen yazı, kaynağı doğrulanmayan Emin ÇÖLAŞAN’a ait ihbari yazının dosyadan çıkartılmasına varsa asıllarının mahkemece ilgili devletlerden diplomatik yolla istenmesine,
3- Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesindeki 93/114 ve 115 E. dosyalar ile HEP’in Avrupa İnsan Hakları Komisyonundaki derdest davalarının Mesele-i Müstehire kabul edilmesine,
4- Duruşma isteğimizin kabulüne, kapatma davası nedeniyle etkilenecek Milletvekili ve yöneticilerin sözlü olarak dinlenmelerine;
5- TCY’nın 9 ve 2820 sayılı yasanın ilgili maddelerinin Anayasaya aykırılığının incelenerek iptaline,
6- AİHS’ne ek I nolu protokolün 2. maddesi uyarınca Genel Yerel Seçim takvimi başladığından eşitlik açısından davanın seçim sonrasına bırakılmasına,
7- Bonn ve Erbil konuşmaları ile ilgili savunma delillerimizi toplayabilmek için tarafımıza makul bir süre verilmesine, ondan sonra esas hakkında süre tanınmasına,
8- Davanın reddine karar verilmesini davalı parti adına vekaleten dileriz.”
III- YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 21.2.1994 günlü, SP.52 Hz.1993/55 sayılı Esas Hakkındaki Görüşü’nde aynen şöyle denilmektedir :
“Davalı Demokrasi Partisi hakkında 2.12.1993 günlü iddianame ile açılan kapatma davası dolayısıyla Yüksek Mahkemenizden istenilen esas hakkındaki görüşümüzle birlikte davalı parti savunmalarının 28.1.1994 günlü, ön savunmalarında değinilen noktalara verilen yanıtlar aşağıda sunulmuştur.
Ön savunmanın l. bendindeki, iddianamenin Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine ilişkin istek ile kanıtların elde ediliş biçimine yöneltilen itirazlara ileride değinilecektir.
l- Ön savunmanın 2. ve 3. bentlerinde Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinin 1993/114 ve 115 esas sayılı davalarının ve Halkın Emek Partisi’nin kapatılmasıyla ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yapılmış olan başvurularda genel sekreter İbrahim Aksoy’un da bulunması dolayısıyla ortaya çıkan kişisel ve eylemsel bağ nedeniyle bu başvuruların sonuçları alınıncaya kadar bekletici sorun sayılmaları isteği:
Yargılama hukukunda bekletici sorun, bir mahkemenin görmekte olduğu bir davada, davanın sonucunu etkileyecek ve çözümlenmesi o mahkemenin görevi dışında kalan bir uyuşmazlık ortaya çıktığında söz konusu olur. Görülmekte olan davanın konusu itibariyle, ortada bekletici sorun sayma zorunluluğu olan bir durum yoktur. Konuşmaları yapan kişi ile bildiriyi yayınlayan parti merkez yürütme kurulu üyeleri hakkında açılmış kişisel ceza davaları ve hele daha önce kapatılmış olan Halkın Emek Partisi’yle ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuruda bulunulmuş olması ile parti kapatma davası arasında, kapatma davasının sonucunu etkileyecek doğrudan bir ilişki söz konusu değildir. Bu durumda, bütün kanıtları ortada bulunan kapatma davasında, Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının 254. maddesi göz önünde bulundurularak, söz konusu kanıtlar soruşturmadan edinilecek kanıya göre değerlendirilerek sonuca varılması gerekir.
Açıklanan nedenlerle, ceza davaları ile bireysel başvuru sonucunun beklenmesine dair isteğin reddi gerekmektedir.
2- 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 9. maddesinin, Anayasa Mahkemesinin siyasal partiler üzerindeki münhasır denetim yetkisine karışma niteliğinde ve bu nedenle Anayasanın 69. maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi isteği:
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasanın, görev ve yetki konularını düzenleyen l8. maddesinin (2) no.lu bendi, “…. siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davalarda aynı madde (Anayasanın 152. maddesi) gereğince ön mesele olarak bakması gereken işleri karara bağlamak …” biçimindeki hükümle Anayasa Mahkemesini, parti kapatma davasında ön sorun niteliğinde ileri sürülecek Anayasaya aykırılık iddialarını inceleyip sonuçlandırma yetkisiyle donatmıştır. Ancak, böyle bir durumda, Anayasanın 152. ve 2949 sayılı Yasanın 28. maddesi uyarınca, iptali istenen yasa hükmünün/hükümlerinin o davada uygulanacak kural olması da bir koşuldur.
3713 sayılı Yasanın iptali istenen 9. maddesi şöyledir: “Bu kanunun kapsamına giren suçlarla ilgili davalara Devlet Güvenlik Mahkemelerinde bakılır ve bu suçları işleyenler ile bunların suçlarına iştirak edenler hakkında bu Kanun ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun hükümleri uygulanır.”
Yüksek Mahkemenizde görülmekte olan bu dava ise Siyasi Partiler Yasası(daha sonra, SPY. olarak anılacaktır)nın 78, 81, l0l. maddelerine göre açılmış bir parti kapatma davasıdır. Bu davada uygulanacak yasa hükümleri SPY. ile Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasanın belirli kuralları olup, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının iptali istenen 9. maddesinin bu davada uygulama yeri yoktur. Her ne kadar, kapatma davasının açılmasına neden olan beyanlar ve bildirinin sahipleri olan (eski) genel başkan ile merkez yürütme kurulunu oluşturan kişiler hakkında SPY.nın ll7. maddesi yoluyla 3713 sayılı Yasanın 8/l maddesi uyarınca Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde kamu davaları açılmış bulunuyorsa da, bu davaların parti kapatma davasıyla doğrudan bir ilişkisi bulunmadığı gibi, davaların açılmasına aracı olan SPY.nın 117. maddesi de kapatma davasında uygulanacak kurallardan değildir.
Açıklanan durum karşısında, iptali istenen kural, görülmekte olan parti kapatma davasında uygulanacak kural olmadığından, isteğin öncelikle bu nedenle reddi gerekir.
3- Anayasa ve SPY.nda birtakım değişiklikler yapılması nedeniyle orijinal halinden uzaklaşılmış olmakla SPY.nın Anayasaya aykırılığının incelenmesi ve anılan Yasanın 78. ve 81. maddelerinin Anayasanın Başlangıç bölümü ile l., 2., 3., 4., 5., 6. maddelerini yasak kapsamına aldığından dolayı Anayasaya aykırı olduğu savı:
Bu savın yanıtlanmasında, konu ile Anayasanın geçici 15. maddesi arasındaki ilişki öncelikle incelenmelidir. Sözü edilen maddenin son fıkrasında, birinci fıkrada belirtilen 12.9.1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süreye gönderme yapılarak, bu dönem içinde çıkarılan yasaların, yasa hükmünde kararnamelerin ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Yasa uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği belirtilmiş ve böylece yetkili organca kaldırılıncaya veya değiştirilinceye kadar Anayasaya uygunluk denetimi yoluyla bu hükümlerin tartışılmasının önlenmesi biçiminde bir siyasal tercih ortaya konmuştur.
22.4.1983 tarihinde kabul edilmiş olan SPY, 12.9.1980 ile 6.11.1983 tarihinde yapılmış olan ilk genel seçimden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanının oluşması arasındaki dönemde kabul edilmiş olduğundan, geçici l5. maddenin son fıkrası kapsamında bulunmaktadır. Böyle olunca, Anayasal koruma altına alınmış olan söz konusu yasanın tümünün ya da kimi maddelerinin Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez.
Öte yandan, SPY.nın getirdiği yasaklar ve dolayısıyla 78. ve 8l. maddelerde öngörülen kısıtlamalar, Anayasanın 68. ve 69. maddelerinde yer alan kapatma nedenlerinin somutlaştırılması, başka deyişle bu kapatma nedenlerinin beliriş, ortaya çıkış biçimleri olarak düşünülmelidir. Bu hükümler “ulusal devlet niteliğinin korunması” ilkesinin siyasal partiler yönünden öngörülmüş yaptırımları demektir. Çünkü, Anayasanın 69. maddesinin son fıkrasında, “siyasal partilerin kuruluş ve faaliyetleri, denetleme ve kapatılmaları yukarıdaki esaslar dairesinde kanunla düzenlenir.” kuralı getirilmiş, yasakoyucu da SPY.ndaki yasaklamaları kabul etmek suretiyle Anayasada öngörülen düzenlemeyi gerçekleştirmiştir. Yüksek Mahkemeniz de 10.7.1992 gün, E.1992/l (Siyasi Parti Kapatma), K.1992/1 sayılı kararında aynı sonuca varmış bulunmaktadır.
Belirtilen nedenlerle, SPY.nın 78. ve 8l. maddelerinin Anayasaya aykırı olduğu savı yerinde değildir.
4- Yargılamanın duruşmalı olarak yapılması isteği:
Anayasanın, Anayasa Mahkemesinin çalışma ve yargılama usullerini düzenleyen 149. maddesinin son fıkrasında, Mahkemenin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan işleri dosya üzerinde inceleyeceği hükmü kabul edilmiştir. Aynı kural, SPY.nın 98. maddesinin ilk fıkrasında kapatma davasından açıkça söz edilmek suretiyle tekrarlanmış, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasanın 33. maddesinde de Anayasadaki hükme paralel olarak siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin davaların Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle dosya üzerinde incelenip karara bağlanacağı esası getirilmiştir. Ancak, gerek SPY.nın, gerekse 2949 sayılı Yasanın sözü edilen maddelerinde, Anayasa Mahkemesine, gerek gördüğü durumlarda sözlü açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu hakkında bilgisi olanları çağırma yetkisi tanınmış bulunmaktadır. Öngörülen usulde, kapatma davalarında Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının uygulanacağı kabul edilmiş, ancak duruşma yapılması benimsenmemiştir. Uygulanacak yöntem yönünden Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasına gönderme yapılması, o yasada yer alan her yargılama kuralının uygulanması anlamında olmayıp, “duruşma” dışında davanın bünyesine uygunluk gösteren kuralların uygulanacağını belirtmek amacıyladır. Birer özel yargılama hukuku hükmü niteliğinde olan ve kamu düzenini ilgilendiren bu Anayasal ve yasal düzenleme karşısında, Yüksek Mahkemenize ilgililer ve bilgisi olanları dinleme yetkisini kullanma bakımından tanınmış olan takdir hakkı saklı kalmak üzere, parti kapatma davalarında duruşma açılması mümkün bulunmadığından, davalı partinin bu yöne ilişkin isteğinin reddi gerekir.
5- Davanın genel yerel seçimlerin yapılacağı 27 Mart 1994 gününden sonraya bırakılması isteği ve dava sonucunda İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin 25. maddesi uyarınca bireysel başvuru hakkı kullanıldığında T.C. Hükümetinin davalı konumuna düşeceği ve yargılanacağı, bu yargılama sonucu iç hukuk kurallarının değişmesi ile birlikte ödence yaptırımının söz konusu olacağının gözetilmesi gerektiği savı:
Davanın genel yerel seçimden sonraya bırakılması isteği hakkında, Yüksek Mahkemenizin 20.1.1994 günlü ara kararıyla, Ceza Yargılama Usul Yasası hükümlerine uygun olmadığı gibi bu konuda 2949 ve 2820 sayılı Yasalarda kabule olanak veren bir kuralın bulunmaması gerekçesiyle ret kararı verilerek sorun çözümlenmiş olduğundan bu konuda yeni bir karar verilmesine gerek bulunmamaktadır.
Kural olarak, her dava açıldığı tarihte geçerli olan durum ve koşullara göre görülüp sonuçlandırılır. Öte yandan, bir olasılık olarak ileri sürülen bireysel başvuru hakkı henüz kullanılmadığına, ileride kullanılsa bile, başvuru sahibinin yararına sonuçlanacağı kesin ve belli olmadığına göre, gelecekte gerçekleşeceği belirsiz durumların görülmekte olan davayı etkilemesi düşünülemez ve bu nedenle göz önünde bulundurulması söz konusu olamaz.
Bu nedenlerle, davalı partinin yukarıda özetlenen sav ve isteğinin reddi gerekir.
6- Kapatma davasının, (eski) genel başkanının beyanları ve Merkez Yönetim Kurulunun bildirisinin öncelikle partinin tüzük ve programına uygun olup olmadığı incelenmeden ve böylece dava şartı gerçekleşmeden açıldığı, “ihtar” gereğinin yerine getirilmediği savı:
Davalı parti hakkındaki kapatma davası SPY.nın l0l. maddesinin (b) bendine dayanmaktadır. Sözü edilen kuraldan anlaşılacağı gibi, kapatma kararı, partinin merkez yürütme kurulunun ….yasanın 78. ve 8l. maddelerini de içeren dördüncü kısmında yer alan hükümlere aykırı….bildiri yayınlaması….veya parti genel başkanının belirtilen bu kurallara aykırı sözlü….beyanda bulunması hallerinde verilir. Gerek l0l. madde hükmünde, gerekse siyasal partilerin kapatılmasını düzenleyen beşinci kısımda, parti organ ve görevlilerinin bu gibi faaliyetlerinden dolayı dava açılmadan önce, partiye ihtarda bulunulmasını şart koşan bir düzenleme yer almamıştır. Esasen, böyle faaliyetlerde ihtar koşunlunu aramak işin mantığına da uygun düşmez. Çünkü, yasa, dördüncü kısımındaki yasaklara aykırı beyanda bulunulmasını, bildiri yayınlanmasını cezalandırdığına göre, beyanın yapıldığı veya bildirinin yayınlandığı anda, yaptırım uygulanmasını gerektiren yasaya aykırılık hali meydana gelmiş olacağından, bu aykırılığın yapılacak ihtar sonrasında parti tarafından giderilmesi olanaksızdır. Böyle bir koşulun öngörülmesi SPY.l0l. maddesinin işlemesine engel olur ki yasa koyucunun amacının bu olduğu söylenemez.
Bu nedenlerle, şartı gerçekleşmeden dava açıldığı savı yerinde görülmemiştir.
7- Bonn konuşmasını içeren video kasetin çözümünün dışında başka herhangi bir araştırma yapılmadığı, yürüyüş hakkında Alman resmi makamlarından bilgi alınmadığı, Yaşar Kaya’nın genel başkan sıfatıyla davet edildiğini ve katıldığına dair belge ibraz edilmediği; Erbil konuşmasını içeren kasetin nereden ve nasıl sağlandığı konusunda açıklama bulunmadığı, kasetlerin montaj olabileceği, çevirinin konuşmanın özüne uygun yapılmadığı; Hukuka ve ahlaka aykırı olarak sağlanan kanıtların değerlendirilmesinin olanaklı olmadığı, bu nedenle dava dosyasından çıkartılmaları gerektiği savı:
İddianamede Bonn yürüyüşünün Abdullah Öcalan tarafından düzenlendiğine dair bir beyan yoktur. Sadece, 29.9.1993 günlü çözüm tutanağına ve kasetin seyredilmesinden edinilen izlenime göre, “Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü” adı altında düzelenen yürüyüşte PKK. örgütünün egemen öge olarak yer aldığı belirtilmiştir. Konuşmanın yapıldığı bu toplantı ve yürüyüşü kimin tertiplemiş olduğu davanın konusu dışındadır. Dava yönünden önem taşıyan husus, Yaşar Kaya’nın bu toplantıda genel başkan sıfatıyla konuşma yapıp yapmadığı, yapmış ise konuşmanın içeriğidir. Kasette yer alan, Yaşar Kaya’nın dava konusu konuşması Türkçe yapılmış olup, görüntü ve ses herhangi bir duraksamaya yer vermeyecek kadar açık ve nettir. Bonn konuşmasında olduğu gibi, herkese açık bir ortamda yapılan yürüyüş sırasında yine herkese açık koşullarda, bir dinleyici topluluğuna yapılmış olan konuşmada gizlilikten söz edilemeyeceğine göre, konuşmanın kimin tarafından kasete kaydedilmiş olduğu hususu kanıtın geçerliliği açısından önemli ve araştırılması gerekli değildir. Kasetin içeriği, hazırlanış biçimi, kullanılan ögeler bunun propaganda amacıyla hazırlanmış olduğu izlenimi vermektedir. Üstelik, Yaşar Kaya, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı ve Yedek Hakimliğindeki 7.10.1993 günlü anlatımlarında, 29.5.1993 günü Bonn kentinde yapılan toplantıya Demokrasi Partisi genel başkanı olarak katılıp konuştuğunu, kaset çözümünden okunan konuşmayı kendisinin yapıtığını, konuşmanın bütünüyle kendisine ait olduğunu, bu konuşmada partisinin görüşlerini… anlattığını söylemiş, mahkemedeki sorgusunda da Yedek Hakimlikteki anlatımının da doğru olduğunu, bu toplantı için parti adına davet gelip gelmediğini bilmediğini, kendisinin genel başkan olarak her yerde partisini temsil etme hakkı bulunduğunu ifade etmiştir.
Bonn konuşması için söylenenler Erbil konuşması yönünden de geçerlidir. Irak Kürdistan Demokrasi Partisi’nin 11 nci Olağan Kongresi de çağrılıların ve basın mensuplarının hazır bulunduğu açık ortamda yapılmış, bu ortamdan yararlanılarak Yaşar Kaya’nın konuşması görüntü ve ses olarak tespit edilmiştir. Konuşmanın yapıldığı ortamda bir gizlilik ve kapalılık söz konusu olmadığından, görüntünün tespit ediliş yönteminin araştırılmasına gerek yoktur. Kasetteki görüntü ve ses hiçbir kuşku ve duraksamaya meydan vermeyecek biçimde açık ve nettir. üstelik, konuşmanın sahibi Yaşar Kaya, bu konuyla ilgili olarak hakkında yapılan soruşturma aşamalarında, Irak Kürdistan Demokrasi Partisi’nin 15.8.1993 tarihindeki 11. Olağan Kongresine davet üzerine Demokrasi Partisi genel başkanı sıfatıyla katılıp parti adına konuşma yaptığını kabul etmiş; konuşmanın, hakkındaki iddianameye konu edilen bölümünün, yaklaşık olarak kendisinin kongrede yaptığı konuşma olduğunu ifade etmiş, gerek kendisi ve gerekse savunmaları Devlet Güvenlik Mahkemesine sundukları muhtelif dilekçelerde “konuşma yapmış olma” gerçeğini kabul etmişlerdir. Hatta Genelkurmay Başkanlığı’nca gönderilen ve bir kopyası da Yüksek Mahkemenizde bulunan, Erbil konuşmasına ait kasetin 19.1.1994 gününde Devlet Güvenlik Mahkemesince izlenip Türkçe’ye çevrilmesi sırasında Yaşar Kaya hazır bulunarak görüp dinlediği konuşmasını bizzat kendisi Türkçe’ye çevirmiştir. Eski genel başkan Yaşar Kaya’nın çevirisi ile Cumhuriyet Başsavcılığımızca 25.10.1993 gününde yaptırılan çeviri arasında öze ilişkin olmayan bir iki nokta dışında hiçbir fark bulunmamaktadır. Böylece çevirinin konuşmanın özüne uygun yapılmadığı savunması bizzat Yaşar Kaya’nın kendi çevirisiyle geçersiz kılınmış bulunmaktadır.
Merkez yürütme kurulunun bildirisine gelince; kurulu oluşturan parti üyelerinin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki anlatımlarında, bildirinin, iç barışın sağlanması amacıyla başlattıkları kampanya dolayısıyla merkez yürütme kurulunca hazırlandığını ifade ettikleri, bazı üyelerin Devlet Güvenlik Mahkemesindeki sorgularında da genelde aynı biçimde beyanda bulundukları, bunlardan İbrahim Aksoy’un, bildirinin, kurultayın almış olduğu karar doğrultusunda parti meclisinin verdiği görev gereğince hazırlandığını söylediği görülmektedir. Ön savunmada, dağıtılmadığı söylenen bildirinin hangi organın tasarrufu olduğuna, bu konuda parti meclisinin bir kararının bulunup bulunmadığının araştırılmadığına ilişkin olarak ileri sürülen görüşlerin ibrahim Aksoy’un bu beyanıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinin 1993/115 esas sayılı dava dosyasındaki belgelere göre, bildirilerin Diyarbakır, Malatya ve Gaziantep illerinde dağıtılamamakla beraber, Ankara, İzmir ve Manisa’da dağıtıldığı anlaşılmaktadır.
Bu suretle, SPY.nın 101. maddesinde öngörülen “bildiri yayınlama” koşulunun gerçekleşmiş olduğu kuşkusuzdur. Davalı parti merkez yürütme kurulunun partinin kapatılmasına neden olma yönünden hukuki konumu hakkında iddianamede yeterli açıklama yapılmıştır. Merkez yürütme kurulunun bu bildiriyi kendisine kurultayca ya da parti meclisince verilen görev gereği yayınlamış olması da davalı partinin SPY.nın 101. maddesi karşısındaki hukuki durumunda bir değişiklik meydana getirici nitelikte değildir. Çünkü, kurultayın ya da parti meclisinin dahi bu nitelikte bir bildiri yayınlaması SPY’nın 101. maddesinin (b) bendine göre başlıbaşına birer kapatma nedenidir. Bu durum karşısında, dava konusu bildirinin kökeninin araştırılması, Yüksek Mahkemenizin önünde bulunan dava yönünden gerekli bulunmamaktadır.
Cumhuriyet Başsavcılığımızca yürütülen soruşturmada hiçbir kuşku ve duraksamaya yer vermeyen, tamamen objektif nitelikteki kanıtların elde edilmesi sonucu, Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının 163. maddesi anlamında, bunlar yeterli görülerek Yüksek Mahkemenize işbu dava açılmıştır.
Açıklanan hususlar göz önünde buludurulduğunda, ön savunmada ileri sürülen konuşmalar hakkında, yapıldığı ülkelerin resmi makamlarından bilgi alınmadığına, Yaşar Kaya’nın genel başkan sıfatıyla davet edilip katıldığına ilişkin belge ibraz edilmediğine, Erbil konuşmasını içeren kasetin nereden sağlandığının belli olmadığına, kasetlerin montaj olabileceğine, çevirinin öze uygun bulunmadığına, hukuka ve ahlaka aykırı olarak elde edilen kanıtların değerledirilemeyeceğine, merkez yürütme kurulu bildirisinin kökeninin araştırılmadığına dair savunmaların reddi gerekir. Ayrıca, ön savunmanın 1. bendinde ileri sürülen ve iddianameninin Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine dair isteğin de hiçbir yasal dayanağı yoktur. Zira, Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası, SPY ve 2949 sayılı Yasada böyle bir işleme olanak veren bir düzenleme yer almamıştır.
8- Bonn ve Erbil konuşmaları ile ilgili kanıt sağlama yönünden süre tanınması isteği:
Yukarıda yeterince belirtildiği üzere, görülmekte olan kapatma davasıyla doğrudan ilişkili olan bütün maddi, somut ve esas hakkında hüküm kurmaya elverişli kanıtlar, objektif biçimde toplanıp Yüksek Mahkemenize sunulmuş olduğundan ek süre isteğinin reddi gerekir.
9- Dava sonucundan etkilenebilecek olan tüm partili milletvekilleri ile parti yöneticilerinin sözlü olarak dinlenmeleri isteği:
SPY.nın 98. maddesinin birinci fıkrası ile 2949 sayılı Yasanın 33. maddesine göre, parti kapatma davalarında Anayasa Mahkemesi gerekli gördüğü hallerde sözlü açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu hakkında bilgisi olanları çağırma yetkisine sahiptir. Bu nedenle, böyle bir işleme gerek görülüp görülmeyeceği Yüksek Mahkemenizce değerlendirilecek bir husustur.
10- Davanın esasına gelince; davanın yasal dayanakları, gerekçeleri ve kanıtları iddianamede açıkça ve ayrıntılı biçimde ortaya konmuş, parti adına yapılan konuşmalar ile yayınlanan bildirinin içerikleri çözümlenmiş, Anayasa ve SPY’nda düzenlenmiş olan bu davayla ilgili kapatma nedenleri öğreti ve artık kökleşmiş bir nitelik kazanmış olan Yüksek Mahkemenizin uygulamaları ışığında açıklanmış ve son olarak, konuşmalar ile bildiri bu yasa hükümleri karşısında irdelenerek var olan kanıtlara göre davalı siyasal partinin kapatılması gerektiği sonucuna varılmıştır. Davanın ilerleyişinde, kanıtlarda bir değişiklik meydana gelmediğinden sonuç bağlamında yeni bir husus bildirilecek değildir.
Ancak, davalı parti merkez yürütme kurulunun dava konusu bildirisinde, varlığı öne sürülen Kürt sorunun AGİK süreci ve Paris Şartı’na uygun olarak çözümü için adımlar atılması gerektiğinin beyan edilmesine ek olarak, ön savunmanın 7. bendinde, Anayasanın 90. maddesi uyarınca iç hukuk kuralı haline gelmiş olan İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme’nin düşünce, örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen ve ırk, din, dil, mezhep ayırımı yapılamayacağına dair hükümleri karşısında, kapatma davasının yasal dayanaklarının bulunmadığının belirtildiği gözetilerek bu konudaki Cumhuriyet Başsavcılığımızın görüşünün açıklanmasına gerek görülmüştür.
Helsinki Sonuç Belgesi ile Yeni Bir Avrupa için Paris Antlaşması (Şartı) nın hukuksal niteliği ve ana hatlarıyla ilkeleri ve hedefleri hakkında iddianamede, davayla olan ilgisi ölçüsünde açıklama yapılmış ve bu uluslararası belgelerin, devletin ülkesi ve ulusuyla tümlüğünü bozmaya yönelik girişimlere olanak veren hükümler taşımadığı ve bu nedenle öne sürülen çözüme esas alınmaları çağrısının hiçbir hukuksal dayanağının bulunmadığı belirtilmiştir.
Ön savunmada belirtilen İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye gelince, bu sözleşme genel olarak, insan Hakları Evrensel Bildirgesindeki kişisel ve siyasal hakları güvence altına almaktadır. Ancak, bu sözleşme ve eki protokollerde azınlıklar ve etnik gruplara ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Sözü edilen her iki uluslararası metinde düzenlenmiş olan hak ve özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına dahil edilmişlerdir. Kaldıkı, bu belgelerdeki hak ve özgürlükler sınırsız da değildir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 29. maddesinde, “Herkes haklarını kullanmak ve hürriyetlerden istifade etmek hususlarında ancak kanun ile sırf başkalarının hak ve hürriyetlerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak maksadıyla ve demokratik bir cemiyette ahlak, nizam ve genel refahın muhik icaplarını karşılamak için tespit edilmiş kayıtlamalara tabidir.” denilmiş, 30. maddesinde de, “İşbu beyannamenin hiçbir hükmü, içinde ilan olunan hak ve hürriyetlerin bir devlet, zümre veya fert tarafından yok edilmesini güden bir faaliyete girişmeye veya bilfiil bunu işlemeye herhangi bir hak gerektirir mahiyette yorumlanamaz.” hükmü getirilmiştir. insan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesinin 11. maddesinin ikinci fıkrası da, “Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta zaruri tedbirler mahiyetinde olarak milli güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı muhafazının, suçun önlenmesinin sağlığın ve ahlakın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulur.
Bu madde, bu hakların kullanılmasında idare, silahlı kuvvetler veya zabıta mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir.” şeklindeki hükmü ile sözleşmede yer alan hak ve hürriyetlerin ulusal güvenlik, kamu güvenliği ve düzenin korunması vs. amaçlarıyla sınırlanabileceğini kabul etmiş, 17. maddesinde de, “Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa veya ferde işbu sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yokedilmesini veya mezkûr sözleşmede derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tabi tutulmasını istihdaf eden bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya matuf herhangi bir hak sağlandığı şeklinde tefsir edilemez.” kuralını getirmiştir.
Anayasa ve SPY.da öngörülen, siyasal partilere ilişkin yasaklamalar, sözleşmede yer alan özgürlükleri kaldırıp azaltma anlamında ve demokratik toplum düzenin gereklerine aykırı görülemez. Bunlar, Uluslararası Hukukta var olan egemenliği, ülke ve ulus bütünlüğünü korumaya, ırkçılığa dayalı bölünmeleri önlemeğe yöneliktir.
Davalı parti, İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin 11. maddesinin ikinci fıkrası ile 17. maddesinde düzenlenmiş olan kurallarla bağdaşmayacak biçimde faaliyette bulunmuştur. Özellikle, araç farklı olmakla birlikte Demokrasi Partisi’nin faaliyetlerindeki amaç ile bölücü terör örgütü mensuplarının amacı arasındaki benzerlik dikkat çekici ve anlamlıdır.
Yüksek Mahkemeniz de, parti kapatılması ile ilgili 10.7.1992 gün, E.1992/2, K.1992/1 sayılı, 14.7.1993 gün, E.1993/1, K.1993/1 ve en son olarak 23.11.1993 gün, E.1993/1, K.1993/2 sayılı kararlarında davanın konusuyla ilgili olarak sözü edilen uluslararası belgeleri aynı biçimde yorumlamış bulunmaktadır.
Sonuç :
2.12.1993 günlü iddianamemizde ve onu tamamlayıcı nitelikte yukarıda yasal dayanakları ve gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı Demokrasi Partisi’nin eski genel başkanının Bonn ve Erbil kentlerinde yapmış olduğu konuşmalar ve parti merkez yürütme kurulunun yayınlamış olduğu “Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildirisinde, Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2., 3., 14. ve 69. maddelerine ve SPY.nın 78. maddesinin (a) ve (b), 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı nitelikte beyan ve açıklamaların mevcut olduğu anlaşıldığından,
Demokrasi Partisi’nin SPY.nın 101. maddesinin (b) bendi gereğince kapatılmasına karar verilmesini arz ve talep ederim.”
IV- DAVALI PARTİ TEMSİLCİLERİNİN SÖZLÜ AÇIKLAMALARI
22.3.l994 günü yapılan Sözlü Açıklama’da davalı Parti Genel Başkan Vekili Remzi KARTAL ile davalı Parti Vekili Avukat Hasip Kaplan doğrudan ve yönetilen sorulara yanıt olarak aynen şunları söylemişlerdir:
REMZİ KARTAL- Dosyamızda partimizin kapatılmasıyla ilgili delil olarak gündeme getirilen konular eski Genel Başkan Sayın Yaşar Kaya’nın yurtdışında yaptığı iki konuşma, bir de parti merkez yürütme kurulunun “bu Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır” başlığı altındaki bir bildirisi söz konusudur. Sayın Yaşar Kaya’nın yurtdışında yaptığı konuşmalar sürecinde ben partinin parti meclisi ve diğer yetkili organlarında yoktum, bu vesileyle kendisi de basından anladığımız kadarıyla yurt dışındadır, kendilerinin de aynı zamanda avukatları olarak Sayın Hasip Kaplan belki o konuyla ilgili söylemesi gereken cevapları, bilgileri sizlere herhalde sunacaktır. Ben ancak bu barış çağrısıyla ilgili bir iki şey söylemek istiyorum.
Bu bildiride ele alınan konulardan dolayı ülkenin bölünmez bütünlüğünü hedeflemek, ülkeyi bölmek, milletiyle, ülkesiyle bölünmez bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini bu anlamda zaafa uğratmak amacı taşınmamıştır. Daha çok Türkiye’de var olan toplumsal sorunları kendi partimizin düşünceleri doğrultusunda teşhis ve bunların tedavisi doğrultusunda Türkiye toplumuna, Parlamentosuna katkı sağlamak, bunların Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde iç barışını hedefleyerek nasıl çözülebilir konusunda olayın adını teşhisini de kendimize göre koyarak kaleme alınan bir bildiridir. Kaldıki, Türkiye’de Türk kimliğinden kültüründen başka bir etnik kimliğin varlığını ifade etmek ve bu kimliğin Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde kendisini ifade etmesine olanak tanımakla ilgili iddialar bizim partimizin dışında da çeşitli partiler ve kurumlar tarafından dile getirilmiştir, bugüne dek. 49. uncu ve 50 nci hükümetlerin koalisyon protokolü ve programında bu konu çok açıktır. Bu yapıların varlığı, bu yapıların demokratik sistem içerisinde Türkiye’nin kültür mozaiği olduğu, bunların ifade edilmesi için gerekli yasal düzenlemelerin demokratik açılımların sağlanacağı ifade edilmiştir. Aynı şekilde Sosyaldemokrat Halkçı Parti tarafından da daha önce yine Güneydoğu olayları ve Kürt sorunuyla ilgili yapılan çalışmalarda aynı çerçevede konu ele alınmış.
Aynı şekilde 49 uncu Hükümetin Başbakanı, bugün Cumhurbaşkanı olan Sayın Demirel’in gerek o zamanki ifadelerinde gerekse bu son günlerde yine basına yansıyan ifadelerinde benzer şeyler ifade edilmiştir.
Burada amaç Demokrasi Partisinin kaleme aldığı bildirisinde amaç: Türkiye’nin mevcut millet bütünlüğünü bölmek, parçalamak ve Türkiye toprakları üzerinde bir bölümünü ayrı bir devlet şeklinde Türkiye’nin bütünlüğünden ayırmak gibi bir maksat söz konusu değildir. Bize göre bugünkü Anayasamız siyasî partilerin bu faaliyetleri açısından birtakım sınırlamalar getirse de Türkiye’nin var olan sorunlarının konuşulması, tartışılması ve yine Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türkiye’nin diğer sivil örgütleriyle, kamuoyuyla oluşturulacak bir irade çerçevesinde bu sorunlara çözüm bulunması inancıyla hareket edilerek partimizin düşüncelerini bu vesileyle ifade etmiştir. Ve yine Türkiye olarak uluslararası arenada altına imza koyduğumuz Paris Şartı, işte Helsinki Nihaî Senedi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi birçok sözleşmenin de bizlere bu çerçevede sorunlarımızı çözebilme, tartışabilme, konuşabilme olanağını sağladığına inanıyoruz. Bu açıdan ben, Yüksek Mahkemenize birazdan hoşgörünüze sığınarak şunu ifade etmek istiyorum; hukukçu değilim, böyle bir mahkemede de ilk kez ifade veriyorum, bu anlamda bir eksiklik de olursa hoşgörünüzü istirham ediyorum.
Türkiye’nin çok zor bir dönemden geçtiğine inanıyoruz. Bu zor süreçte var olan sorunlarını demokratik bir sistem içerisinde çözebilme, sıkıntılarını aşabilme, ülke bütünlüğünü sağlama, iç barışını sağlama ve gerek Ortadoğuda gerekse dünya konjonktüründe güçlü bir Türkiye’nin yaratılabilmesi bugün Türkiye’de siyaset yapan kurumların sorumluluğu içerisindedir. Bizim anlayışımıza göre türkiye’nin var olan sorunlarını bu çerçevede çözüme kavuşturma yükümlülüğünde olan siyasî güçler bugünkü uyguladıkları tercih ettikleri siyasî politikalarla alternatif politikalarla Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdir. Türk halkına karşı, Türkiye’ye karşı ileride tarihte büyük bir vebal altında olduklarına inanıyoruz. Biz parti olarak bu süreçte Türkiye’nin var olan sorunlarının konuşulup tartışılabileceği bir ortamın sorunlarının çözümü için birinci şart olduğuna inanıyoruz. Meclisteki varlık nedenimizi buna bağlıyoruz, konuşmalarımızın amacı bu, belki bazı kurumlara göre bazı odaklarla siyasî partilere göre onların değerlendirmelerine göre maksadını aşan konuşmalar olmuş olabilir, yanlış bulunmuş olabilir, ama hedef, amaç bu sorunların tartışılıp konuşulduğu ortamı yaratmak gerek Meclis içinde gerekse Meclis dışında ve bu tartışma ortamında düşünce serbestliği ortamında Türkiye’nin sorunlarının çözümünün gündeme getirilmesini sağlamak. Bu bildiri de bu çerçevede kaleme alınmıştır. Partimizin bu bildiriyle ülkenin bölünmez bütünlüğüne, ülke ve millet bütünlüğüne yönelik bir düşünce içerisinde olmadığını ifade etmek istiyorum.
Av.HASİP KAPLAN- “Kanımca bugün burada tartıştığımız konu bir hukukî konu olmakla beraber bir siyasî partinin kapatılma davası olmakla aynı zamanda Türkiye Siyasal yaşamını, toplumsal yapısını günün gelişen koşullarını ve dünya konjonktürünü bütün bu etkenleri beraber bu çerçevede değerlendirmeyi gerektiren çok önemli bir konu. O açıdan biz, savunma olarak bu davaya hiçbir zaman meri yasalar yönünden kanun tatbiki anlamında dar anlamda bakmadık, bakmak istemiyoruz, Yüce Mahkemenin de birçok kararında hukukun evrensel ilkelerinin onun ötesinde uluslararası sözleşmelerle şekillenen ve dünya devletlerinin o uluslar üstü anayasaya doğru iç mevzuatlarını yönlendirmeye başlayan bir hukuk değişiminin yapısı içinde ben şöyle düşünüyorum bir avukat olarak, acaba Türkiye Cumhuriyeti Devleti iki konuşma ve bir bildiriyle bölünebilir mi’ Acaba Türkiye Cumhuriyeti devletinde düşünce ne zamana kadar suç ve yasak olmaya devam edecek’
Tabiî ben bunları düşünürken başından sonuna kadar olan bir süreci sürekli gözlerimizin önüne getiriyorum ve biz ön savunmamızda önemle bir beklentici mesele olarak hem Ankara DGM davalarını hem de Avrupa İnsan Hakları Komisyonunda şu an görülmekte olan ve önemi itibariyle öne alınan hızlandırılan bu Nisan toplantısında Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun gündemine alınan Halkın Emek Partisi davasının bekletici mesele sayılmasında ülkemiz demokrasisi açısından büyük yararlar olduğuna inanıyorum.
Ben, bu konuda Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna yaptığımız başvuruda tabiî ki bireysel başvuru olması nedeniyle Yüce Mahkemenin kararında fiileri kapatılmaya engel olan Sayın Feridun Yazar, Sayın Ahmet Karataş ve Sayın İbrahim Aksoy’un başvurularını aynı zamanda tüzelkişi parti olarak yapmıştı. Ve şunu ifade etmek istiyorum, l0-l5 gün önce Strazburg’daydım, düşünce açıklamaları düşünce özgürlüğüyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ilgili hükümleri ve şiddet eylemleri arasında çok ciddi bir ayrım ve değerlendirmenin yapıldığını gördüm ve ben bu belgeyi sunuyorum, bu davaların orada derdest olduğuna dair bir belgedir.
Diğer bir konuyu önemle açıklamak istiyorum: Bizim 82 Anayasasının 90 ıncı maddesinde imzacısı olduğumuz onayladığımız ve yürürlüğe giren ki, ben tarihe bir bakıyorum l954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalamışız, 5366 sayılı yasa ile yürürlüğe girmiş; ancak çok yıllar sonra l987 yılında Türkiye bireysel başvuru hakkını kabul etmiş ve bugün komisyonda değerli hocamız Sayın Şeref Gözübüyük, üyeler, arkasından l990 yanında Avrupa Bakanlar Komitesinin siyasi denetimi dışında Avrupa İnsan Hakları Adalet Divanının yargı yetkisi kabul edilerek bugün Sayın Gölcüklü Hocamızın üye olduğu Türkiye’yi temsil ettiği divanının da denetiminde olduğumuzu burada önemle belirtmek istiyorum. Burası elbetteki iç hukukta kesin ve nihaî kararını veren yüce mahkemedir, ancak bu yüce mahkemenin de kararlarının hukukun evrensel ilkeleri ve imzacısı olduğumuz uluslararası sözleşmeler açısından denetime tabi olduğunuz ve bizi ülke olarak bağladığını belirtmek istiyorum. Ve buna bir örnek olarak da benim savunmasını yaptığım kamuoyunda Yeşilyurt dışkı yedirme davası olarak adlandırılan ve açıklıkla ifade edeyim ki, savunma avukatı olarak bizim gösterdiğimiz ve iyi niyet ve dostane çözümle biten bu davada devlet yükümlülüğü gereği 4 milyar lira tazminat ödemeyi kabullanmıştir. Bunun belgesini arz etmek istiyorum. Çünkü hem memurin yasasının değişimini kabul eden türkiye Cumhuriyeti Hükümeti hem de tazminat ödemeyi kabul etmiştir, ancak bu arada gururla belirtmek istiyorum ki, Strazburg’daki duruşmada l2 Ocak l993’te yüce mahkemenin memurin muhakematının altıncı maddesinin iptaline dair olan iptal kararını sunduğumda komisyondaki tüm üyelerin hukukçu olmayan bu idare kurullarının kararlarının kesin olması, iptal yönündeki bu karara büyük ilgi göstermişlerdir, büyük etki yapmıştır. Türkiye’de mevzuatta bu değişikliği kabul etmiştir, ancak Yüce Anayasa Mahkemesi Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinden önce bu yasayı iptal etmekle daha önce davranmış oldu ve Yüce Mahkemenin bu kararına mütefarık olarak kişi başına 300 bin Frank tazminat ödemeyi taahhüt eden dostane çözüm kararını sunmak istiyorum.
Şimdi bunlar gerçekten bir hukukçu olarak hem hoşuma gidiyor bazı yanları hem gitmiyor. Çünkü bu davamızda muhtemelen olabilir olumlu veya olumsuz karara göre Strazburg’a gitme durumu söz konusu olabilir. Ancak biz şunu belirtirken özellikle Fransa’da iç hukukun önemle Avusturya, İtalya, Danimarka’daki iç hukukun giderek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi doğrultusunda şekillendiğini belirtmek istiyorum. Bu şekillenme en başta düşünce özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında ifadesini bulmakta ve bunun sınırı olarak da demokratik toplum gösterilmektedir. Bu nedenle Halkın Emek Partisinin Avrupa İnsan Hakları Komisyonundaki davasını bekletici mesele olmasında ve hatta Yüce Mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna başvurarak bir yazıyla bu dava akibetinin sorularak bilgi istenilmesinde kanımca bir hukukçu olarak ben yarar bulmaktayım. Hatta sonuçlanma süreci açısından da buna bir gereksinim olduğuna inanıyorum 90 ıncı madde uyarınca iç hukuk hükmü halinde olan bu sözleşmeler uyarınca Yüce Mahkemenin böyle bir istemde bulunması kanımca çok hukukîdir. Ben öyle değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Diğer bir noktaya değinmek istiyorum: eski Genel Başkan Yaşar Kaya’nın Erbil ve Bonn konuşmalarını ben bir hukuk devletinde gerçekten usulün, soruşturmanın, kovuşturmanın, her şeyin hukukun ilkelerine göre yapılması gerektiğine inanan bir hukukçuyum. Erbil bugün Kuzey Irak’ta bir Kürt şehri, orada Kuzey Irak Kürdistan Demokrat Partisinin bir kongresi yapılıyor, SHP, ANAP, Menderes’in Partisi şu an demokrat Parti oldu, onun temsilcilerinin çağrıldığı katıldığı bir toplantı yapıldı ve bu toplantıda Sayın yaşar kaya Kürtçe bir konuşma yapıyor. Ankara DGM Savcılığı bunu bir iddianame tanzim ederek deniliyor ki, yaşar Kaya bölücülük suçunu Irak’taki Kürdistan Demokrat Partisi seçime girmiş, gayri resmi de olsa bir federe meclisi olan Kürtçe dili olan, Kürtçe eğitimini yapan, hatta Kürtçe mahkemeleri, Kürt mahkemeleri olan fakat devletler hukuku açısından baktığımızda resmi olarak değil, defakta olarak var olan şu veya bu nedenle bir gerçeklik ve o gerçekliğe biz Türkiye’den kalkıyoruz gidiyoruz onlara bölücülük yapacağız. Bunun hiçbir inandırıcılığı yok. Tabiî l40 ıncı madde yürürlükten kaldırıldı, 3713 sayılı yasayla ve bakanlar Kurulunun gündeminde l40’ın boşluğunu doldurmak üzere Türkiye dışında Türkiye aleyhine yapılan konuşmalarla ilgili müeyyide getirici yeni bir yasa çalışması da şekillenmedi Meclisten geçmedi. Bu da kapatma gerekçesi kapsamında. Tabiî cezai yönü bu. Anayasal açıdan denetlendiğinde belki farklı yorumlanabilir, ancak bir hukukçu olarak bir savunma avukatı olarak biz bu konuşmada ve Bonn konuşmasında özellikle temsil, davetiye, katılım, katılımdan sonra yapılan konuşmanın usule uygun, hukuka uygun tartışma götürmeyecek delillerle saptanması gerektiğine inanıyoruz. Erbil konuşmasının bir kaseti var, Ankara DGM’de Sayın Yaşar Kaya tutuklandığında elde ne konuşma metni vardı, ne de kaset vardı, ikisi de yoktu, tutuklandıktan üç ay sonra bir gün duruşmanın sonunda iddia makamı Genel Kurmay kaynaklı bir kasetin olduğunu söyleyip sundular. Sayın Yaşar Kaya da bu kasetteki konuşmaların konuşmanın tümünü kapsamadığını belirtti, tutanaklarda bunlar var.
Şimdi efendim, Anayasa mahkemesinin kapatma iddialarından birisi bu. Önce biz sağlıklı bir tespit yapmak zorundayız. Böyle bir konuşma var mıdır, yok mudur’ Kürtçe tercüme konusunu ciddi düşünmemiz gerekiyor, Kürtçe tercümeler doğru mudur, değil midir’ Bunu hangi kaynak temin etti, nasıl etti. Yani biz, vicdanî delil sistemini benimseyen, ceza sisteminde özellikle bir ülke olabiliriz ancak bizim vicdani delil sistemini benimsememiz bu tür delilleri kabul anlamında olmamalı diye düşünüyorum.
Bonn konuşmasında ise, parti adına bir davet tespiti yok. Ve henüz kurulmuş olan Demokrasi Partisinin henüz kurulduğu günlerde yeni kurulduğu günlerde Sayın Yaşar Kaya’nın bulunduğu bir toplantıdaki konuşması kapatılma gerekçesi. Ben iki konuşmayı da izledim, iyice düşündüm…
Soru üzerine; İzledim derken, inceledim bağışlayın teyp kaseti de var, izleme derken o kasetleri de ben kastettim. Video bantlarını, DGM’de var, Ankara devlet Güvenlik Mahkemesinde var, Yüce Mahkemeye de sunulmuş olabilir dedikten sonra devamla;
Şimdi efendim bu iki konuşmanın içeriği DEP l25 inci madde anlamında bir bölücülük iddiasının sübut kanıtları yok. Yani şu sınırı çizeceğiz, şu örgütte şu devleti kuracağız, şu renkte bayrağı kuracağız, şu rejimle ülkeyi yöneteceğiz değil; tümlük dikkate alındığı zaman, demokratik hak ve istemler eşit ve barış içinde, kardeşçe yaşama isteklerinin ön plana çıktığı görülür. Bu, bir realitesi Türkiye’nin, Anadolu mozayiğinin bir realitesidir; bunu böyle kabul etmek zorundayız. Bu realiteyi Yüce Mahkemenin birçok kararında da görüyoruz; ancak yurttaşlık hukukunu ön plana çıkaran yurttaş hak, ödev, hak ve ödevlerini ön plana çıkaran bir anlayışı, demokratik bir anlayışı bu toplumda oturtmanın yöntemi nedir, henüz bunun siyasal açılımı yapılamamıştır; ancak, benim Yüce Mahkemenin kararlarından edindiğim bir izlenim, yurttaşlık hukukunun, hak eşitliğinin ve ödevlerinin eşitliğinin; örnek olarak Amerikan ulusu, Amerikan vatandaşlık sisteminin benzerinin veya Fransa örneklerinin, Korsika örneğinin Yüce Mahkemenin kararlarında gösterildiğini, biliyorum, görüyorum; ancak, ben Fransa örneğinde şunu da görüyorum: Strazburg’da Avrupa Konseyi binasında yemek yiyoruz, televizyonda Fransızca olmayan bir lisan, devlet televizyonu bu tabiî Alsasca olduğunu söylediler, Alsas Loren Eyaletiymiş ve alta italik olarak Fransızca yazılıyor. Elbette Fransa’yı örnek gösterirken, oradaki mozayiğin de gerçekliğini ve oradaki anayasal yapılanışını da görmek gerektiğini düşünüyoruz.
Ben bu delillerin çok karmaşık deliller olması açısından, sadece subut yönünden bizde tereddütler yarattığını belirttikten sonra, Yüce Mahkemede bir noktayı daha önemle değinmek istiyorum: Ben bir hukukçu olarak rahatsızlık duyduğum bir konu, l96l Anayasası 58 inci maddesiyle siyasî partilerin münhasır denetimi ilke sağlanıyor. Gerekçe de Şu: İlk defa çok partili rejime geçiyoruz. Siyasî parti liderleri keyfi olarak tutuklanmasın, siyasî partiler keyfi olarak kapatılmasın, siyasal hayatın demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak faaliyet yürütebilsinler diye; ancak, l96l Anayasasında yer alan hükümlerin aynı şekilde 82 Anayasasında yer almasına rağmen, siyasî partilerin denetimine bir DGM denetiminin getirildiğini ve Anayasanın bu münhasır yetkisinin, maalesef parçalandığını belirtmek istiyorum. Terörle Mücadele Yasası 9; “Bütün suçlar DGM’de yargılanır” diyor, bu konuda bizim Anayasaya aykırılık iddiamız var, ön savunmada bunu ileri sürdük; ancak, hem cezai yönden DGM’de yargılama, hem de kapatma, orada kişi olarak l25 yok, 8 inci maddeye aykırılık var; l25 olsaydı orada fizikî olarak kişinin idamı, burada da tüzelkişiliğinin idamı; kapatma bence idamdır. Yani, iki idam, mükerrer bir yargılama ve siyasî parti asli organı, o organ sıfatıyla, söylediği sözler nedeniyle kapatılan o siyasî parti, maalesef Anayasanın münhasır yargı denetiminin dışında bir mercide yargılanıyor ve devlet Güvenlik Mahkemeleri cezaî anlamda bu olaya el atmıştır ve bu da bizim hukuk sistemimizin, Anayasamızın, Siyasî Partiler Yasamımızın bir eksikliktir, ulaşamadığımız hukuk devletinde, ulaşamadığımız demokrasinin çağdaşlığa erişemediğimiz bir eksikliği.
Efendim, şimdi bu eksiklikleri nasıl gidereceğiz; biz bu yasaları olduğu gibi uygulayacakmıyız, yoksa hukuksal açıdan içtihat oluşturacak, açılım getirecek ve gerçekten bu tür aksaklıkları giderecek hukuksal değişimi mi sağlayacağız. Elbetteki budur, sağlanacaktır, ben ona inanıyorum; yoksa Hamurabi kanunlarıyla yönetilmeye devam ederdik, hiç de değişim gereksinimi duyulmazdı ve bence bir yasama organına da hukukçular birtakım değişimleri bırakmamalıdır diye düşünüyorum. Hukukçuların da öncülük etme gibi bir yükümlülükleri olduğuna inanıyorum.
Ben buradan öz olarak demokrasi Partisinin kapatılması konusunda biraz fazla acele davranıldığına inanıyorum ve çok zayıf delillerle bir kapatılma isteminde bulunulduğuna inanıyorum; fakat beni ürküten diğer bir yan var. Ben l984 yılına kadar İstanbul’da Avukattım, 84’ten 9l sonuna kadar da memleketim olan Şırnak’ın İdil İlçesinde Avukatlık yaptım, şimdi İstanbul’da Avukatlığa devam ediyorum. Ben 84’te İdil İlçesine gittiğim zaman, İlçenin kaymakamı, jandarma komutanı, oradaki arkadaşlarla rahatlıkla bir köyde, bir vadide hep bir araya oturabiliyorduk, konuşabiliyorduk, bir yemek yiyebiliyorduk. Bu dönemde olaylar var mıydı; yoktu; fakat l984 yılında bizim İlçenin karşısında 48 örgüt üyesinin olduğu yönünde duyumlar vardı. Ve bugün ülkenin geldiği çembere baktığımız zaman, sürekli yasakla forumların budandığını, susturulduğunu, kısıtlandığını ve bunun da giderek illegalitenin yolunu, şiddetin yonulunu genişlettiğini artırdığını ve ülkemizin hiç istemediğimiz bir kaos ortamına geldiğini belirtmek istiyorum. Ben utanç duyuyorum, bir hukukçu, bir aydın olarak l0 sene kaldığım İdil İlçesinden irademin dışında ayrıldım. Ben orada olmak, o toplumda konuşmak isterdim, düşüncelerimi açıklayıp, şiddete teslim olmadan, oradaki gelişmelerin olmasını isterdim; ancak, ne yazık ki, düşüncenin suç ve yasak olması, orada koruculuğu, feodaliteyi, oradaki geri kalmış ilişkileri güçlendirdi ve o bölgede giderek yaygınlaştı. Şimdi bir teneffüs, bir soluk alma, bir alan gerekiyor. Bu alanı Demokrasi Partisi eksik veya tam kullandı, ayrı bir konu; ama, ben Demokrasi Partisinin bugün Türkiye demokrasisine ve özellikle şiddetin durmasına, özellikle akan kanın durmasına hem Demokrasi Partisinin, hem onun benzeri partilerin çok büyük ihtiyacı olduğuna inanıyorum; çünkü, Türkiye’nin imzacısı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmelerine uygun bir hukuk düzenlemesi kaçınılmaz olmuştur. Yüce Mahkemenin de bu konuda kanılarını biliyoruz, kararlarını da okuyoruz. Sayın Başkanın açıklamalarını biliyoruz bu Anayasanın değiştirilmesi gerektiği konusunda, Sayın Meclis Başkanı Sayın Cindoruk’un, Siyasî Parti liderleriyle Anayasa değişikliği konusundaki çalışmalarını biliyoruz ve bu konudaki büyük ölçüde mutabakatı da biliyoruz; ama, bu konudaki aslî görevlerini yerine getiremediklerini de görüyoruz.
Şimdi, böylesi bir dönemin içinden geçilirken, gerçekten çifte standart uygulamadan birtakım gerçeklikleri yaşama geçirip; ama ülkenin hukuk düzeni içinde, demokratik düzen içinde siyasî partiler açısından yaşamını geliştirme yollarını bulması gerektiğini düşünüyoruz ve şu konuda dünkü sabah burada Sayın Cumhurbaşkanımızın açıklaması “Kürtüm diyen varsın desin…” tabiî içinde çok daha anlamlı sözler de var, “Tarihimizi gözden geçirmeliyiz” deniliyor. Ne tesadüftür ki, Sayın Başkanım, Demokrasi Partisinde her Kürt sözcüğünü bir ulusal azınlık yaratma ve ayrıcalıkla suçlayan, iddianameyi düzenleyen Sayın Cumhuriyet Savcımız benim hemşehrimdir. Sanıyorum köken olarak Türk değildir; ama, Türk vatandaşıdır. Ben de kürdüm; ama, Türk vatandaşı olmakla da onur duyuyorum ve sanıyorum Yüce Mahkemenin de üyelerinin içinde Türk vatandaşı; ama, etnik yapısı farklı insanlar olabilir. Bu da bizim güzelliğimiz, gerçekliğimiz. Biz bu güzelliği ve gerçekliği susturarak, toplumda demokrasiye katkı sunacağımıza inanmıyorum. Ve bu kadar uzunca bir açıklama oldu sabırlarınıza teşekkür ediyorum.
“Kürt kimliği tüm sonuçlarıyla birlikte tanınmalı” beyanının açıklanmasıyla ilgili olarak bir üye tarafından sorulan soru üzerine:
REMZİ KARTAL- Bildirinin 2 nci maddesinde Türkiye’nin sosyolojik gerçeğine uygun olarak Kürt kimliği tüm sonuçlarıyla birlikte tanınmalı. Buradaki “Tüm sonuçları” ibaresi, uluslararası sözleşmeler çerçevesinde bir etnik yapının, kimliğin demokratik olarak kendisini ifade etmesiyle ilgili sonuçlardır. – Mesela, dilidir, kültürüdür, televizyonla ilgili, medyayla ilgili, işte gazetedir bu anlamda uluslararası sözleşmelerde Türkiye’nin de altına imza koyduğu, Paris Şartı, bu yani çok detaylandırılmamıştır; ama, daha alt kademelerde, daha alt maddelerde, yani diliyle ilgili, kültürüyle ilgili, radyo, televizyon şeklinde, öbür maddelerde geçiyor. Burada amaç bu yapının Türkiye’nin zenginliği olduğu, kendisini bu etnik yapıda gören insanların kendi kimliklerinin Türkiye’de Cumhuriyet Devletinin çatısı altında yaşayarak, geliştirerek bu ülkeye daha çok sadık, bu vatanın daha çok bütünlüğü içinde kendisini ifade edebileceğine olan inancından kaynaklanıyor. Bu noktadan hareketle öbür maddelerde geçiyor Kürt…. anadilde eğitim hakkı, radyo ve televizyon, Kürtçe yayın, yani bu anlamda öbür maddelerde geçiyor; fakat Anayasa buna uygun mudur; değildir. Bir siyasî parti de konuları tartıştırarak, var olan sorunların çözümü konusunda yasama organının gerekli değişiklikleri yapması, siyasî parti de konuları tartıştırarak, var olan sorunların çözümü konusunda yasama organının gerekli değişiklikleri yapması, siyasî partilerin konuyu gündemlerine alması, bu konuyu eğer mutabakat sağlanırsa, bu anlamda irade beyan edilirse, gerekli tedbirlerin alınmasını hedeflemektedir.
Yine aynı üyenin, acaba ulusal kimlik kazanmış bir gruptan mı, yoksa azınlıktan mı bahsediyorsunuz ‘ sorusu üzerine:
Bildirinin muhtevasında zaten konu sanıyorum açıklığa kavuşuyor. Şimdi Anayasa ve yasalarca garanti altına alınmalıdır. Yani, 2 nci maddenin son cümlesi bahsedilen tüm sonuçların tanınması ve Anayasa ve yasalarca garanti altına alınması… Bu cümleden ülkenin bütünlüğü çok açık bir şekilde anlaşılmış oluyor. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasasının, yasalarının güvenceye aldığı haklar, ülkenin bütünlüğünü riske edecek, sorun yaratacak konular olamaz. Ha nedir azınlık hakları; Türkiye Cumhuriyet Devletinin sınırları içerisinde yaşayan bu insanların kendi kültürlerini, kendi kimliklerini ifade edebilmeleri bunun daha detaylandırılması ise, tabiî ki, türkiye Büyük Millet meclisinin sorunudur. Eğer Meclis, siyasî partiler bu anlamda konunun önemini kabul eder, konuyu gündemine alır, tartıştırırsa, bunu açabilir, tartışabilir ve Meclisten çıkacak kararlarla dil olarak mı, televizyon olarak mı, radyo olarak mı, ne anlaşılıyorsa, o çerçevede demokratik olarak kendilerini ifade etme haklarının verilmesi işaret edilmektedir. Burada sanıyorum yani bildiride bu anlamda.
Siz yani netice olarak azınlık mı diyorsunuz’ sorusu üzerine de: Türkiye’de çoğunluğun dışında bulunan bir grup ise, azınlıktır tabii… Erbil’deki toplantı ile ilgili davetiye olup olmadığı sorusuna karşılık:
Erbil konuşmasının 4 siyasî partiye de resmî davet olduğu belli. Ancak, biz gerçekten şunu açık yüreklilikle belirtmek istiyoruz: Biz çok konudaki savunma delillerimizi parti arşivinden hazırlatıp, bugün bu sözlü savunmada sunmak için hazırlık yapmıştık. Maalesef veremeyiz efendim, l8 Şubat’ta Parti Genel Merkezinin bombalanması sonucu, sonuç ortada, binada kurtulan bir tek şey kalmadı.
Özellikle bu 4 siyasî partiye davetiye vardı; fakat Bonn toplatısıyla ilgili ben araştırdım, bir vekil sıfatıyla araştırdım resmî bir davetiye yoktu; ancak Bonn toplantısında bir yanlışlık vardı, bir yanlış tespit vardı, DGM Başsavcılığının iddianamesinde olsun, Cumhuriyet Başsavcılığının kapatma iddianamesinde olsun Bonn toplantısını PKK lidere Abdullah Öcalan’ın tertiplediği söyle- niyor. Ben de bunu ifade etmek istiyorum: PKK lideri Abdullah Öcalan Almanya’ya giderse hemen tutuklanır. Çünkü orada aranan bir kişi konumunda. Yani, bu durumda o tür bir hukuk devletinde bulunma olanağı olmayan bir kişinin toplantı düzenlemesi mümkün değil; ancak, düzenleyenler bellidir orada. Bir tertip komitesi olur veya bir dernek olur veya bir kuruluş olur. Ha bunun da tespiti mümkündür, diplomatik yoldan bir yazışmayla, yani Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti faksın geliştiği, teknolojinin geliştiği bir çağda Bonn’daki Büyükelçiliğimize bir faksla iki saat sonra faksa tekrar cevabın alabilir. Şimdi ben bunu yadırgıyorum. Bir hukukçu olarak bu tür olanaklarımız var, imkanlarımız var ve inanıyorum ki, Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılıklarının yazışmalarına da büyük hassasiyet ve önemle cevap veriliyor, anında veriliyor. Ama yapılmıyor.
Yaşar Kaya’nın Erbil konuşması ile ilgili bir soru üzerine O kongreye (Erbil) çok sayıda konuk katılmıştı ve bütün konuklara sırayla, sırası geldikçe konuşma hakkı vermişler. Sayın Ercan Karakaş yanılmıyorsam, Anavatan Partisinden şu an ismini hatırlıyamıyorum; ancak Hakkâri milletvekili Esat Canan’la beraber giden bir temsilci ve büyük Değişim Partisinden birer temsilci ile birlikte sırası geldiğinde Sayın Yaşar Kaya’da irticalen bir konuşma yapmış, yani o günün gelişmeleri, o kongrenin havası içinde irticalen bir Kürtçe konuşma yapmış ve takdir edersiniz ki, Yüce Mahkemenin kararlarında da Kürtçe konuşmak artık suç değil, Yüce Mahkemenin kararlarında da son içtihatlarında da var.
Yüze yakın konuşmacı vardır orada, yüze yakın konuşmacı var ve usulen gelen bütün yabancı konuklara konuşma hakkı verilmiş o kongrede. BAŞKAN tarafından “Türkiye’de etnik ve dinsel köken ayrımı yapmadan herkesin bu özelliklerini açıklama özgürlüğü içinde…” hatırlatılması yapılarak “Kimliğin ifadesi olanağı…” nereden başlayıp, nerede biten siyasal, sosyal ve hukuksal boyut taşıyor’ Bana onu açıklarmısınız’ sorusuna karşılık olarak:
Kimliğin ifadesi olanağında bir gerçekti Anayasa mahkemesinin tüm kararlarında görüyoruz, “Türkiye mozayiği vardır” deniliyor. “Türkiye’de Türklerden başka etnik ve azınlık unsurlar vardır” deniliyor. Bütün mahkeme kararlarında var; ama, açılmıyor. Hatta isim olarak da belirtti, “Kürt, Çerkez…” şeklinde de belirtti; ancak, Lozan Anlaşması örneği getiriliyor. Dinî azınlıklar açısından getiriliyor Lozan örneği Anlaşması ve Lozan Anlaşmasında bu dinî azınlıkların birtakım hakları var, eğitim, okullaşma, yayın olanakları var. İlginç bir şey belirtmek istiyorum: Benim İlçem İdil’de ilk Müslüman aile bizdik, tamamı Süryaniydi. Ama, ne yazık ki, şu an 25 hane var. Mardin’in Sayın Cumhuriyet Başsavcımızın sanıyorum memleketi oranın büyük çoğunluğu Süryaniydi, şimdi l5-20 hane var. Şimdi bu Süryaniler de Lozan’a temsilci gönderdikleri zaman o dönemin metropolitanı o kadar kendini Mezopotamya’nın mozayiğiyle bütünleştirmiş ki, “Biz kendimizi ayrı bir azınlık hissetmiyoruz ve bir hak ve talebimiz yoktur” demiştir ve Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi Süryaniler azınlık statüsüne girmemiştir; ama kiliselerinde bugüne kadar yapmışlardır eğitimlerini ve devlet tarafından bir baskı da kendilerine yapılmamıştır.
Şimdi, bunun yanında, Türkiye’de benim annem – yakında vefat etti – tek kelime Türkçe bilmiyordu ve ben anlaşmak için elbetteki Kürtçe konuşmak zorundaydım. Bir Kürtçe konuşma dili var. Normal günlük yaşamda var, Anayasa Mahkemesi kararlarında da var. Bugün 20 büyük televizyon, l00’ü aşkın televizyon bölgesel, bini aşkın radyo var. Biz Fransa’nın Korsika örneğini verirken, evet, Fransa Anayasasındaki birlik, üniter yapıyı koyuyoruz demokratik toplum içinde; ancak, her nedense Alsas Loren’deki dil hakkını özgürlüğünü kullanma, televizyon hakkını kullanıyorlar, eğitim hakkını kullanıyorlar, okullarda kullanıyorlar görmezlikten geliyor… Bask modelinde eyalet sistemi.. İngiltere’nin Galler örneğinde, Belçika’nın Flemenkler olayında, kantonlar olayında, İsviçre’nin kantonlar olayında, hepsinde var ve bu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin son koalisyon hükümetinin programında resmî bir ifade olarak “Kürt realitesi” olarak ifade edildi. Kürt realitesi, kimlikten öte bir geniş anlamı olan bir kelime; ama, Kürt realitesini ifade eden Doğru Yol Partisi ve SHP hakkında kapatılma davası açılmamıştır. SHP’nin Doğu, Güneydoğu Raporu 1989 senesinde yazılmıştır ve orada ben o dönemde o partinin merkez yöneticiliğini yapıyordum. Kürt kimliği, hatta Kürt enstitülerinin kurulmasına kadar geniş bir süreç içinde bir ifade, bir anlatım var. Onlar da kapatılma gerekçesi yapılmamıştır, açılmamıştır ve geçmiş siyasî parti kapatma davalarına bakıyorum; küçük sosyalist partiler ve son olarak demokrasi Partisi, oy oranlarına baktığınız zaman sosyalist partilerin yüzde l’i bulmuyor. Demokrasi Partisi yüzde 3 müdür, 7 midir; tartışma konusu; çünkü, özgür bir henüz seçenekten sandığa ulaşmadı. Şimdi, Kürt kimliğinin sınırı şudur: Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, üniter birlik yapısı içinde, bütünlük yapısı içinde kendi dilinden kaynaklanan, kendi kültüründen kaynaklanan ve doğallıktan gelen, doğuşla kabul edilen bu hakların özgürce kullanımı, çağdaşça kullanımı demektir. Yani nevruzun resmî bayram olması için benim ilçemde veya komşu ilçem Çizre’de ille 50 kişinin ölmesini beklememek gerektiğini düşünüyorum bir hukukçu olarak. Yine Kürt dilinin televizyonda söylenmesi korkutmamalıdır. Yani, resmî olarak, devlet kaynaklı olarak devlet bunu belki ilk aşamada yapmayabilir; ama yapmasında kanımca denetimsel olarak yarar vardır, tıpkı Fransa örneğinde olduğu gibi, ama özel televizyonlarda bir Kürtçe türkünün söylenmesi bu ülkede kardeşliğe mi katkı sunar, ayrıcalıklığa mı katkı sunar’ Bu çok önemli bir tespittir, bunu çok iyi görmek lazım. Eğer biz bunu göremiyorsak, şimdi Yüce Mahkeme sadece Demokrasi Partisinin kapatılmasıyla uğraşırken, Sayın Çiller’in partisi de Diyarbakır’da Şivan’ın kasetleriyle seçim propagandası yaparsa, Şırnak’ta -açık konuşayım- Anavatan Partisi Kürt gruplarının türküleriyle seçim propagandası yaparsaki, bunların hepsi bir reailite ve yapılıyor- onlara müeyyide uygulanmazsa ve sadece ve sadece o bölgede güçlü olan bir partiye bu müeyyide uygulamaya kalkar, teneffüs, soluk alma olanağı kalmaz. DEP de kapatılırsa Sayın Başkanım, ne olacak orada’ Başka parti olacak mı’ Şu an yok. Olmayınca… Yani, şimdi ben buraya getiriyorum, kimlik ifadesini demokratik toplum sınırları içinde ve çok net söylüyorum, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ölçüsünde ve çok net söylüyorum, biz Türkiye Cumhuriyeti olarak yükümlülüğümüz var. Pakta sun selvanda, ahde vefa, yani sözleşmeye saygı ve okuyorum Sayın Başkanım; kimliğe cevabımı veriyorum bu maddede (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi l4 üncü madde): “Bu sözleşmede öne sürülmüş olan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ya da toplumsal köken, bir ulusal azınlıktan olma, mülkiyet, doğuş ve benzeri başka bir statü ayrımı gözetilmeksizin herkes için sağlanır.” Bu net. Paris Şartı insanî boyut kararlarına bakıyoruz: Artık Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olarak, Ortadoğu’da parlayan bir yıldız olarak Avrupa’nın 32 üyeli konseyinin bir üyesi olarak, çağdaş bir devlet olma iddiasında olarak 21 inci yüzyılın son çeyreğine altı kala bu tür basit şeyleri aşabilmesi gerekir diye düşünüyorum. Laz kökenli vatandaşlarımızı, Çerkez kökenli vatandaşlarımızı, Arnavut kökenli vatandaşlarımızı ulusal azınlıklar kapsamında mı görüyorsunuz ya da görmüyür musunuz’ sorusuna karşılık:
Türkiye’de resmî Devlet İstatistik Enstitüsünün kayıtlarını araştırırsanız Sayın Başkanım, çok yakın tarihe kadar nerede kaç Kürt, kaç Laz, kaçı Arapça konuşuyor, kaçı Türkçe konuşuyor, kayıtları var. Yani tek parti döneminde bile var. Bugün yok. Olması gereken bugünde yok. Bu bilimsel bir tanım, bir sosyolojik tanım, bir tarihsel sürecin getirdiği bir tanım. Bu ulusal ekaliyet olma veya azınlık olma veya ulus olma veya halk olma, hiç önemli değil bence. Yani, l5 milyon da olabilir, 2 milyon da olabilir, Bosna-Hersek bugün 2,5 milyon Boşnak Müslümandır, İsrail 3 milyondur, yani sayılar ifade etmiyor.
Şimdi, bu sayı azınlık olma veya çoğunluk olma. Bu sayı olayı kişinin doğuşundan gelen, dilinden gelen, kültüründen gelen, tarihinden gelen haklarının demokratik bir toplumda kullanılması için bu tür kavramların bir anlamı yoktur. Bu tür kavramlar birtakım haklar doğururlar kaygı ve korkusundan kurtulmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinde biz gerçekten düşünüyorum bazen, o bölgede olayların içinde yaşayan bir insan olarak diyorum ki binlerce yıllık beraberliğimiz, kardeşliğimiz, din birlikteliğimiz, akrabalıklarımız, ekonomik ortaklıklarımız, bunca güçlü bir bağımız olmasaydı biz birbirimize karşı bu kadar hor davranan insanlar çoktan Yugoslavya’nın Krayine bölgesini aşmış olurdu. Ben bir hukukçu olarak bunu çok net olarak görüyorum ve şunu isterdim ki, Yüce Mahkeme bu konuda toplumsal barışın sağlanması konusunda bir öncülük, gerçekten bir açılım versin. Çünkü bir tıkanılmışlık, bir kaos var ülkemizde ve bu kaos, milletvekillerini atabiliriz, partiler kapanabilir; hiçbir şey çözmez, A gider, B gelir, yani değişmez. Onun yerine başkası gelir, ama bir gerçek değişmez, hergün daha da boyutlanıyor olaylar ve bu azalmıyor. Olaylar tırmanıyor azalmıyor. Buna bir demokratik teneffüse ben Meclisin, Yasama organının yapısını ne yazık ki müsait görmüyorum. Zaman zaman, demin gösterdiğim gazete örneğinde Sayın Demirel’in bu tür açıklamaları bu sıkıntının ifadesidir, bir çözüm arayışıdır.
Sizin okuduğunuz l4 üncü maddedeki hakları bağlayacağınız kurumsal yapı nedir, ne olarak görüyorsunuz Türkiye’deki Kürt vatandaşlarımızı o madde içinde’ Sorusuna cevaben;
Kısa ve net cevap vereyim: Ulusal ya da toplumsal köken diyorum. Azınlık, halk, etnik grup demiyorum. Ulusal ya da toplumsal köken. Bilen tek bir vatandaşımız vardı, o da … vefat etti. Ulusal ya da toplumsal köken…ben sözleşmenin maddesini aynen yazmışım burada. Aynı şey Paris Şartı, Helsinki Nihai Senedinde de daha geniş olarak var.
Sık sık halk ve halklar sözcükleri kullanılıyor. Bu sözcükleri parti nasıl tanımlıyor, hangi anlamda kullanıyor bunları’ sorusuna karşılık:
Türkiye’de veya Türkiye gibi tarihî geçmişi olan, nüfus yoğunluğu olan, zenginliği olan tüm ülkelerde tek ırk, tek ulus, tek etnik yapıdan gelme ari bir yapı bulmanız mümkün değil. Rusya’yı aşın, Rusya’da 200’ü aşkın ulus, ulusal azınlık, grup. Herhangi bir tarafa bakalım. Bir İsviçre örneği, bir Belçika örneği. Anadolu bunlardan çok daha tarihî bir yer. Anadolu’da öyle bir tarih yaşanmış ki, öylesine uluslar gelip gitmiş ki, öyle medeniyetler yaşanmış ki, bu toprakların üzerinde de Türklerin geliş tarihi belli Osmanlılarla, ondan önce Konstantinapolis’te yaşayan azınlıklar bugün de nadir de olsa İstanbul’da yaşıyorlar ve bugün özellikle Türklerin geliş tarihi sonrası yine o toprakların aslî unsuru olarak oralarda yaşamış olan ve tarihte Osmanlı ve Türk tarihinde, Cumhuriyet tarihinde çok net, çok sık ve hatta Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün söylevlerinde ifade edilen Türk de vardır, Kürt de vardır, Çerkez de vardır, Abaza da vardır, Laz da vardır, hatta hatta bunu bilimsel araştırmasını yapanlar 49 tane etnik kesimin olduğunu belirtirler. Ancak, bu kadar etnik kesim, kimlik, bugün kendisini ortak, kıvançta, acıda, kadarde ortak noktalarda tinsel olarak şekillendirmişse ve geçmişten gelen bir ortaklık varsa, bu ortaklığı güzelce bir çiçek demeti gibi yaşatmak gerektiğine inanıyoruz. Çünkü Çanakkale’de yalnız türklerin kanı yok, dökülen kanı yok, kürtlerin de kanı dökülmüştür, Kıbrıs’ta da aynı ve şimdi bu toprakların kurtuluşunda beraber kan döken insanlar yalnız Türkler değildir. O zaman halk veya halklar kavramından bilimsel olarak da, hukuksal olarak da, tarihsel olarak da fazla korkmamak gerekir. Çünkü gerçeklik budur, realite budur ve bu devletin resmî belgelerinde budur. Şimdi bu budur diye ben yok saymam ki.
Yok sayılamayacağına göre, bu farklılıkların dün nevruz şenliklerini izlediniz ekranlarda, yani halay çekiyor insanlar Kürtçe türkü söylüyor. Şimdi biz bu Kürtçe türkünün yasaklanması için yasaklar koyarak, ifadeyi kapatarak önlerini biz türk ulusunu homojen yapıyı oluşturamayız ki, buna bilim, buna sosyolojik gerçekler, buna tarih müsait değildir. Yani biz kâğıt üzerinde istediğimiz kadar yazalım çizelim gerçeklik budur. Kürt dili eğer kaybolmamışsa bugüne kadar ve çok sayıda insan konuşuyorsa, böyle bir dilin olup olmaması önemli değil, sonradan da gelişmiş, öğrenilmiş olabilir. Yani sonradan gelişmiş, öğrenilmiş bir dil dahi olsa.
Halk insanlardan oluşan toplulukların adı efendim. Halk kavramını herkes kullanıyor. Politikacı kullanıyor, hukukçu kullanıyor, bakkal kullanıyor.
Terörle Mücadele Yasası’nın 9. maddesiyle ilgili bir soru üzerine; 9 uncu madde gereği DGM’de açılan bir soruşturmanın delilleri dışında iddianameye dayanak edilen başka bir delil yoktur. Devlet Güvenlik Mahkemesinin hazırlık dosyalarından alınan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasî Partiler Yasası l06 ncı maddesi fıkrası uyarınca aldığı belgeler delil olarak gösteriliyor. Şimdi Anayasa münhasır yargısal denetimi Yüce Anayasa Mahkemesine verecek, bunun yanında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi 9 uncu maddeye dayanarak “terör suçu kapsamındadır” deyip bir kavuşturma açacak ve o kovuşturma bugün burada delil olarak sunacak. Bundan daha öte bir hukuksal illiyeti ben düşünemiyorum.
Net olarak söylüyorum. Biri bu. İkincisi, 9 uncu madde Anayasanın münhasır yetkisini kaldırmıştır. 68, 69 ayrıca Devlet Güvenlik Yargılama Usul Yasasının 9 uncu maddesinin son fıkrasında çok net. Deniliyor ki, Anayasa Mahkemesinin bakacağı davalar hariç. Ama, sonradan getirilen, 3713’te getirilen 9 uncu madde, bunu da kaldırıyor ve ilginçtir, SHP o dönemde iptal başvurusunu yaparken hepsini saymış, nasılsa 9’u atlamış, ben onun mantığını anlayamadım tabiî. Bütün bu maddeler Anayasa Mahkemesinde görüşüldü, iptal istemiyle incelendi, ama bu madde atlanmış nedense. Onu anlayamadım, unutulmuş olabilir.
Başvuruda olmayınca sizler de inceleyemediniz. REMZİ KARTAL- Başkanım, gerek sizin, gerek sayın üyemizin şahsıma sorduğu sualle ilgili verilen cevaplarda belki eksik kaldı düşüncesiyle, bir de Sayın Hasip Kaplan’ın şahsına sorulan suallerle ilgili, partimle ilgili düşüncelerde katkı sağlamak için söz istirham ettim.
Şimdi ikinci maddede Türkiye’nin sosyolojik gerçeğine uygun olarak Kürt kimliğiyle tüm sonuçları, Kürt kimliği tüm sonuçlarıyla birlikte tanınmalı, Anayasa ve yasalarca garanti altına alınmalıdır. Bu “tüm sonuçlarıyla” ne kastediliyor’ Ne anlıyorsunuz sorusu vardı. Kürtler azınlık mıdır, halk mıdır, nedir, nasıl tanımlıyorsunuz’ Yani, şey sonucu geliyor. Cevap aslında 3 üncü maddede, yani Kürt kimliğinin kabulü temelinde Türkiye’nin taraf olduğu tüm uluslararası antlaşmalara konulmuş, çekinceleri geri alınmalı ve sorunun AGİK süreci ki, bu sürece imza koymuşuz ve Paris Şartına uygun olarak çözümü için adımlar atılmalıdır.
Dört, Kürtler kendilerini çağdaş anlamda ifade edebilmek için dilini, kültürünü, sanatını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeli ve geliştirebilmelidir.
Şunu altını çizerek arz etmek istiyorum: Geçmişte kapatılan Halkın Emek Partisi, bugünde kapatılmasıyla ilgili davanın sürdüğü Demokrasi Partisi dört yıllık bir süreç içerisinde, son dört yıllık süreçte karşımıza çıkıyor. Partinin Türkiye’de olmayan bir sorunu yaratma ve yarattığı sorunla da Türkiye’yi kaosa sokma, Türkiye’yi bölme gibi ne bir iddiası var, ne de böyle bir gücü var. Tam tersine, Türkiye’de var olan ve Türkiye’nin bugün sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel yaşamının bütün problemlerini hemen hemen ana sorunu haline gelen Türkiye’de yaşanan şiddet olaylarının, terör olaylarının, ekonomik ve siyasî krizin nedenleriyle ilgili diğer siyasî partilerden farklı olan teşhisi ve tedavisiyle ilgili, düşünceleriyle ilgili ortaya çıkış sebebi söz konusu. Adı Kürt halkı mı olur, adı Kürt ulusu mu olur, adı bir aşiret mi olur, adı başka bir şey mi olur; problem bu değil. Problem, Türkiye’de birtakım olaylar var. Sayın Cumhurbaşkanı kendi ifadesiyle buna 29 uncu Kürt isyanı diyor, Sayın Genelkurmay Başkanı kendi ifadesiyle düşük yoğunlukta savaş diyor. başka birisi başka bir şekilde adlandırabiliyor. Millî Savunma Bakanı bölgeden gelirken ben cepheden geliyorum gibi ifadede bulunuyor. Türkiye’de var olan bu sorunları teşhis etmek ve çözme konusunda bizim parti olarak adı ne olursa olsun, ulus mudur, halk mıdır, köken midir, yani bunu Türkiye kamuoyu konuşmalı tartışmalı, ancak sonuç itibariyle çözüme ve tedavisine kamuoyunda oluşacak olan sağduyuyla birlikte bir çare, bir formül bulunmalı, ama mutlak surette bulunmalı ki, Türkiye bu giderek yaşadığı kaosu aşabilsin…
Size göre çare nedir’ sorusuna karşılık olarak da;
Bize göre demokrasidir Sayın Başkanım, bize göre Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ordusundan daha güçlü, büyük bir gücü var, 60 milyona yakın insanın ortak iradesidir. Bu 60 milyona yakın olan insanın barış içinde, bir arada, huzur içinde yaşama ile ilgili olan iradesi her şeyin üstünde en güçlü kuvvettir diye düşünüyoruz. Bu noktadan hareket edince demokratik ortamda konuşulup tartışılan hiçbir fikrin, ne kadar zararlı da olursa olsun, ne kadar aşırı da olursa olsun, hiçbir fikrin bu sağduyuyu aşabileceğine inanmıyoruz. Bize göre var olan, yaşanan sıkıntıların temelinde 70 yıllık Cumhuriyet tarihi içerisinde Türkiye’nin sosyolojik, etnografik kimliğine uygun olarak çözümsüz bırakılan birtakım sorunları sebeptir. Bunun adı da Kürt sorunudur. Kürt sorununu Demokrasi Partisi yaratmadı. Kürt sorunu var. Bu Türkiye’nin gerçeğine uygun bir şekilde de siyasî güçler tarafından formüle edilemiyor ve bunun sonucu da Türkiye gerek uluslararası konjönktürde gerekse Ortadoğu konjönktürde Türkiye’nin birliğiyle ilgili sıkıntıları olan veyahut da problemleri olan güçler tarafından da desteklenen bir boyutuyla Türkiye bu sıkıntıları giderek yaşıyor ve bu sıkıntılar her geçen gün de artıyor. Demokrasi Partisi bu sorunların çözümüyle ilgili konuları gündeme getirirken, kendiliğinden bu sorunu yaratmıyor. Bir sorun var, bu sorun nedir, konuşmalıyız, tartışmalıyız, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Mecli dışındaki bütün sivil toplum örgütleri, kamuoyu medyasıyla bu sorunun adını, tedavisini doğru koymalıyız, tedbirlerimizi almalıyız; ama ne, hangi hedefler için’ Türkiye’nin bütünlüğü için, Türkiye’nin iç barışı için, Türkiye’nin bölgede ve uluslararası arenada güçlü bir devlet haline gelmesi bakımından.
Biz, bugünkü yasalara göre, geçmişte Halkın Emek Partisinin kapatıldığı gibi, bu parti de kapatılabilir; ancak, biz parti kapatmalarının düşüncesinin önündeki engellerin devamının Türkiye’ye, ülkemize bir fayda sağlamayacağı inancındayız ve kendimizi, özellikle bu yaşanan acılı tabloda soruna müdahale etme, demokratik inisiyatifi, parlamento inisiyatifini koymayla görevli görmekteyiz. Bu anlamda kendimizi, klasik anlamda bugüne kadarki kamuoyunun gördüğü anlamdaki bir milletvekili kimliği de görmüyoruz. Esas kimliğimizi bu ülkenin yaşadığı sancıları, acıları gündeme getirmek, tartıştırmak, demin çizdiğim hedefler çerçevesinde bu sıkıntılı tarihî süreçte üzerimize düşen görevi yapmamız gerektiği inancındayız.
Bu partinin kuruluş amacı bu. Bu partinin Mecliste, kamuoyunda yapmak istediği katkı bu. Ne ülkeyi bölmektir ne ülkede var olmayan bir sorunu yaratmaktır ne de ülkenin giderek içinde yaşadığı bu iç çatışmaların artmasına, yoğunlaşmasına katkı sağlamaktır. Bu bizim için medyada bizim düşüncelerimize karşı olan, bize karşı olan güçlerin iddiasıdır.
Biz iki şeyi aşamadık: Biz medyayı aşamadık, bunu aşacak gücümüz yok. Bis parlamentodaki bugünki siyasî mutabakatı aşamadık. Siyasî partiler buna “Millî mutabakat” diyorlar, biz bu düşüncede değiliz. yapılan millî mutabakatın Türkiye’nin yararına olmadığına inanıyoruz. Bu sözlerimiz bugün için Yüksek Mahkemeniz tarafından da kabul görmeyebilir. Parlamentoda görmediği gibi. Ama, biz tarih önünde Türk halkının süreç içerisinde herşeyi çok daha geriye dönüp baktığı zaman açıklıkla konuşup tartışacağına inanıyoruz. Bu çerçevede, burada adı ulus mudur, halk mıdır, aşiret midir, köken midir ‘… Sorunun bu olmadığı düşüncesindeyiz; ama, şu anda kendi ülkemizin imzaladığı uluslararası sözleşmeler çerçevesinde, bu AGİK süreci ve Paris Şartı 3 üncü madde geçen, buradaki tarifiyle buradaki tanınan demokratik taleplerle Türkiye’nin iç hukukuna bunun uygulanmasıyla biz sorunun önemli ölçüde şiddetin elinden alınacağına, ülkenin demokratik sistemi içerisinde 60 milyon insanın iradesiyle şiddetin ülkenin toplumsal gündeminden çıkarılabileceğine ve ülkenin muhtaç olduğu huzur ve iç barışını sağlayacağına inanıyoruz. Bu çerçevede düşüncelerimizi ifade etmek istedik.
Tekil devletle tek ulus konusunda ne düşünüyorsunuz parti olarak’ sorusuna karşılık:
Biz Türkiye’de bu gerek sorduğunuz soru açısından, gerekse mevcut yaşanan sorunların çözümü açısından bir program da yatan ve bu böyle çözülmelidir, bunun formülü budur diyen bir dayatmacı konumda değiliz. Biz bir sorun var, bu sorun mevcut bu politikalarla çözülmüyor daha çok ağırlaşıyor. Bunu tartışsın Türkiye; Parlamento tartışsın, kamuoyu tartışsın, söylediğiniz sorunun da cevabını, çözümlerin de cevabını tartışarak hep birlikte o zaman öğreneceğiz. Bu anlamda çok açık net programı savunan bu ülkede bu işin çözümü budur, bu yapılmalıdır; ama bugün kamuoyunda tartışılan, bizim de katıldığımız bu ülkede bir üst kimlik altında, bu ülkede var olan, kendilerini ifade etmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti Bütünlüğü içerisinde alt kimliklerle bu sorunların aşılabileceği düşüncesindeyiz. Ancak, parti olarak böyle bir programımız yok.”
V- DAVALI SİYASİ PARTİNİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Davalı Demokrasi Partisi’nin 15.4.1994 günlü 1993/3 S.P. dosya nolu esas hakkındaki savunmasında özetle şöyle denilmiştir.
“I- Usûle İlişkin
a- Bekletici sorun, davanın sonucunu etkileyeceği gibi, bu sorun, Anayasa Mahkemesinin görevi dışındadır.
Başsavcılık iddianame ve esas hakkında görüşünde, partinin kapatılması istemini, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde derdest olan, 1993/114-115 E.ceza dosyalarındaki fiillere dayandırmaktadır. Kanımızca, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin, Anayasanın münhasır yargı alanına girmesi, onların yetkilerini paylaşması, Anayasaya aykırıdır. Ancak, açılmış ve derdest davalar bulunduğundan, “bölücülük” suçlarının sübuta erip ermediğinin tesbiti ve bu yönde kesin bir mahkeme kararının bulunması zarureti ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesince cezai yönden suç unsuru bulunmadığını varsayarsak, aklanmış bir fiilin kapatma delili ve gerekçesi olarak sunulması hukuken mümkün olamaz. Bir mahkemenin suç yoktur dediğine, diğer bir mahkemenin suç vardır demesi, derecesi ne olursa olsun, ceza ve yargılama mantığı açısından bakıldığında, sonuç olarak çelişki ve mükerrerlik olarak tezahür edecektir.
Bekletici sorun olarak gösterdiğimiz Erbil ve Bonn konuşmaları ile ” barış bildirisi”nin 3713 s. y.nın 8/1 nci maddesine aykırılık nedeniyle dava konusu olduğu dikkate alındığında, hem deliller bu dosyalardan temin edilmiş, hemde sübut delilleri bu dosyalar üzerinden araştırılmaktadır. O halde bu dosyaların kesin sonuçlarının beklenmesi, davanın sonucunu esastan etkileyecek önemdedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin görevi dışında bir başka mahkemece görülen derdest dosyaların sonuçlarının beklenmesi kaçınılmazdır.
b- Avrupa İnsan Hakları Komisyonundaki HEP davası, bekletici sorun teşkil eder.
Avrupa İnsan Hakları Komisyonunda 22723/93, 22724/93, 22725/93 sayılı derdest dosyalar, HEP’in kapatılması davasında dayanak gösterilen Anayasa ve Siyasi Partiler yasasının hükümlerinin, sözleşmeye aykırılık teşkil edip etmediği görüşüldüğünden, önem arzetmektedir. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, etnik, din, dil farklılıkları ve bunların sonuçları hep birlikte değerlendirilmektedir.
Türkiye sözkonusu sözleşmeyi imzalamış, onamış ve yürürlüğe koymuş olmakla Anayasanın 90 ncı maddesi uyarınca bir iç hukuk hükmü haline gelmekle, buna uyulup uyulmadığıda denetlenmiş olacaktır. Komisyonun Nisan ayı içinde gündeminde olan davanın sonuçlanması mevzuat değişikliği ile birlikte ödence konusunuda gündeme getirecektir.
Pacta Sun Senvanda, yani ahd-e vefa gereği sözleşmeye saygı, hukuk devleti olmanın gereğidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hergeçen gün dahada geliştirilerek “ortak bir Anayasa” olma yönünde gelişmektedir. Avrupa Konseyi üyesi birçok ülke, mevzuatını yeniden belirlerken sözleşme hükümlerini dikkate almakta, bu ülkelerde mahkemeler hüküm verirken sözleşme hükümlerini nazara almaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna 1987 yılında bireysel başvuru hakkını kabul eden Türkiye 1990 yılında Avrupa İnsan Hakları Divanının yargı yetkisini kabul ederek önemli bir adım daha atmıştır. Dünyada tek uluslararası mahkeme olan Komisyon ve Divan’ın üye ülkelerin en seçkin hukukçularından oluşması, insanlığın ortak değerlerinin, evrensel hukuk ilkelerinin yaşama geçmesinde belirleyici ve bağlayıcı etkileri giderek dahaçok kendini hissettirmeye başlamıştır.
Yüce Mahkemenin evrensel hukuk kuralları ve çağdaş gelişen dünyada ki değerleri dikkate alması, yasamanın zaman zaman bazı nedenlerle gösterdiği tıkanıklık karşısında hukuk içtihatları yaratarak, çağa ihtiyaca cevap verme gibi son derece zor ama onurlu görevleride bulunmaktadır. Biz bu nedenle, Yüce Mahkemenin Strasbourg’ta Komisyon nezdindeki gelişmeleri izlemesini, bekletici sorun yapmasını istemekteyiz.
c- Anayasaya aykırılık iddialarımız ciddidir.
Terörle Mücadele yasasının 9 ncu maddesi siyasi Partiler Yasası’nın 78, 81 nci maddelerinin Anayasaya aykırılıklarının incelenmesi gerekir. Geçici 15 nci madde ise hukuken bağlayıcılığını yitirmiş bir maddedir. Kaldı ki Dünyanın hiçbir hukuk devletinde böylesi bir madde bunca yıl yürürlükte kalmaz. Uluslararası sözleşmlere, hukukun evrensel ilkelerine açıkça aykırı bu hükmün mevcut yasaların orjinal hallerinin bozulması nedeniyle uygulama kabiliyetide kalmamıştır.
Anayasamıza göre Siyasi Partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Özgürce faaliyetlerini sürdürebilmeleri içinde Anayasa Mahkemesinin münhasır denetimi kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi dışında özellikle Sıkıyönetim veya DGM gibi özel mahkemelerin siyasî partileri kavuşturması durumunda hem Anayasanın tanıdığı “münhasır yetki” zedelenmiş olur. Hemde demokrasiye ve hukuk devletine zarar veren müdahaleler eksilmez.
1961 Anayasası ile getirilen güvence, 1982 Anayasasında 68 ve 69 ncu maddelerde yeralmış olup, özellikle yasama dokunulmazlığı bulunmayan siyasi parti liderlerinin keyfi gözaltı ve tutuklanmalarının önüne geçilmek istenmiştir. Ne yazık ki uygulama bunun tersi olarak cereyan etmeye devam ediyor.
Siyasi Parti liderleri seçim dönemi olsun ve olmasın sürekli olarak partilerini tanıtıcı toplantı, miting benzeri etkinliklere katılır ve konuşmalar yaparlar. Ülkenin heryerinde yapılan bu konuşmalar nedeniyle her yetkili savcı bir soruşturma açmağa kalkarsa, liderler, günlerini nezarette ve ifade kuyruklarında geçirirlerdi. Bu durumda ise demokrasinin gereklerinin yerine getirilmiş olduğunu varsaymak mümkün değildir. DEP eski Genel başkanı Yaşar Kaya’nın tutuklanıp üçaya yakın süre tutuklu kalması ile parti faaliyeti engellenmiştir. Siyasi partilerin münhasır yetkisi ihlal edilmemiş olsaydı demokratik bir şekilde çalışmalarını sürdürmeleri olanaklı olacaktı. Bu durumda 3713 s.y.nın 9 ncu maddesi, Anayasa açıkça aykırılık teşkil ettiğinden iptal isteminin ciddi görülerek incelenmesi gerekmektedir.
d- Usule, hukuka, ahlâka uygun delil toplanması istemimiz dikkate alınmalıdır.
Erbil ve Bonn konuşmalarına ilişkin sağlıklı kayıtlar elde edilemediği gibi, nereden, nasıl ve ne şekilde temin edildiği meçhül kasetlerin delil olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Önsavunma dilekçemizde belirttiğimiz gibi Yüce Mahkemece bu konuda bize yetki ve süre verildiği takdirde bizzat Erbil ve Bonn’a giderek inceleme ve araştırma yapacağımızı belirtmiştik. Şu ana kadar toplanan deliller ile iki konuşmanın tamamı ve orjinali elde edilememiştir.
Ankara DGM Savcılığının iddianameleri delil olarak sunulduğundan, bazı iddiaların hayal mahsulu olduğu örneğin Bonn toplantısını PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalanın düzenlemediği, düzenleyen kişi ve kuruluşların ise belli olduğu ancak araştırılmadığı görülmektedir. Bir sanıkta ele geçen kasetle yetinilmesi mümkün değildir. Yüce Mahkemede Ceza Usul hükümleri uygulandığından, sübut delilleri açısından sağlıklı bir araştırma yapılması zarureti ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde, usule, hukuka ve ahlaka aykırı olarak elde edilen delillerin kapatma gerekçesi teşkil edemiyeceğinin karara bağlanması gerektiği kanısıdayız.
Parti MYK’sının aldığı bir kararla “Barış Bildirisinin” de kapatılma gerekçesi olarak gösterildiği dikkate alındığında, ülkenin yaşadığı koşullar ve toplumun barış istemi dikkate alınarak Kurultayın Parti Meclisine yüklediği kararın alınmasında, tüzük ve proğram hükümlerinin ihlal edilip edilmediğinin incelenmesi önem arzetmektedir. Daha önce herhangi bir ihtara konu olmayan iki konuşma ve bir bildiri nedeniyle belirtiğimiz usuli eksikliklerin giderilmesinden sonra esas açısından inceleme yapılması gerekir.
II- Esasa İlişkin
Demokrasi Partisi 7.5.1993 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na başvurusunu yaparak SPY nın 8 nci maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Kuruluşundan yirmiikigün sonra eski Genel Başkan Yaşar Kaya’nın katıldığı 29.5.1993 tarihli Federal Almanya’nın Bonn : 15.8.1993 tarihindeki Erbil şehrindeki konuşma ile Ağustos 1993 tarihindeki parti Merkez Yürütme Kurulunun “Demokrasi Partisinin barış çağrısıdır” başlıklı bildirisi kapatılma gerekçesi olarak gösterilmektedir.
Anayasanın 69 ncu maddesine göre: Siyasi partiler tüzük ve proğramlarının dışında faaliyette bulunamazlar..Cumhuriyet başsavcıları kurulan partilerin tüzük ve proğramlarının Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu denetler.. denilmektedir. “DEP tüzük ve proğramı” sözkonusu denetimden geçmiş ve herhangi bir aykırılık görülmemiştir.
a- Siyasi Partiler Demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyasi Partiler, demokratik, çağdaş, hukuk devletlerinde, siyasal iktidara sahip olmayı hedefleyen dinamik organizmalardır. Siyasal vücutlarını, doktirin ve eylemlerinden örülü ideolojileri canlı tutar. Seçimi hedeflemeleri seçmen kitlesinin “Halkın” istemlerinin yasama geçirilmesini hedeflemeleri nedeniyle destek arayacakları ilk yer toplumsal kökleridir. Onun içindir İşçi Partisi emekçilerden, Köylü partisi kırsal kesimden, Liberaller Kapitalistlerden oy isterler. Günümüzde bu çerçeve ve yelpazeleri değişik etkenlerle çoğaltmak mümkündür. Prof.Dr.Zafer Tunaya göre,
“Siyasal Parti, bir proğram (doktirin eylem) çerçevesinde birleşmiş insanları bir örgüt içinde toplar ve siyasal iktidarı, serbest seçimler yoluyla, ele geçirme yönünde ortak çabaları düzenler ve kanalize eder.
Bu tanıma giren siyasal parti, açık çoğulcu çok partili rejimin ögesi olmakta ve tek partiden ayrılmaktadır. Giderek, tekçi rejimlerin güdümlü çoğulculuğundan ayrılmaktadır…”
Demokratik Devletin en büyük özelliği çok partili renkli siyasî yaşama sahip olmasıdır. Siyasal Partilere özgürce çalışmaları ve faaliyette bulunmaları için getirilen Anayasal güvence, bu nedenle Anayasa Mahkemesinin tek ve münhasır yetkisine bağlanmıştır.
Siyasî Partilerin tanımlamaları yapılırken, “Kadro Partileri” ve “Kitle Partileri” ayrımına gidilmektedir. Kitle partileri üye ve taraflar sayısını daima arttırmak için bünyelerinde değişik görüşlerede yerveren ortak çıkarlarını öne alan anlayışları ile esnek yapılanmaları ile Kadro ve ideoloji partilerinden ayrılırlar.
DEP bir kitle partisi olduğu proğramında şöyle açıklamaktadır: “DEP toplumda demokrasi için ciddi bir savaşım verebilmenin ön koşulunu, kendi içinde gerçek bir demokratik yapı ve işleyiş sağlamakla görür. Bu nedenle, parti içinde tam bir düşünce ve tartışma özgürlüğünü esas alır ve her türlü anti-demokratik ve baskıcı yöntemi dışlar.
DEP Demokrasi ve değişimden yana olan: baskıya haksızlığa karşı çıkan, kitlelerin aldatılmasına son vermek ülkenin ve toplumun çehresini değiştirmek isteyen tüm emekçileri, aydınları, gençleri, demokratları, yurtseverleri, barışseverleri ve çevrecileri ortak amaca ulaşmak için saflarında birleşmeye ve görev almağa çağırır..” denilmektedir.
DEP mücadele anlayışını ve örgütlenme modelini açıklıkla belirledikten sonra, Anayasal sınırlar içinde meşru ve haklı mücadelesini başlatmıştır.
b- Kapatma gerekçesi iki konuşma bir bildiriden ibaret olup düşünce açıklamasının kapatılma gerekçesi olması çağdışı ve hukuka aykırıdır.
DEP hakkında “şiddet eylemlerine” başvurduğu için, veya yasadışı eylemlilikler içinde bulunduğu için değil yalnızca Genel Başkanın iki konuşması ve MYK’nın bir bildirisi nedeniyle kapatılmasının istenmesi Yirmibirinci yüzyıla altı yıl kala “düşünce suçu nedeniyle” yargılanma ayıbı olarak tezahür etmektedir. Hiçbir çağdaş demokratik hukuk devletinde “düşünce suçu” diye bir suç olamaz, TCK’nun 141, 142 ve 163 ncü maddelerinin kaldırılması ile övünen bir devletin imzaladığı uluslararası sözleşmeleri, hukukun evrensel ilkelerini hiçe sayan bir yaklaşımla düşünceleri nedeniyle bir siyasi partiyi kapatmak istemesi o ülkenin demokratikleşmede geldiği aşamayı gösterdiği gibi, gerçek bir demokrasiden bahsedilmesi olanaklarınında bulunmadığını gösterir. Bu yaklaşım tarzı olaylara hukuki açıdan değil “politik” açıdan bakma yargılama görüntüsü verirki, partiler mezarlığına dönen bir ülke asla demokratik bir hukuk devleti olamaz. Resmi ideoloji doğrultusunda, tabucu, statükücü, hertürlü değişime tahammülsüz bir resmi anlayış ile siyasi partilere böylesi dar, bir giysi giydirmenin hukukla demokrasi ile bağdaşır hiçbir yanı yoktur.
c- İsnad ciddi olmalı T.C. Devleti iki konuşma bir bildiri ile bölünmez.
Siyasi Partiler tıpkı canlı organizmalar gibi gelişen, değişen çağa, tekniğe, topluma, ihtiyaçlara göre kendilerini yenilemek zorundadırlar. Proğramlarını bu ihtiyaçlara göre belirlerler. Proğramlarını ifade etmek için de sözlü veya yazılı açıklamalarda bulunur düşünce açıklarlar. Toplum hayatında çok önemli yeri olan partilerin siyasi faaliyetlerinde elbette sınırlar vardır. Bu sınırın en başında demokratik mücadele anlayışı dışına çıkmamak gelir. Demokratik mücadele anlayışı dışına çıkmak, şiddet sınırına geçmek en belli başlı sınırdır.”
“Düşünce açıklama gibi son derece masum eylemler nedeniyle kapatılması, milletvekillerinin Anayasanın 84 ncü maddesi uyarınca milletvekilliklerinin düşürülmesi gibi ağır yaptırımlar karşısında, iddia ile sonuç arasındaki illiyet yanısıra, ülke demokrasisine getireceği katkınında çok iyi değerlendirilmesi gibi zorlu bir görev ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Sosyal yapılar içine girilmeden, gerçekçi bir inceleme ve araştırma yapılmadan, çoğulculuk, katılımcılık ve demokrasi açısındanda sağlıklı çözümlere varamayız.
Prof. Duwerger, çok partili rejimlerin demokrasinin varolduğu, Batı anlamında bir demokrasinin göstergesi olduğu anlamına gelmeyeceğini vurgularken, önemli bir noktaya dikkat çekmektedir.
Nüfus yoğunluğu olan, çeşitli etnik ve dinsel zenginliklerin yaşadığı ülkelerde, bazı partilerin bu ayrılıkları ve bunlardan doğan meşru hakları savunmak üzere temsilci olabileceklerini, partileşmede ve parti sistemlerinin ortaya çıkmasında bunun önemli bir etken olduğunu vurgulamaktadır. Çok partili rejim mutlak bir gereklilikmidir’ gerçekten demokrasinin şartımıdır. Artık Batı demokrasileri bu soruya evet yanıtını veriyor ve tartışma konusu dahi yapmıyor.
Çünkü demokrasi çoğulcudur ve bir kamuoyu rejimidir. Siyasi partiler fikirleri toplar, gruplaştırır, biçimlendirir, kişileri yalnızlıklarından kurtarıp ülkenin yönetimine yöneltir. Demokrasi siyasi partilere muhtaçtır.
Partisiz demokrasi nasıl bir ütopya ise, partileri ortadan kaldırmak, kapatmak demokratik hukuk düzeni ile bağdaşmaz. Partiler demokratik siyasi hayatın ölçüleridir. Kamuoyu yapma ve bunu dile getirme hürriyeti siyasi partilerin varlık nedenidir. Onun içindirki iktidardakiler gibi düşünmeme hürriyeti demokrasinin özüdür.
d- Dava açılırken “çifte standart” uygulanmıştır.
Demokrasi Partisi kuruluşundan itibaren hemen takibe alınmıştır. Ankara DGM Başsavcılığının açtığı soruşturma ve bu dosyalarda ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının yazışmaları dikkate alınacak olursa; Bu hız ve gayretin diğer siyasi partiler için gösterilmediği görülecektir. Bugüne kadar kapatılan siyasi partilere göz atacak olursak yakın süreçte, TBKP, SP, HEP, ÖZDEP hakkında kapatılma davaları açıldığı ve Anayasa Mahkemesince kapatılma kararı verildiği, SBP ile DEP hakkındaki davaların ise sürdüğü görülür.
Açılan davaların tümünde ortak bir iddia vardır “Bölücülük”, hakkında kapatma davası açılan tüm partiler Sosyalist veya demokratik sol partilerdir. 12 Eylül öncesi döneme baktığımız zaman Sıkıyönetim Mahkemeleride Sosyalist Partilere karşı acımasız bir tavır içindedir.
Partiler yelpazesinde MHP gibi ırkçı, MSP veya RP gibi dini esaslara dayanan partilerin ise özenle korunduğu ve. Milliyetçiliğin son dönemlerde, “Türk-İslam” sentezi modelinde giderek resmi bir politikaya dönüştüğü görülür
27 Mart 1994 yerel seçimlerine böylesi bir koruma altında giren ve devlet kademelerinde kadrolaşan bu tür partilerin yakın bir zamanda genel iktidarlara yönelmeleri ırkçı veya dini esaslara dayalı yönetim biçimlerinin gelişmesi kaçınılmazdır. Bir bakıma “irtica” devletin kanatları altında bilerek güçlendirilmiştir. Ne yazık ki böylesi bir çifte standarda hukukun ve yargının alet edilmek istenmesinin bağışlanır hiçbir yanı yoktur. Ülke ve ulus çıkarları dikkate alındığında buna hizmet eden herkesin kamu vicdanında tarih önünde sorumlu duruma düşeceği kaçınılmazdır.
Dava açılırken siyasi partiler arasında uygulanan çifte standart bununla da kalmamıştır. Bazı partilerin açıklamaları görmezlekten gelinirken, aynı konuda açıklamalarda bulunan partilerin kapatılması istenmiştir. Örneğin:
“Kürt Realitesini tanıyoruz” sözleri Cumhuriyetin 49 ncu Hükümetinin Başbakanı şimdiki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile yardımcısı eski SHP eski Genel Başkanı Erdal İnönü’ye aittir. Hükümet proğramında ise bu konuda iyileştirici adımların atılacağı ve demokratikleşmenin sağlanacağı belirtilmektedir.
SHP nin 1990 yılında yetkili kurullarınca kabul gören “Güneydoğu raporu” ile tüzük ve proğramının son şekline bakıldığında: Kürt kimliğini kabul, kültürel hakların yaşama geçirilmesi hatta bir Kürt Enstitüsünün kurulması istemi vardır. C.Başsavcılığına göre SHP nin Kürt realitesini kabul etmesi,Kürtler için kökeniyle, diliyle, kültürüyle çözümler üretmesi normaldir. DEP bunları söylediğinde ise ortada suç vardır. Anlaşılan o ki demokrasilerde bazı siyasi partiler ayrıcaklı bazılarda üvey evlat olarak uygulamağa muhatap olmaktadır. Düzeni temsil eden, partiler herşeyi söylemekte özgürdür, bu demokrasinin gereğidir. Değişimi özgürlüğü ve yeni bir anlayışı savunan partilere ise hayat hakkı yoktur.
Devlet resmi istatistiklerinde Kürtlerden bahsadebilir. Harp Akademilerinde “Doğuda Kürt Meselesi” isimli kitaplar okutulabilir. Ancak DEP bunları savunamaz. Böylesi bir çifte standardın “eşitlik” ve “demokrasi” ile çoğulcu ve katılımcı parti anlayışı ile bağdaştığını kabul etmek mümkün değildir. Çifte standart ” inkarcı” politika ve uygulamada da kendini açıkça göstermektedir.
Devletin en yetkili makamında olanlar, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, hatta Mecliste grubu bulunan siyasi partiler, Kuzey Irak Kürt Federe Meclisinde temsil bulan Irak Kürdistan Demokrat Parti Lideri Mesut Barzani ile YCK Lideri Celal Talabani ile Ankara’da resmi bir şekilde görüşebilirler. Çankaya’da Mecliste görüşme hakları vardır. Ancak DEP böylesi bir görüşmede bulunmuş ise “bölücülük” kıskacına alınır.
Türkiye Uluslararası sözleşmeleri imzalarken, özellikle AGİK ve Paris Şartı gibi günümüzde önem kazanan yükümlülükleri yerine getirmek, başta Anayasa olmak üzere yasalarını çağa uyarlamak yükümlülüğü yerine, düşünceyi suç kapsamına sokan daha ağır müeyyedileri yeni terörle Mücadele yasa taslağına koymaktadır.
Yasaklar, bugüne kadar hiçbir şeyi çözemedi, Türkiyeye başını daha uzun yıllar ağrıtacak bir “Kürt sorunu” hediye etmiş durumda ve ne yazıkki konuşularak tartışılarak çözüm arama yollarının kapatılması ile silahların konuştuğu kör bir kaosa doğru hızlı bir gidişat sergilenmiştir. Bugün 800 Trilyon gider ülke ekonomisini felce doğru getirmektedir. Sivil resmi, halktan veya örgütten günde ellikişiden fazla insanın öldüğü Türkiye’de herşeyin iyi gittiği ve bu şekilde çözüleceğini sanmak korkunç bir gaflettir.
e-Yasaksız bir demokrasi istemek “bölücülük” olarak tavsif edilemez. Bonn konuşması kapatılma gerekçesi olamaz.
Bonn konuşması, iddianamede ileri sürüldüğü gibi PKK Genel sekreteri Abdullah Öcalan’ın düzenlediği bir toplantı değildir. Türkiye’nin Federal Almanya ile iyi ilişkileri olup, diplomatik yoldan bir yazışma ile bu toplantıyı kimin düzenlediği, hangi kuruluşların düzenlediği yasal olup olmadıkları sorulabilirdi. Bu husus araştırılmamış, önsavunmamızdaki istemimizde yerine getirilmediği için, toplantı ve konuşmanın tümünü kapsayan sağlıklı bant çözümlerini temin mümkün olmamıştır.
İddianameye göre; “Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü” adıyla başlayan kasetin, denilmek süretiyle soruşturmalar esnasında DEP ile ilgisi bulunmayan bir kişide yakalanan ve birçok montajı içerdiği hemen belli olan bir kasetten bahsedilmektedir. Abdullah Öcalan bu toplantıya katılmadığına göre belliki montaj vardır ve toplantı ile ilgili gerçek bir çözümü içermemektedir. İddianameye böylesi bir alıntı yapılmasını ve kapatılma gerekçesi olarak gösterilmesini anlamakta güçlük çekiyoruz. Davamız ile ilgisi olmayan ve gerçekliği kanıtlanmayan bu tür delillerin dikkate alınmaması gerekmektedir.
Toplantıya Yaşar Kaya’nın genel başkan sıfatı ile katıldığı belirtilmektedir. Öncelikle bu konuda resmi bir davet yoktur. Toplantı tarihi dikkate alınacak olursa, DEP kurulmadan önce tertiplenen bir toplantı olduğu ve DEP kurulduktan sonra “özgür Gündem Gazetesi” imtiyaz sahibi olan eski genel başkanın bu tür toplantılara şifahen çağrılı olduğu gerçekliği dikkate alınmamıştır.
Toplantıya birçok kuruluşun katıldığı bir gerçektir. Sayısı yüzbini aşan bir toplantıda her tür ses ve sloganın bulunması doğal olup, söyleyenleri bağlar. Asıl üzerinde durulması gereken Yaşar Kaya’nın parti adına konuşup konuşmadığıdır. Orada bulunması ve o anda Genel başkan sıfatını taşıması ayrı konulardır.
İddianamede Bonn konuşmasında hangi sözcüklerle Anayasa ve Siyasi Partiler yasasının ihlal edildiği belirtilmiyor. Aynı şekilde esas hakkında görüşte de böylesi bir gerekçe bulmak mümkün değildir. İddianamede yeralan yalnızca eski genel başkan Yaşar Kaya’nın konuşma yaptığı ve Ankara DGM de yargılandığının belirtilmesidir. Anlaşılan Cumhuriyet Başsavcılığı Ankara DGM deki yargılama ve iddiayı tek başına yeterli görmektedir.
f- Bonn konuşmasının tümlüğü dikkate alınırsa, cezalandırılmak istenen “kardeşlik” ve demokrasi istemidir.
Konuşmanın girişi eski Genel Başkanı kaygılarında haklı çıkarmıştır. “…sizi DEP adına sevgiyle selamlıyorum. Sizler ateşin ve güneş ülkesinin çoçuklarısınız. Size böyle hitap etmek zorundayım. Çünkü Türkiye’de sizin adınızı anmak, sizin ülkenizin adını anmak.. siyasi partiler için kapatma gerekçesidir..” Konuşmada devamla inkar ve baskı potikalarından bahsedilmekte..sorunun çözümünün inkar politikalarının terk edilmesi ve demokraside mümkün olacağı belirtilmekte.. birlik ve kardeşliğin bu şekilde gelişeceği belirtilmektedir. Konuşma elde edilen bölümü ile kısa bir mesaj şeklinde olup: eski genel başkanın konuşması içinde “Kürt Halkı” deyimi geçmektedir.
Halk deyimi üzerinde durma zaruretini hissetmekteyiz. Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya bu konuya şu şekilde açıklık getirmektedir: “Halk kavramı, Millet kavramı ile karşılaştırıldığında, somutluğu ve bölünebilirliği olan, aynı zamanda sayılabilirliği mümkün olan bir toplam aritmetik olgudur. Bir sentez, bir tüzel (ve “manevi”) kişi değildir. Partilerde halk kitlesinin bölünmelerini yansıtırlar. Bu anlamda bu bölünmeler ve kesimler, partilerin sosyal temellerini, kısaca “tabanını” oluştururlar. Partilerin destek arayacakları ilk yer, toplumsal kökleridir.” denilmektedir. Halk kavramı politik, bilimsel bir kavram olup, kimi zaman emekçi halk Kürt halkı vs. şekillerde tanımlar bulabilir. Bu tanımları bölücülük olarak değerlendirmek hukuken mümkün değildir.
Bu konuşmanın başlı başına parti kapatma gerekçesi olamayacağı açıktır. Baskılardan, Terörle Mücadele yasasından, soruşturma ve yargılanmalardan, DGM lerden sözeden bir konuşmanın ülke ve devlet bütünlüğünü bozucu olduğu, ancak; varsayım yolu ile ileri sürülebilir. Ceza usulümüzde, sistemimizde ve hukuken de varsayım yolu ile sonuca varmak mümkün değildir. Böylesi bir anlayış bize ünlü Abdülhamit döneminin jurnalciliğini orada “hava bulutlu” dediği için, ördek demeyi kastettiği varsayılan vatandaşın konumunu hatırlatıyor. Günümüz ne Abdülhamit devri, hukuk ne o dönemin hukukudur. Konuşmayı Anayasa ve yasalar karşısında net çözümlemek ve değerlendirmek zorundayız.
Bağımsız devlet kurma istemini dile getiren tek bir sözcük yoktur. Kurulacak bağımsız devletin adı, rejim biçimi, bayrak, ulusal marş, sınır, coğrafya yoktur. İddianame sayfalarca Anayasa hükümleri ve SPY yasasının ilgi hükümlerini boşuna yazmıştır. Biz tüm hukukçularca bilinen bu hükümlerin nasıl ihlal edildiğine dair bir cümlecik, haklı, inandırıcı kesin bir tek delil sunulamamıştır.
Bir siyasi parti yasaklara, inkar politikalarına baskılara karşı ise bunlara alternatif olarak proğramı doğrultusunda değişimi, özgürlüğü ve demokrasiyi örgörüyorsa ve bunu savunuyorsa bu haklı istekleri “bölücülük” olarak tasvif edip parti kapatma gerekçesi olarak göstermenin haklı hiçbir hukuki ve mantıklı yanı bulunmamaktadır.
Bonn toplantısına elliyi aşkın kuruluş, parlamenter siyasi parti katılımı olmuştur. Bu gerçekliği gözardı etmek mümkün değildir. Erbil toplantısına da aynı şekilde katılım olmuştur. Bu tür bir katılımda olmayı ise tek başına suç saymanın hiçbir dayanağı yoktur. Böylesi bir suç olsaydı SHP,ANAP ve BDP heyetleri içinde sözkonu edilmesi gerekirdi.
g-Bonn konuşması SPYnın 101/b anlamında değerlendirilemez.
Cumhuriyet Başsavcılığı iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Eski Genel başkanın bu sıfatla çağrılı olduğunu ve gittiğini kanıtlamakla yükümlüdür. Özgür Gündem gazetesi imtiyaz sahibi iken aldığı şifahi bir davete icabet ettiği esnada ayrıca DEP genel başkanı olması, bu sıfatla katıldığının kanıtını teşkil etmez. Bu hususların araştırılmaması kanıtlanmaması, konuşma tümlüğünün sağlıklı bir şekilde elde edilmemesi, ayrıca usule, hukuka uygun temin edilmiş delil bulunmadığından değerlendirilmesi olanağı bulunmamaktadır.
h-Erbil konuşma kaseti gerçekliği yansıtmadığı gibi, usule, hukuka ve ahlaka uygun delil- den sözedilemez.
Hukuk devletlerini, aşiret devletlerinden, yine hukuk devletlerini “Polis devletlerinden” ayıran önemli özellikler vardır. Anayasa Mahkemesinde, ceza usulun uygulanması ve sistemimizin “vicdani delil sistemini” benimsemesi, iddiaya gerekçe olarak gösterilen delillerin usule, hukuka ve ahlaka aykırı birşekilde toplanmasına cevap vermez. Bu şekilde toplanan delillerin değerlendirme konusu yapılamayacağı birçok içtihatla müstekar hale gelmiştir.
16.8.1993 tarihinde yapılan Erbil konuşması ile ilgili olarak 28.8.1993 tarihinde Hürriyet gazetesinde köşe yazarı Emin Çölaşan’ın “Kim kime ihanet ediyor” başlıklı yazısı ihbar kabul edilerek, Ankara DGM Başsavcılığınca eski genel Başkan Yaşar Kaya hakkında soruşturma açılmıştır.
Irak Kürdistan Demokrat Partisinin 11. Genel Kurulunda yapılan konuşma “Kürtçe” olup, elde herhangi bir yazılı metin bulunmadan irticalen yapılmıştır. Yaşar Kaya’nın yaptığı iddia edilen konuşma metni dahi elde edilmeden, bu konuşma nedeniyle hakkında 3713.s. yasanın 8. maddesine aykırılıktan tutuklama kararı verilmiş 1993/114 E. kamu davası açılmış olup halen derdesttir.
Emin Çölaşan’ın yazısı ihbar kabul edilmiş, celbedilmesine rağmen köşe yazarı savcılığa gelerek beyanda bulunmamış, ayrıca yazısının kaynağının ne olduğu gerçeği yansıtıp yansıtmadığı da sorulamamıştır.
Erbil konuşması ile ilgili olarak, Ankara DGM Başsavcılığının iddianamesi delil olarak gösterilmekte olup, iddianamede dayanılan delillerden biride, isimsiz imzasız hangi makamdan verildiği belli olmayan ancak; istihbarat ve güvenlik birimlerince tutulduğu varsayılan bir rapor delil olarak gösterilmiştir. Bu rapor ile yazarın beyanları biribiri ile çelişik olduğu gibi, iddiaya dayanak olarak gösterilen “Son imparator Barzani” isimli yazının da özgür Gündem Gazetesinde yayınlandığı belirtilmesine rağmen, sözkonusu yazının yayınlanmadığı faks sistemine girilmek suretiyle usule, ahlaka aykırı olarak elde edildiği saptanmıştır.
Erbil konuşması ile ilgili usule, hukuka, ahlaka aykırı ve heçbir gerçekliği yansıtmayan bu delillerden sonra açılan davanın duruşmalarına başlanmış, 7 Ekim 1993 günlü duruşmada ise savcılık tarafından “Kaset çözümü” bulunduğu ve dosyaya ibraz edildiği ileri sürülmüştür.
Kapatma davasının ana delillerinden birini teşkil eden Erbil konuşması ile ilgili bu gelişmeler dahi toplanan delillerin doğrulanmayan ve konuşma tümlüğünü belgelemeyen, bu itibarla konuşmanın ana amacının ne olduğunu ortaya koyamayan deliller olduğunu kanıtlamaktadır.
i-Kaset çözümleri sağlıksız olup, delil olarak temin ediliş biçimi usule, yasalar ve ahlaka aykırı.
Başsavcılık iddianamesinde kaset çevirisinin üç ayrı şekilde yapıldığı belirtilmiştir. Kasetin Genelkurmay Başkanlığının 1.10.1993 tarih İSTH;3590-493-93 İKK ve Güv.D.İç.İsth.s.(614) sayıları yazı ekinde gönderildiği belirtilmektedir.
Soruşturma açıldıktan aylar sonra, DGM Savcılığının veya Mahkemesinin Genelkurmay’dan böylesi bir delil istemi olmamıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınında böylesi bir delil istemi olmamıştır. Olduğu takdirde diplomatik yollardan usulen uygun bir şekilde Dışişleri ve Adalet Bakanlığı ile yazışma suretiyle elde edilmesi gerekirdi.
İstihbarat birimlerinin yazılı raporları ile kaset içeriğide çelişmektedir.
Irak Kürdistan Demokrat Partisinden herhangi bir istemde bulunulmamıştır. O halde kaset nasıl ele geçirilmiştir. Toplantının seyri içinde konuşmanın tümünü yansıtıyormu’ orjinalmi’ montajmı’ ceza usulde ibraz edilen maddi kanıtların usul hükümleri uyarınca araştırılması doğru olup olmadığının saptanması gerekirdi. Böylesi bir imkanın savunmaya tanınmadığı, emrivaki biçiminde dosyaya girdiği anlaşılmaktadır. Ceza usulumuz açısından böylesi bir delili kabul etmenin ve değerlendirmenin hukuken olanağı yoktur.
Erbil konuşması ile ilgili yerinde inceleme ve sağlıklı tesbitlere varma istememiz ön savunmamızda yeralmış olup, davalı vekili olarak bize bu olanak tanınmadığı için gerekli araştırmayı yapma imkanı olmamıştır.
j- Erbil konuşması, içerik olarak bölücü propaganda mahiyetinde değerlendirilemez. Kapatılma gerekçesi olamaz
Eldeki mevcut eksik kaset çözümlerine rağmen tabede, çevirmede birçok eksik ve yanlış anlamanın olduğu ortadadır. Konuşma içeriği Irak Kürdistan Demokrat parti kongresine göre yapılmış olup, Kuzey Irak’taki durumları ele almakta kürtlerin baskı altında olduğu belirtilmektedir. Bilindiği gibi, 1988 ile 1991 yılında Irak’ta Saddam Hüseyin’in Halepçe ve benzeri soykırım politikaları, saldırı ve bombalamaları sonucu yüzbinlerce Irak’lı Kürt sınırlarımızdan içeri girmiş bir kısmı uzun yıllar Mardin, Muş, Diyarbakır gibi şehirlerimiz de çadırlarda misafir edilmiştir.
1991 göçü en kapsamlısı olup, sayıları milyonları bulan sığınmacının, Silop’den Çukurca’ya kadar dağlarda sınır boylarında, karda çamurda içine düştüğü durum dünya kamuoyunun yakın ilgisini çekmiş, birçok devletin yardımlarda bulunması, başta ABD olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin Kuzey Irak’a müdaheleleri sonucunu doğurmuştur. Bu süreçleri yaşayan Irak Kürdistan Demokrat Partisinin kongresinde, doğal olarak baskılar gündeme getirilmiştir.
Irak Kürdistanı olarak adlandırılan yerde, yine Kürdistan isimli parti kongresinde söylenenlerin içerik ve amaç olarak, Irak için söylenmiş olmasına 3713.s.y.nın 8 nci maddesinde ve Türkiye içinde yapılmış addetmek ve parti kapatma gerekçesi olarak göstermek mümkün değildir.
Eski Genel Başkan Yaşar Kaya Ankara Emniyet Müdürlüğündeki 15.9.1993 tarih ile Savcı ve hakim önündeki 16.9.1993 tarihli beyanları dikkate alınacak olursa birçok yanlış anlaşılma, yazılma ve talebinin konuşma içeriğini yansıtmadığı yönündedir.
Eski Genel Başkan Yaşar Kaya: “…Demokrasi partisinin, Kürt kimliğinin, Kürt halkının demokratik özlemlerinin demokrasi kuralları içinde konuşulmasından ve verilmesinden yana olduğu..” yönündeki beyanı dahi kapatılma gerekçesi olarak gösterilmiş olup, açılan soruşturmadan sonra elde edilen beyanların aleyhe delil olarak kullanılması mümkün değildir.
Yurtdışında işlenen bu tür suçlar TCK’nun 140 ncı maddesi kapsamında olup, sözkonusu madde yürürlükten kaldırılmış olup, yerine yeni bir hüküm konulmamıştır.
k- Demokrasi Partisi MYK sının “Barış Çağrısı” başlıklı bildirisi suç oluşturmadığı gibi, kapatılma gerekçeside olamaz.
DEP kuruluşundan hemen sonra 27 Haziran 1993 tarihinde ilk kurultayını yapmıştır. Bu kurultayda, birçok il örgütü ve kurultay delegesi verdikleri önergelerle, partinin “barış kampanyası” başlatılmasını, akan kanın durması, silahların susması yönünde çalışmalar başlatılmasının kurultay kararı haline getirilmesini istemişlerdir.
Kurultay “barış kampanyası” kararı almasını ve seçilecek yeni Parti Meclisi üyelerinin bu görevi yerine getirmesini öngördüğünden, Parti Meclisi adına Merkez Yürütme Kurulu 1993 yılının Ağustos ayı boyunca birçok etkinlikte bulunmuştur. Bunlardan biriside “Barış çağırısı bildirisidir”.
Bildiri nedeniyle Ankara DGM Başsavcılığı MYK üyeleri hakkında 1993/115 E.kamu davasını açmış olup, bu dava derdesttir. Aynı bildiri Cumhuriyet Başsavcılığının parti kapatma iddianamesinde delil olarak gösterilmiştir. Bildiride Kürt halkından bahsedilmesi… Kürt halkının isteklerinin başında bu sorunda dahil olmak üzere, her sorunun yasaksız olarak tartışılabileceği bir demokrasi isteğinin geldiği..” denilmek suretiyle bir takım varsayımlardan yola çıkılarak.. bazı yurttaşların diğer yurttaşlarla tam eşitlik içinde olmadıkları izlenimi yaratılmak istenmektedir, denilmektedir.
Konuşmalarda ve bildirilerde Kürt halkından bahsedilmesi başlı başına suç addedilerek, kapatılma gerekçesi olarak gösterilmek suretiyle, tarihsel, sosyolojik, bilimsel gerçekler gözardı edilmektedir.
İddianamenin 41 nci sayfasında: “…Kürt kimliğinin bütün sonuçlarıyla Anayasa ve yasalarda güvence altına alınmasına bağlı olarak kürt kimliğinin kabulu anlamında, Türkiye Cumhuriyet’nin uluslararası antlaşmalara koymuş olduğu tüm çekincelerden vazgeçilmesi ve sorunun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun biçimde çözümlenmesi için adımlar atılması gerektiğinin ifade edildiği; kürtlerin dillerini, kültürlerini ve sanatlarını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeleri ve geliştirmelerine olanak sağlanması, ana dilde eğitim hakkı verilmesinin savunulduğu görülmektedir.” yasal, demokratik, hukuka ve Türkiye’nin imzacısı olduğu uluslararası sözleşmelere uygun en doğal ve haklı, hukuka uygun istekleri, parti kapatma gerekçesi olarak göstermek, peşinen demokrasiyi, düşünce ve ifade hürriyetini, gerçekleri dile getirmeği yasak ve sansür kapsamına almak, insanlara tek tip düşünce ve ideoloji doğrultusunda düşünmeğe zorlamak anlamındadır. Böylesi bir iddiayı kabul edebilmenin olanağı yoktur. Yaşadığımız çağda, insan haklarını, demokrasiyi, hukuk devletini, çoğulculuğu, katılımcılığı üstelik meşru zeminlerde, demokratik yolla savunmanın bedeli parti kapatılma olamaz. Hiçbir devlet kendisinin imzacısı olduğu uluslararası sözleşmeleri ve ona bağlı yükümlülükleri görmezlikten gelemez ve bunlara uyulmasını istemeyi suç addedemez. İddianın mantığı bu olunca, kendince ulaştığı sonuçta şu olmaktadır:
“…genel sonuç ve anlam: Türklerden ayrı bir varlığa sahip olduğu bildirilen Kürtlerin, Türklerden kopartılması ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın Türk ulusunun kaynaştırıcı bütünlüğünden soğutulması ve ayrılması amaç ve ereğinin ve bu yolda bir kışkırtmacılığın izlenmekte oluşudur..”
İddianamenin mantığı kendi içinde çelişik ve varsayımlar üzerine kurulu olduğu için, birtakım kavramları, düşünceleri ve tahlilleri yerine geldiğinde ayrı ayrı bölümlerde izah etmeğe çalışacağız. Bu nedenle, Anayasa, Siyasi Partiler Yasası, uluslararası hukuk, hukuk devleti, bilim ve sosyoloji açısından Türkiye gerçekliği ve mevcut antidemokratik düzenlemelerde dikkate alınarak ayrı ayrı açıklanacaktır. Gerçekten; 49 sayfalık iddianamenin yüzde doksanı teorik görüşlere, yüzde onu ise esas dava somutuna ayrılmıştır. Bu nedenle bazı görüşlere zorunlu yanıt verirken, hukuki olmaktan çok, politik, bilimsel olmaktan çok yoruma ve varsayıma dayalı iddialara yanıt vermeğe çalışacağız.
3- İddianame kendi içinde çelişik olup, “inkarcı” bir anlayışla Kürt realitesini yadsımaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin muhtelif kararları örnek gösterilmek suretiyle, Türkiye’de Türklerden başka Kürtlerinde yaşadığı, tarihten gelen bir gerçekçilik ve mozaik olduğu vurgulanmaktadır. İddianamenin 33 ncü sayfasında:
“…özellikle, belirli bir büyüklüğe ulaşmış devletlerde ırk, dil, din, mezhep yönünden çeşitli boyutlara varan farklılıklara sahip toplulukların, yani ulus olgusuna oranla ikincil nitelikte kesimlerin bulunması doğal olduğu kadar, gözlenen bir gerçektirde..” bu tesbitten hemen sonra Anayasa Mahkemesi’nin 8.5.1980 gün. Esas 1979/1 (Parti kapatılması) Karar 1980/1 den yapılan alıntı ile şu husus saptanmaktadır: “..bu gibi toplulukların, dilinin yada dininin toplumun öteki kesimlerden ayrı olduğundan nesnel biçimde sözetmek tek başına bir “azınlık olduğunu ileri sürmek” anlamına gelmez…” denilmektedir.
İddianame bu gerçekliği ortaya koyarken, kendisi ile tamamen çelişen iddiaları sıralamakta, konuşma ve bildirilerde “Kürt Halkı” denilmesini, Kürt kimliği denilmesini kapatılma gerekçesi olarak göstermektedir. Sonuç olarakta zorlama bir mantıkla varsayımlardan yola kalkılarak, partinin kapatılmaması istenmektedir.
4-Kürtler “gayrımüslim ekali yet” değildir. Bu tür bir kıyaslama hukuki olmaktan uzak olduğu gibi bilime aykırıdır.
Ulusal azınlık kavramının menşei hep Lozan anlaşmasına götürülür. Ermeni, Yahudi, Rum, gibi mozaiğimizin bir parçası ve tarihin gerçeği olan dini ve etnik azınlıklar lozan anlaşması ile bazı hukuksal güvencelere bağlanmışlardır.
Azınlıklar bu nedenle, okullarını açabilmekte kendi dillerinde eğitim ve basın yayın faaliyetlerinde bulunmakta, kültürlerini geliştirebilmektedirler. Bu hakların doğal ve insani olduğunu yerinde olduğunu belirtmek gerekir. Osmanlı döneminde dahi bu azınlıkların Sultan güvencesinde aynı özgür haklara sahip olduklarını, tazminat fermanı ile bu haklarının dile getirildiğini Meşrutiyet dönemlerinde de benzer güvencelerin olduğunu görmekteyiz. Bu hakların çağdaş bir hukuk devleti için önemli insani değerler olarak her zaman değerlendirilmesi gerektiği izahtan varestedir. Ancak; Lozan anlaşmasının Batılı ülkelerle imzalanan bir anlaşma olduğu gerçekliğini unutmamak gerekir.
Anlaşmaların hukuk devletinde yeri ve bağlayıcılığı elbette önemlidir. Bu önem Türkiye’nin sonradan imzacısı olduğu tüm uluslararası anlaşmalar içinde geçerlidir. Bİrini ön plana çıkarırken diğerini yadsımak, hukukun temel ilkeleri bağdaşmaz.
Lozan anlaşmasında unutulan bazı gerçeklerde vardır. Örneğin Süryaniler o dönemde en büyük azınlık olmalarına rağmen, temsilci olarak o sırada bulunan Metropolitleri Samuel’in Süryani azınlığı Türkiye toplumunun mütemmin cüzi olarak gördüğünü ve eşit haklarda olduğunu belirtmesi ve ayrıca azınlık isteklerinden yararlanmak istemiyoruz. demesi üzerine, Süryaniler bu kapsam içine alınmamıştır. Ancak, hukuken diğer azınlıklara tanınan hakların, dini ve dili itibariyle aynı azınlık statüsünde olan Süryaniler içinde geçerli olduğu bir gerçekliktir. Diğer yandan Lozan görüşmelerinde Kürtlerin konumu çok daha farklıdır. İsmet İnönü, Lozan’da Türkler ve Kürtleri temsilen bulunduğunu açıklamıştır. Bu husus kayıtlarda açıkça bellidir. Kürtler nüfus yoğunlukları nedeniylede ekaliyet olarak tabir edilen kesimlerden farklı olmalarına rağmen asıl Müslüman olmaları, ortak din öğesi nedeniyle diğer azınlıklardan farklı olarak değerlendirilmişlerdir. Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarında “..müslüman topluluklar arasındaki değişik gruplara azınlık statüsü tanınmadığı..” belirlenmiştir denilmektedir.
Burada Müslüman olan adı “topluluk” veya “grup” olarak ifade edilen kesimlerin en başında Kürtlerin geldiği bir gerçektir. Bu gerçeklik, beraberinde bazı hak ve yükümlülükleride getirmektedir. Devletin resmi tanımı ile bunun adı “Kürt Realitesidir” Her realitenin getirip dayattığı bazı hak ve ödevler vardır. Burada asıl üzerinde durulması gereken, Kürtlerin konumunun azınlık statüsünün çok üstünde olduğu gerçekliğini görmektir. Bunu görmezlikten geldiğimiz zaman, Kürt realitesini inkar etmiş oluruz. Kürt realitesinin tarihten gelen, dil, kültür benzeri birçok zenginlikleri bulunmakta bu zenginlikler, Anadolu mozağinin güzelliği ve gerçekliği olarak tezahür etmektedir.
Biz hukukçulara düşen görev, bazı anlaşmaları dar yorumlayıp, aksi kanaatler üreterek, tarihin, toplum değişiminin ve çağın önüne dikilmek değildir. Biz hukukçular böylesi bir misyon içinde olamayız.. yaşamın gerçekleri, dayatan ihtiyaçları toplum mutabakatlarını, barışını ve demokrasiyi kökleştirecek açılımların öncüsü olmak zorundayız. Aksi halde hala Hammurabi kanunları ile yönetilir olurduk.
4- Anayasa ve başlangıç kısmı Üniter Devlet yapısı, insan haklarının, uluslararası hukukun ve evrensel ilkelerinin uygulanmasına engel gösterilmemelidir.
Anayasa’nın Başlangıç Kısmı “…bu Anayasa hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiğinin karşısında korunma göremeyeceği…” şeklindedir. Burada korunan “Üniter Devlet” yapısıdır. Devletin tekliği ve birliğidir.
Yüce Mahkeme’nin en son ÖZDEP ile ilgili 23.11.1993 tarih 1993/1-2 sayılı kapatma kararında:
“…Bu konuda özenle üzerinde durulması gereken husus daha önce belirtildiği gibi bu yöndeki yasal düzenlemelerin amacı ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların dil ve kültürlerinin yasaklanması değildir. Çeşitli etnik kökenlerden gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, kendi dil ve kültürlerine sahiptirler… yasaklanan kültürel farklılıkların ve zenginliğin belirtilmesi olmayıp bunların Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak, ulus bütünlüğünün bozulması ve buna bağlı olarak yeni bir Devlet düzeninin kurulması amacıyla kullanılmasıdır…”
Yine Yüce Mahkeme’nin Üniter Devlet yapısına ilişkin olarak Fransa örneği gösterilmiştir. Ayrılıkçı Korsika tezlerinin Fransa Anayasa Mahkemesi’nce kabul görmediği vurgulanmaktadır. Ancak, Fransa etnik farklılıklardan doğan dil ve kültürlerin özgürce kullanımına ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun yasal düzenlemelere gitmiştir. Örneğin Alsas-Loren bölgesinde, Devlet televizyonu kanalıyla Alsasça yayın yapılmakta, alta Fransızca italik harflerle yazı yazılmaktadır. Avrupa Konseyi ve Parlamentosunun bulunduğu Strazbourg’ta bu gerçekliği yaşamak ve görmek mümkündür. Bu tür faaliyetlerin ve hakların kullanımının “bölücülük” olarak algılanamayacağı bir gerçekliktir.
Türkiye’de ne yazıkki birtakım haklardan bahsetmek, hemen “bölücülük” olarak değerlendirilmekte ve yasal düzenlemeler sonucu ağır cezalarla müeyyidelendirilmektedir. Örneğin bir bilim adamı olan Fikret Başkaya’nın yazmış olduğu bir kitap 3713 sayılı Yasa’nın 8. maddesi uyarınca “Bölücülük suçu” olarak değerlendirilmiş, yazar da “terörist” sıfatıyla tutuklanıp cezaevine konmuştur.
Anayasa’nın 2. maddesi T.C. devletinin lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu gerçekliğini belirtmektedir. Hukuk, Anayasa ve yasalardan başlayarak, Türkiye’nin yükümlendiği uluslararası antlaşmalar, ilkeler ve değerlerin bütününü teşkil etmektedir. Anayasa’nın bu bütün içinde çağa ve günümüze cevap vermediği, değiştirilmesi fikri, T.B.M.M.de önemle ele alınmakta hemen hemen tüm siyasî partilerin mutabık kaldığı bir takım değişikliklerin yapılması gündeme gelmektedir.
Anayasa’nın değiştirilmesi fikri aynı zamanda Siyasî Partiler Yasası ile seçim yasalarının değiştirilmesi fikri de öne almış bulunmaktadır. 1982 Anayasası’nın 12 Eylül Askerî rejimi ve oluşturduğu Danışma Meclisi ve atadığı hukukçular ile oluşturulduğu, bir nevi tepki Anayasası olduğu, özellikle düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ile insan hakları konusunda önemli eksiklikler ve yetersizlikler taşıdığı inancı toplumda ve genel olarak hukukçularda oluşmuş bulunmaktadır.
Biz hukukçuların dar anlamda kanun tatbikçisi olmadığımız, hukukun evrensel ilkeleri ve değerleri ile bağlı olduğumuz gerçeği yanısıra Anayasa’nın 90 ncı maddesi uyarınca usulüne uygun olarak imzalanmış ve yürürlüğe girmiş uluslararası antlaşmaları bir iç hukuk hükmü olduğu gerçeğini göze almak zorundayız.
Anayasa’nın 3 ncü maddesi resmî dilin Türkçe olduğunu belirlemektedir. Bu gerçekliğin yanısıra Türkiye’de başka dillerin bulunduğu ve 2932 sayılı Yasa ile dil yasaklarının kalktığı gerçeği karşısında, başkaca dillerin özgürce gelişimi ve basım ve yayımının istenmesini dar anlamda “bölücülük” olarak veya Üniter Devlet yapısını bozucu olarak değerlendirmek mümkün değildir. Nitekim Yüce Mahkeme’nin kararlarında da bu husus vurgulanmaktadır.
DEP’in kapatılması için gösterilen delillerin değerlendirilmesinde, Kürt dilinin özgürce konuşulması isteminin bu nedenle kapatılma gerekçesi olarak değerlendirilemeyeceği ortadadır.
Anayasa’nın 4 ncü maddesindeki Devletin yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu yönündeki hükmünü ihlâl eden bir konuşma veya yazılı metin bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 14 ncü maddesi “…Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozucu şekilde kullanılamayacağı belirtilmiş olup özellikle siyasî partilerin faaliyetlerinde bunun sınır ve kapsamının iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Siyasî partilerin kullandığı demokratik mücadele yöntemi, yasal ve meşru zeminlerde sürdükçe, şiddete başvurulmadıkça, Anayasal güvence altında olan “düşünce açıklama hürriyetinin” yok edilmemesi esastır. Aksi takdirde siyasî partilerin görüşlerini açıklamaları ve kamuyu oluşturmaları iktidara geldikleri takdirde, bu yükümlülüklerini yerine getirilmelerine olanak kalmazdı.
- 2820 sayılı SPY.nın kapatılmaya ilişkin hükümleri ve nedenleri, olayımızda yeterli delil bulunmadığı için uygulanamaz.
SPY.nın 78 nci maddesi: “…Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî marşına ve başkentine dair hükümlerinin; değiştirilemeyeceğine ilişkin olup; İddianamede gösterilen iki konuşma ve bir bildiri eyleminde bu yönde bir görüş ve düşünce açıklaması bulunmamaktadır.
İddianın bu konuya açıklık getirerek, hangi söz ve eylemle ihlalin sağlandığını kanıtlaması gerekmektedir. DEP programında 7 sayfada : “Kürt sorununa barışçıl ve adil çözüm başlığı altında görüşlerini net olarak belirlemiş olup, bu görüşleri nedeniyle kapatma istemi yoktur. O halde bu programa uygun söz ve yazılı açıklamaların kapatılma gerekçesi olarak gösterilmeside mümkün değildir. Parti programı dikkate alınacak olursa, partinin örgütlenme modelinin demokratik kitle partisi yönünde olduğu, kesinlikle ırk temelinde olmadığı ortaya çıkacaktır.
Türkiye’de ençok konuşulan ve çözüm bekleyen Kürt sorunu ile ilgili olarak ileri sürülen görüşlerin tam bir demokrasi ve hukuk değerlerine bağlı bir çözümü içerdiği görülmektedir. Böylesi bir çözüme karşı olmak, Türkiye’nin imzacısı olduğu uluslararası anlaşmaları ve hukukun evrensel ilkeleri ile, demokratik toplum yaşamına aykırılık teşkil eder.
SPY’nın 81 inci maddesi ise Türkiye’de dil yasakları kalkmasına rağmen, hala bu yasağı sürdüren bir hüküm olmakla açıkça Anayasaya aykırılık teşkil etmektedir.
6- Uluslararası anlaşmalar açısından kapatılma gerekçesi bulunmamaktadır.
İddianamenin 42-44 sayfaları ile esas hakkında görüşün 11 inci sayfasında: Helsinki Sonuç Belgesi ile Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı’nın hukuksal dayanağı ve bağlayıcılığı bulunmadığı, “..bu sözleşme ve eki protokollerde azınlıklar ve etnik gruplara ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır…” denilmektedir.
AGİK süreci içindeki Viyana bildirgesi ile görüşlerdede bağlayıcı hüküm taşımadığı belirtilirken, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile ilgili olarak açık ve gerekçeli bir görüşün yeralmadığı görülmektedir.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar görmekteyiz. Pacta Sun Senvanda, yani ahde vefa sözleşmeye saygı kuralı hukuk devleti olmanın en temel zorunluluklarından biridir.
Türkiye dahil, sözkonusu anlaşmaları imzalayan devletlerin bazı yükümlülükleri bulunmakta ve kendi iç mevzuatlarının sözleşmelere uydurulması, bu yönde değişikliğe gidilmesi gerekmektedir. Buna uymanın müeyyidesi, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile İnsan Hakları Adalet Divanında yargılanmayı kabul ile birlikte politik olarak, önemli sonuçlar doğurmaktadır. Türkiye bu tür konularda özellikle hassas davranmakta AT’ye girmek, ülkenin demokratikleşmesi için hukuk alanında insan hakları konusunda bazı adımlar atmak için son yıllarda gözle görülür gayretlerin içine girmektedir.
Türkiyede yasalar piramidin en uç noktası Anayasa ise bununda bir üst noktası vardır ki : o da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir. Bir nevi ortak Anayasa olma, uluslarüstü hukuk olma yönünde ciddi gelişmelerin kaydedildiği bir aşamada Türkiye’de iddia, savunma ve yargı üçlüsünün bu gerçekliği gözönüne alması kaçınılmaz olmaktadır. Anayasanın 90 ıncı maddesi uyarınca bir iç hukuk hükmü haline gelen anlaşmaların uygulanması yasal zorunluluktur.
Anayasamızın l0 ncu maddesi: “…Herkes, dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Türkiye gerçekliğinde, bu eşitliğin olduğunu söylemek mümkünmüdür’ Bu eşitliğin olmadığını ve sağlanması gerektiğini söylemeği bu yönde bir siyasi partinin düşünce açıklamasını “bölücü” olarak değerlendirmek, çelişki değilmidir’
Anayasanın 66 ncı maddesine göre “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” denilmektedir. Bu durumda Türkiye mozaiğinin bir parçası olan, etnik kimliği Kürt olan bir T.C. vatandaşı radyoda, Televizyonda kendi dilinde Kürtçe bir türkü dinliyemiyorsa, kültürel haklarını kullanamıyorsa yasalar karşısında eşitlikten sözedilemez. Bir siyasi parti bunu dile getiriyorsa, kapatılma tehditi ile karşılaşıyorsa o ülkede demokrasiden sözedilemez.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 2 mad: “Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal yada başka görüş, ulusal yada toplumsal köken, mülkiyet, doğuş yada benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede öne sürülen tüm hak ve özgürlüklere sahiptirler…” bu hüküm ile Anayasamızdaki benzer hüküm insanlığın büyük bedeller ödüyerek elde ettiği kazanımlardır.
Birleşmiş Milletler l966 tarihli kişisel ve siyasal haklar sözleşmesinin 27 nci maddesi: “…Etnik ve dinsel azınlıklarla dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde bu azınlıklardan olan kişilerin kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerini yada dillerini kullanma hakları inkar edilemez…” denilmektedir. Paris Şartında:
“…Bir ulus içindeki azınlıkların soy, kültür, dil, din, yönünden sahip oldukları kimliğin korunacağını, azınlıklara mensup kişilerin hiçbir ayrım yapılmaksızın kanun önünde tam bir eşitlik içinde işbu kimliği serbestçe ifade etmek, korumak ve geliştirmek hakkına sahip olduklarını teyit eder…”
T.C. Devleti, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve işbirliği Konseyi (AGİK) üyesidir. Uluslararası sözleşmeleri ve bildirgeleri kabul etmiş imzalamış bir ülkedir. Uluslararası planda, bu sözleşme ve bildirgelere uymayı taahhüt etmiş olan T.C. Devleti, kendi iç hukukunda bunları ne kadar yerine getirmiştir’ Biz hukukçuların asıl üzerinde durması ve sorgulaması gereken konu budur. Bu sözleşmelerin bizi bağlamadığını ileri sürüp, görmezlikten gelemeyiz.
Türkiye’de TCK’nun l4l, l42, l63 ncü maddeleri düşünceyi yasakladıkları için l2.4.l99l tarihinde kaldırılmasına rağmen, aynı gün 37l3 sayılı Terörle Mücadele Yasası 8 nci maddesi uyarınca daha ağır cezai müeyyideler getirilmiştir.
Bir asırdan bu yana Türkiye’de azınlık sayılan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, kendi dillerinde eğitim, gazete, yayın faaliyetleri ile kültürlerini geliştirmeleri mümkün olmasına, İngilizce, Fransızca, İtalyanca dillerinde aynı şekilde eşit ve özgür faaliyet imkanı bulunmasına rağmen, adı Kürt olan herşey yasağa bağlanmış bulunmaktadır. 2923 sayılı yabancı dil eğitimi ve öğrenimi kanunu mad. 2/a: “Türk vatandaşlarına ana dilleri Türkçe’den başka hiçbir dil okutulamaz ve öğretilemez. “Anayasanın 28. mad. Basın hürriyetini belirlemiş olup, ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik yayın yapılamaz, hükmü ile, Türkçe dışındaki etnik kimliklerin ifadesi 3713 sayılı yasanın 8 nci maddesinde “…hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun Türkiye devletini ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı, sözlü, propaganda ve toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılamaz…” denilmek suretiyle, Türkiye Cumhuriyetinin asli unsurları olan, zengin mozaiğini teşkil eden Türk dili ve kültürü dışında örneğin Kürt dili ve kültürünün konuşulması ve geliştirilmesi yasak ve ceza kapsamına alınmış bulunmaktadır.
Benzer hükümler, 3257 sayılı Sinema, video ve müzik eserleri kanununu madde 9/3 te, 2559 sayılı polis vazife ve selahiyetleri yasası 8/d fıkrada, 2954 sayılı Radyo ve Televizyon yayınları kanunu 4/a da, dernekler yasasında ve daha birçok yasada yeralmaktadır. Bu fiili yasa kısıtlamaların tamamı uluslararası sözleşmelere aykırıdır. İddianamenin 37 nci sayfasında: “…özel yaşantılarında çeşitli etnik kökenlerden gelen yurttaşların kimliklerini belirtmeleri, dillerini konuşmaları gelenek ve göreneklerini konuşmaları karşısında herhangi bir engel yoktur…” şeklinde bir açıklamanın inandırıcı ve hukuki bir dayanağı yoktur. Bu yönde siyasi faaliyette bulunan DEP’in bu nedenle kapatılmasını istenmesi büyük bir çelişki olarak tezahür etmektedir.
İddianame devamla “…Yasaklananın, azınlık ve ayrı bir ulus oluşturduklarının ifade edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmeleridir…” şeklinde açıklamada bulunuluyorsa da, Kürt halkından, dilinden bahsetmek başlı başına kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir.
Agik insani boyut konferansı Kopenhag toplantısı belgeseli bizi bağlayıcı hükümler taşıyor.
5-29 Haziran l990 tarihinde yapılan toplantıya Türkiye katılmış ve imzacısı devlettir. Bu toplantıda “…insan haklarını ilgilendiren uluslararası belgelerin iç planda hukuk devletine yaptığı katkının önemini dikkate alan katılan devletler, henüz yapmamış iseler, Medeni ve siyasi haklara ilişkin Milletlerarası Sözleşmeye, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin Milletler arası sözleşmeye ve diğer ilgili milletlerarası belgelere katılmayı gözönünde bulunduracaklarını teyid ederler” denildikten sonra, buna bir denetim mekanizması getirilerek, Yargı gözlemciliğini şu şekilde açıklamakta:
“…Viyana Kapanış Belgesinin AGİK İnsani boyutu çerçevesinde üstlendikleri taahhütlerin uygulanmasında en iyi bir şekilde bir şeffaflık sağlamak arzusunda olan katılan devletler, bir güvenlik önlemi olarak, milli mevzuat ve devletler hukukunca öngörüldüğü gibi: Mahkemeler önündeki duruşmalar sırasında katılan devletler tarafından gönderilecek gözlemcilerin, hükümet dışı örgütlerin temsilcilerinin ve diğer ilgili kişilerin mevcudiyetini kabul etmeğe karar vermişlerdir. Kapalı oturumun ancak kanunda öngörülen durumlarda ve devletler hukukundan kaynaklanan vecibelere ve milletlerarası taahhütlere uygun ilan edilebileceği hususunda mutabık kalmışlardır”
Türkiye bir hukuk devleti olarak bu yükümlülüklerin altına girdikten sonra, aynı hakların bir başka Avrupa konseyi üyesi devlet açısından ve türk hukukçular tarafından da geçerli olabileceği gerçeğini görmek gerekir. Kapatma davasının en ağır sonuçlarından birisi de onu aşkın milletvekilinin üyeliklerinin düşmesi ve yargılanmaları sonucunu doğurmasıdır ki, böylesi bir durumda “yargı gözlemcisi” olarak denetim altında bulunacağımız gerçeğini gözönüne aldığımızda iç mevzuatımızın uluslararası sözleşmelerle uygunluğununda bir denetim geçireceği gerçeğini unutmamak gerekir.
“AGİK” Milli azınlıklar uzmanlar toplantısı l991 Cenevre Raporu’nu dikkate almak zorundayız.
l-l9 Temmuz l99l tarihlerinde Cenevre’de toplanan ve Türkiye’nin de katıldığı “Yeni bir Avrupa için Paris Şartı” çerçevesinde;
“..Paris yasasının ilgili hükümleri uyarınca, katılan devletlerin temsilcileri Milli Azınlıklar ve onlara mensup kişilerin haklarına ilişkin konularda gerek yasal, siyasi ve ekonomik geçmişlerinin, gerek durumların farklılığını yansıtan ayrıntılı bir tartışma yapmışlardır…”
Milli azınlıklara mensup kişilerinki de dahil olmak üzere, insan hakları ve temel hürriyetlere saygının ve onların tam olarak kullanılmasının Yeni Bir Avrupanın temelini teşkil ettiğini kabul ederek;
Halkları arasındaki dostane ilişkilerin aynı zamanda barış, adalet, istikrar ve demokrasinin, milli azınlıkların etnik, kültür, dil ve din kimliğinin korunmasını gerekli kıldığı ve bu kimliğin ileri götürülmesi için şartların yaratılması gerektiği yolundaki derin kanılarını teyid ederek,
Milli azınlıkların bulunduğu devletlerde, demokrasinin milli azınlıklara mensup olanlar dahil tüm kişilerin haklar ve temel hürriyetler konusunda tam ve fiili eşitliğe sahip olmasını ve hukuk devleti ve demokratik kurumlardan yararlanmasını gerekli kıldığına kani olarak….tüm etnik, kültür, dil veya din farklılıklarının mutlak süretle azınlıkların yaratılmasına müncer olmayacağını not ederler.. denilmektedir.
Milli azınlıklara mensup kişilerin etnik, kültür, dil ve din benliklerini serbestçe korumağa, muhafazaya ve geliştirmeğe ve kültürlerin tüm vecheleri ile iradeleri hilafına herhangi bir şekilde asimilasyon girişimlerinden ari olarak geliştirmeğe ve muhafaza etmeğe hakları olduğunu teyid ederler. Bunların dışında katılan devletler; azınlık dillerinin geliştirilmesi, eğitimi, kültür ve daha birçok konuda açıklayıcı kararlar alınmıştır. Son olarak katılan devletlerin kendi ülkelerinde milli azınlıklara ve etnik kimliklere ilişkin, gönüllülük esasına göre AGİK sekreteryası aracılığı ile bilgilendirme yükümlülüğü kararıda vardır.
Türkiye bu toplantılara katılmış, imza vermiş yükümlülük üstlenmiş bir hukuk devleti olarak, bu anlaşmaları yoksayamaz. Bu nedenledirki: DEP’in barış bildirisinde değindiği bu yükümlülükleri kapatılma gerekçesi olarak sunan iddianameyi anlamakta güçlük çektiğimizi belirtmek isteriz. Bir siyasi parti yetkili kurulunun, devletin imzacısı olduğu sözleşmelerin gereğinin yerine getirilmesini istemekten daha doğal birşey olamaz. Burada önemle dikkat edilmesi gereken nokta bu isteklerin demokratik yasal çerçeve içinde istenmiş olmasıdır.
AGİK insani boyut konferansı Moskova toplantısı belgesi
l0 Eylül – 4 Ekim l99l tarihleri arasında Moskova’da düzenlenen toplantıya Türkiye’de katılmış, imza vermiştir. Bu toplantıda şu saptamalar ilgi çekicidir:
“…Milli, etnik veya ayırımcılık, düşmanlık ve şiddet hareketlerini özellikle esefle karşılamışlardır. Bu itibarla katılan Devletler, insani boyuta ilişkin taahütlerinin tam olarak yerine getirilmesi için, meydana gelen köklü siyasal değişiklerden özlü şekilde yararlanması gereken sürekli gayretlerin halâ zorunlu olduğu görüşünü ifade eder…”
“…Katılan devletler, Kopenhag Belgeselinde yeralan, hukuk devletine ilişkin taahhütlerini hatırlar, hukuk devletinin temelini teşkil eden adalet ilkelerini ileri götürmeğe ve desteklemeğe olan bağlılıklarını teyid ederler. Özellikle, demokrasinin, hukuk devletinde mündemiç bir unsur olduğunu ve çoğulculuğun, siyasal örgütler bakımından önem taşıdığını tekrar teyid ederler…”
“…katılan devletler, bir Olağanüstü hal döneminde insan hakları ve temel özgürlüklerin korunmasının, Kopenhag toplantısı belgesinin ilgili hükümlerinin hesaba katılmasını ve taraf oldukları uluslararası sözleşmelere riayet edilmesinin önem taşıdığı kanaatindedirler..”
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye’de iç hukuk hükmünde olup, uygulanması zorunluluğu vardır.
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini, l954 yılında onaylamıştır. İmzalanan ve Resmi Gazete’de yayınlanan sözleşme Anayasanın 90 ncı maddesi uyarınca iç hukuk hükmü haline gelmiştir. İddianame ve esas hakkında görüşte, bu sözleşmenin bağlayıcılığı konusunda hiçbir görüşün ileri sürülmemesi dikkat çekicidir.
Davanın konusu, parti kapatma olunca, gösterilen delillerde iki konuşma bir bildiri, yani “düşünce açıklaması” olunca; AİHS’nin 9. maddesinde belirlenen “…herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır..” hükmü, l0 ncu maddede yeralan “…herkesin anlatım özgürlüğüne hakkı vardır…” hükmü, ll nci maddede yeralan “…herkesin barışçı amaçlarla toplanma hakkı…” hükmü, açıkça ihlâl edilmektedir.
Sözleşmenin, l4 ncü maddesinde “…bu sözleşmede öne sürülmüş olan hak ve özgürlüklerden yararlanma;cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal yada başka bir görüş, ulusal yada toplumsal köken, bir ulusal azınlıktan olma, mülkiyet ve benzeri başka bir statü ayrımı gözetilmeksizin herkes için sağlanır…” hükmü karşısında, iddianın, yasal, uluslararası hukuk ve hukukun evrensel ilkeleri açısından, çağımız açısından haklı hiçbir dayanak ve gerekçesinin olmadığı ortadadır. Uluslararası bağlayıcı sözleşmeleri hiçe sayan iddianame, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları divanın’ın yargı denetimini de önemsememektedir.
7- Hukuk devleti ve demokrasi açısından, DEP’in düşünceleri nedeniyle kapatılması ülke yararına değildir.
l982 Anayasasının hazırlandığı koşulları gözönünde tutmakta yarar vardır. l2 Eylül sabahı beş general, iç hizmet kanunundan aldıkları bir yetki ile yönetime el koyduklarını ilan ettiklerinden, yaptıkları ilk iş TBMM’ni ve demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri kapatmak. Liderlerinin bir kısmını Zincirbozan’a toplamak olmuştur.
Kaynağı ulus egemenliği ve iradesi olmayan bir askeri darbe ile atanan Danışma Meclisi ve bazı hukukçuların generallerin isteğine uygun hazırladıkları bir anayasa tek yanlı olarak sözde refaranduma sunulmuştur. Bir tepki ve düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü kısan, birçok antidemokratik hükümle dolu olan Anayasanın, uluslararası sözleşmelere, hukukun evrensel ilkelerine ve Türkiye toplumuna uymadığı aradan geçen süre içinde birçok kez kanıtlanmıştır.
Zincirbozan’a sürgün edilen liderlerin yasağı kalkmış bugün Çankaya’da Cumhurbaşkanı olarak görev yapmakta, diğer liderlerin yasağı kalkmış, tamamı bugün meclis üyesi ve siyasi partilerinin başında bulunmaktadırlar.
TBMM üyeleri ve siyasi partiler bu Anayasanın değişmesi gerektiğini hep söylemişler, Ancak; siyasi çıkarları gereği bu tarihi görevi yerine getirmemişlerdir.
Anayasanın, Siyasi Partiler Yasasının seçim yasalarının değiştirilmesinin ençok tartışıldığı bir ülkede, biz hukukçuların hukuku dar manada “Kanun tatbiki” olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Bizi bağlayan hukukun evrensel değerlerini, uluslararası sözleşmeleri bir kenara atamayız.
Anayasa ve yasalarımızda birçok çelişkili hükmün bulunduğu gerçeği karşısında, çağımıza damgasını vuran insan hakları ve özgürlük değerlerini ülkemiz ve toplumumuz için lüks görme, tam katılımcı, çoğulcu bir demokrasiyi henüz özümsemeyecek kaldıramayacak toplum olduğumuz anlayışı ile erteleme hakkını kendimizde göremeyiz.
Bir hukuk devletinde biz hukukçulara düşen sorumluluklar, bizi kamu vicdanında ve tarih önünde sürekli değerlendirme konusu yapacaktır.
Adnan Menderes’in idamına karar veren yargıçların hiçbiri bugün anılmıyor. Ancak; Devlet töreni ile itibarının iadesine karar verilen Adnan Menderes’in İstanbul Topkapı’da bulunan anıt mezarını hergün binlerce insan ziyaret ediyor.
Anayasa Mahkemesi bazı kararlarında hukukun genel ilkelerinin, Anayasa kurallarından da önde geldiğini belirlemiştir. Uluslararası sözleşmelere dayalı ulusalüstü bir hukukun varlığı ve bu hukukun ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve kararlarının bağlayıcılığı ve insan haklarının ortak değer olarak korunması anlayışı, Anayasa Mahkemesinin getireceği yorumlardaki çağdaş niteliği belirleyen ölçütler haline dönüşmüştür. Hukuk devleti olmanın en başta gelen ölçütüde budur. Bu ölçütün düşünce özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü açısından özenle korunması, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilerin yaşatılması ile mümkün olacaktır.
Anayasanın başlangıç ve 174 üncü maddesinde, “…Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırması yada bu seviyenin üstüne çıkarılması azmini belirlerken”, 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında demokratik olmayı hukuk devletinin temel özellikleri arasında saymıştır.
Çoğulculuk, katılımcılık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, demokrasinin vazgeçilmeyen öğeleridir.
DEP işlevlerini yerine getirirken, baskı ve teröre başvurmamıştır. Aksine sürekli saldırılara hedef olmuştur. Ülkenin bölünmez bütünlüğünü bozmadan, yasal ve meşru zeminde demokratik toplum kuralları içinde, sorunların çözümünden yana olmuştur. Bu nedenle iki konuşma ve bir bildiri eylemi yani “Düşünce açıklama” nedeniyle kapatılmasının istenmesi, anayasal ve hukuksal korumadan yararlandırılmaması istemi hukuk devleti ve demokrasinin temel ilkeleri bağdaşmamaktadır.
8- Ülkemizin ve demokrasinin çıkarları açısından, toplumsal barış açısından DEP yaşamalıdır.
DEP’in kapatılması davasında, işin bir hukuksal yanı birde toplumsal yanı vardır. Bugün DEP gibi bir partinin Türkiye genelinde örgütlendiği, onu aşkın milletvekilinin bulunduğu gönül verenlerinin sayısının yüzbinleri aştığı gerçeğini dikkate almak gerekir. Diğer bir nokta, ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal konjoktürdür.
Bugün Türkiye tarihinin en bunalımlı günlerini yaşamaktadır. Bir yandan, yılda 800 Trilyona varan Olağanüstü Hal harcamaları, diğer yandan 5 Nisan kararlarını dayatan ekonomik çöküntü, enflasyon, işsizlik ve çözümsüzlük, Türkiye’de günde elliyi aşkın insanın öldüğü, binlerce faili meçhül cinayet ve köy boşaltmasının yaşadığı koşullarda, toplumsal barışa, huzura, akla ve sağduyuya en çok ihtiyaç duyulan günlerde yaşamaktayız.
DEP’in kapatılması davası, etnik kökeni Kürt olan milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması ve tutuklanmasından sonra, kapatılma kararı ile Anayasanın 84 üncü maddesi uyarınca üyelikleri düşecek milletvekillerinin onlara gönül veren oy veren seçmenleri nezdinde uyandıracağı duygu ve tepki, etnik kimlikleri kürt olanların dışlanması cezalandırılması olarak algılanacaktır. Ne yazıkki siyasi partilerin “münhasıran denetimi” yetkisi, Terörle Mücadele Yasasının 9 uncu maddesi uyarınca ihlal edilmiş, partinin eski ve yeni genel başkanları tutuklanmışlardır.
Ne yazıkki; siyasi partilerin kapatılması davaları gibi önemli davaların, genelde, siyasal ve demokratik yaşama Anayasanın temel ilkeleri doğrultusunda yön verici, temel hak ve özgürlükleri koruyucu işlevi ağır basan Anayasa mahkemelerinde görülmesinin en temel nedenleride ortadan kaldırılmış bulunmaktadır. Ankara DGM Başsavcılığı açtığı soruşturmalarla “De Facto” bir durumla siyasi partileri henüz kapatılmadan, fiilen işlemez duruma sokmuştur.
9- Anayasanın 84. maddesi açısından, DEP’in kapatılması durumunda, Anayasa’nın 84 üncü maddesi uyarınca davanın açıldığı tarihte DEP üyesi olan onu aşkın milletvekilinin milletvekilliği düşecektir.
Bu hüküm, eylem ve sözleriyle partinin kapatılmasına neden olan milletvekillerini kapsamıyor. Davanın açıldığı tarihte üye olan tüm milletvekilleri kapatılma davası sonucu etkilenmektedirler.
Ceza hukukun genel ilkeleri arasında yeralan, Cezaların Şahsiliği Prensibi açıkça ihlal edilmektedir. Parti tüzel kişiliği, parti üyeleri, yöneticileri ve milletvekilleri kişilikleri ayrı ayrıdır. Partinin kapatılması durumunda hepsinin cezalandırılması “Kollektif Cezalandırma” anlamına gelir.
Kollektif cezalandırma, Ortaçağ döneminden kalma aşiret ve derebeylik hukukun temel yargılamaları olmakla, aynı zamanda engizisyon döneminin bariz karakteristiğidir. Günümüzün çağdaş hiçbir hukuk devletinde “kollektif sorumluluk” yoktur. Nitekim ceza sistemimizde hukukun bu temel ilkesi yeralmışsada, siyasi partiler açısından getirilen bu hüküm ne yazık ki cezaların şahsiliği prensibine aykırı olarak, sonuç doğurmaktadır.
Anayasamızın 83 üncü maddesine göre, eylem ve sözleriyle ceza sorumluluğu olan ve kapatılmaya neden olan milletvekillerinin ayrı ayrı saptanması gerekir. Davamızda ise kapatılma gerekçeleri milletvekili olmayan eski Genel Başkan Yaşar Kaya’nın iki konuşması ile milletvekili olmayan MYK üyelerinin bildirisine dayanmaktadır. Yani kapatılma davasında hiçbir milletvekilinin söz ve eylemi sözkonusu değildir.
Anayasa Mahkemesi, hukukun evrensel ilkeleri karşısında, partinin kapatılmasında hiçbir etkisi olmayan milletvekillerinin “cezaların şahsiliği prensibi” uyarınca milletvekilliklerinin düşürülmesine karar vermemelidir.
Seçimle gelen bir milletvekilinin, milletvekilliğinin Anayasa Mahkemesi kararıyla yada TBMM’nin Başkanlığınca tesis edilecek yönetsel bir işlemle (tesbitle) sona ermesi, “kuvvetler ayrımına” ve “ulusal iradenin üstünlüğüne”de aykırıdır.
Siyasi Partiler Yasası’nın 95 inci maddesinde: fiileriyle siyasi partilerin kapatılmasına neden olanların on yıl süreyle başka bir siyasi partiye alınamayacakları ve milletvekili adayı olamayacakları yönünden hükmü ile, Anayasa’nın 84 üncü maddesi birbiriyle çelişmektedir. Anayasanın 69 uncu maddesinde yeralan hüküm ile SPY’nın 95 inci maddesinde yeralan hüküm arasındada çelişki bulunmaktadır. SPY’nın hükümlerinde kendi eylemleriyle partinin kapatılmasına neden olan, üye, yönetici ve milletvekilleri sayılırken, Anayasanın ilgi hükümleri böylesi bir ayrım görmemektedir.
Kendi eylemleri ile partinin kapatılmasına neden olmayan milletvekillerinin üyeliklerinin kapatılma kararı ile düşürülmesi, AİHS’nin 6 ncı maddesinde yer alan adil ve makul bir yargılama hak kının ihlali ile birlikte, 7 nci maddenin de ihlali anlamındadır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 15.12.1993 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na bir yazı göndererek, DEP’in 2.12.1993 tarihinde üyesi bulunan milletvekillerin listesinin gönderilmesini istemiştir.
T.B.M.M. Başkanlığı cevabı yazısında; Mardin Milletvekili Mehmet Sincar’ın 4.9.1993 tarihinde vefat ettiğini, Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak’ın 30.11.1993 tarihinde, Muş Milletvekili Muzaffer Demir’in 1.12.1993 tarihinde DEP’ten istifa ettiklerini, ayrıca Diyarbakır Milletvekili Mahmut Uyanık’ın 17.12.1993 tarih, Muş Milletvekili M.Emin Sever’in 16.12.1993 tarihli yazılarıyla DEP’le üyelik bağlarının olmadığını bildirdikleri belirtilmiştir.
Meclis Başkanlığı’nın yazı ekinde DEP Genel Başkanlığı’nın 13.7.1993 tarih, 993/1160 sayılı yazısı ile yine DEP Genel Başkanlığı’nın 24.12.1993 tarih ve 30.12.1993 ve 14.1.1994 tarih cevabı yazılarının ekte olduğu belirtilmiştir. Bu yazılarda Muş Milletvekili M. Emin Sever ile Diyarbakır Milletvekili Mahmut Uyanık’ın durumuna açıklık getirilmiş olup; DEP’in aynı zamanda kurucu üyeleri bulunan Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak ile Muş Milletvekili Muzaffer Demir ile ilgili TBMM Başkanlığı’nın yazısı, Parti kayıtları ile çelişmekte ve sunulan istifa dilekçeleri ile istifa alındı belgeleri kayıtlarda geçmemektedir.
Partilerin gelen ve giden evrak kayıtları ile verilen belgelerin tarih ve sayıya bağlanması, altında yetkili parti yöneticilerinin imzası ile mühür bulunması gerektiği izahtan varestedir. Hiçbir şekil şartı taşımayan ve gerçekliği parti ile yapılan yazışmalar ile doğrulanmayan bazı belgeleri TBMM Başkanlığı’nın kabul ederek, bazı üye milletvekillerinin, istifa etmiş sayılmasının ve bağımsız üye olarak gösterilmesini anlamak mümkün değildir. Bu konuda esas olan parti kayıtlarıdır. İki adet istifa alındı belgesi incelenecek olursa, ayrı yazılardan çıkan, parti anteti taşımayan üzerinde partinin tarih sayısı bulunmayan, mühür ve kaşe taşımayan yazılar olduğu görülecektir.
DEP Genel Merkezinin Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu 13.4.1994 tarihli yazılarında da açıkça anlaşılacağı üzere TBMM Başkanlığı hukuka aykırı bir takım tesbitlerde bulunmuş, dayanağı belgeler ise şekli ve hukukî olarak hüküm doğurmamaktadır. Asıl olan ve dikkate alınması gereken husus parti yazılarıdır. Aksi takdirde bu hususun parti ilgi kayıtları istenmek suretiyle incelenmesi gerekmektedir.
DEP’in dava açıldığı tarihte, birisi vefat etmiş onyedi milletvekili bulunmasına rağmen, Anayasa’nın 78. maddesinde “… Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliklerinde boşalma olması halinde, ara seçime gidilir. Ara seçim, her seçim döneminde bir defa yapılır ve genel seçimden otuz ay geçmedikçe ara seçime gidilemez. Ancak; boşalan üyeliklerin sayısı, üye tamsayısının yüzde beşini bulduğu hallerde, ara seçimlerin üç ay içinde yapılmasına karar verilir…” hükmü karşısında DEP’in kapatılma olasılığı karşısında siyasî bir kararla “ara seçim” yapılması önlenmek istenmiştir. Anayasa’nın 84. maddesinin uygulanması ihtimaline binaen durum açıklığa kavuşturulmalıdır.
10- SPY.nın 78. ve 81. maddeleri zımnen ilga edilmiştir.
Ön savunmamızda SPY.nın kapatılmaya ilişkin hükümlerinin Anayasa’ya aykırılığını belirtmiştik. Özellikle davamızda uygulanması istenen bu maddelerin Anayasa’ya aykırılığının incelenerek iptalini istiyoruz.
Anayasa’nın geçici 15. maddesi, ömrünü doldurmuş, keemlemyekün bir maddedir. Hukukun temel ilkeleri ve özellikle sonradan Türkiye’nin imzacısı olduğu sözleşme hükümlerine ve hukukun temel ilkelerine açıkça aykırılık teşkil etmesi nedeniyle davamızda uygulanması mümkün değildir.
-TCK’nun 141, 142, 163 ncü maddelerinin kaldırılması bu yöndeki yasakların da kalkması anlamındadır.
-2932 sayılı dil yasağının kalkması sonucu SPY’nın 81 nci maddesinin uygulanma kabiliyeti ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Askeri Yargıtay 3. Dairesi DİSK ile ilgili kararında:
“…TCK’nun 141, 142, 163 ncü maddelerinin kaldırılmasına ilişkin tasarının gerekçesinde; TCK’nun 141, 142, 163 ncü maddeleri ile Dernekler Kanunu’nun 5/7, 8, 62 maddelerinin şiddete başvurmayan düşünceyi ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtladığı, dolasıyla bu hükümlerin çağdaş, demokratik, toplum düzeyine ulaşmak için engel teşkil ettiği ve bu nedenle kaldırıldıkları kabul edildikten sonra … As.CK.nun 148/B maddesi ile 2821 sayılı Yasa’nın 58/1 maddesindeki hükümlerin, açık bir ilga hükmü olmamasına rağmen yürürlükten kalktıkları şüphesizdir…..” denilmektedir.
Askerî Yargıtay kararları ile birçok mahkeme kararında bu yönde gelişen içtihatlar karşısında, Anayasa Mahkemesi’nin de SPY’nın ilgi hükümlerini, demokratik hukuk devleti olmanın gereği olarak, incelemesi ve iptal etmesi gerektiği düşüncesindeyiz.
11- Toplumsal barış ve demokrasi için, DEP bir şanstır. Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda 1978 yılında ilân edilen sıkıyönetim 1987 yılında yerini Olağanüstü Hal Uygulamasına bıraktı. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, Koruculuk, Özel Tim, Özel Ordu derken, Olağanüstü Hal Kararnameleriyle sürgünler, sansürler, her türlü antidemokratik hüküm, olayları, sorunları çözemedi. Bugüne kadar uygulanan baskı politikaları askerî çözüm reçeteleri, daha çok can almasına yol açarken, demokratik yolların dışında arayışları, silahlı eylemliliği güçlendirdi. Yasal, demokratik platformların kapatılması, depolitizasyon politikaları ile sivil toplum örgütlerinin siyasetten yasaklanması, giderek suskun toplum yaratma çabaları bugüne kadar hiçbir çözüm getirmedi sorunları daha da ağırlaştırdı.
DEP’in Doğu ve Güneydoğu’da güçlü bir örgütlenmeğe sahip olması, Milletvekillerinin bu bölgelerden seçilmesi, toplumun istek ve arayışlarını demokratik yolla dile getirme, çözüm arayışlarında tartışma olanakları yaratma, halkın sorunlarına meşru zeminde çözüm bulma, barışa ve demokrasiye katkı sunma gibi, bir toplumsal sigorta ve teneffüs yolu olma misyonunu da beraber getirmektedir. Daha önce HEP’in kapatılmış olması arkasından ÖZDEP’in kapatılması ile şimdi de DEP’in kapatılması durumunda, yöre halkının, yasal platformlara, meşru mücadele araçlarına demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan siyasi partilere olan güvenini ortadan kaldıracağı gibi, yasal zeminlerin kapatılması daha çok illegal örgütlenmelerin işine yarayacaktır.
Davalı parti değerlendirilirken, proğramının, tüzüğünün, örgütlerinin Türkiye çapındaki tüm faaliyetlerinin, amacının kastının bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekir.
DEP herhangi bir şiddet eylemi nedeniyle yargılanmıyor. İki konuşma ve bir bildiri eylemi gibi, zayıf gerekçelerle, düşüncelerinden dolayı partinin kapatılması, sorunların çözümüne, toplumsal barışa, demokrasiye hiçbir katkı sunmayacaktır. Birtakım varsayımlarla, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünün ihlal edildiği iddiası inandırıcı değildir. Bir parti Mecliste onu aşkın milletvekili ile temsil ediliyorsa, bölünme iddiasının somut inandırıcı, kesin delillere dayanması gerekmektedir.
Birtakım sorunların, demokrasi içinde tartışılmasını istemek, çözüm aramak gibi meşru ve masum taleplerden ve siyasi partilerin varlık nedeni olan görüşleri kapatılma gerekçesi olamaz.
Demokrasi içinde, Ülkenin birliği ve bütünlüğü içinde, ister Cumhurbaşkanı Sayın Demirel’in sözettiği “Anayasal vatandaşlık” ister, “Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü” içindeki demokratik çözümlerin tümünün tartışılmasında büyük yararlar bulunmaktadır.
Akan kanın durması, silahların susması toplumun ertelenmez acil isteğidir. İddianamede partinin “barış bildirisi” nedeniyle davanın açılması, bu yöndeki gayretleri engelleyen sonuçlar doğurmaktadır. İddianamede ülkede bir “savaşın olduğu” kavramı ele alınarak, partinin kapatılması istenirken, Genelkurmay Başkanın “düşük ölçekli savaş” Milli Savunma Bakanın “cepheden geliyorum” kavramları hernedense gözardı edilmektedir. Bu sözleri ilk kullanan DEP değildir.
DEP, parti proğramında: “…sorunun şiddete dayalı çözümü ve bastırılması olanaksızdır. Şiddet politikası ülke kaynaklarının hedef olmasına yol açmakta ve ekonomik toplumsal gelişmeyi önlemektedir.
Kitlelerin örgütlenmesi ve katılımcılığını engelleyen yasal ve siyasal engeller kaldırılacak, onların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını sağlayacak demokratik sivil örgütlenmeler desteklenecektir. Gerçek bir demokrasinin gereği olarak; düşünce suç olmaktan çıkarılacak basın yayın gerçek anlamda özgür olacak, hertürlü politik örgütlenmenin engelleri kaldırılacaktır. Bağımsız ve güvenceli yargı gerçekleştirilecek, hukuk sistemi çağdaş ve ileri bir demokrasiye uygun biçimde yeniden düzenlenecektir.
Kürt sorunun adil demokratik ve barışçıl çözümü sağlanacaktır… l982 Anayasası demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır… Partimiz otoriter ve totaliter yönetimler kurulmasına imkan vermeyen insan hak ve özgürlüklerine dayalı; çoğulcu ve katılımcı; sosyal hukuk devleti ilkelerine bağlı, devleti halkın hizmetinde gören demokratik sivil toplum anayasasının hazırlanması ve kabulü için gerekli hertür çabayı gösterir…” denilmektedir.
Demokrasi Partisi mücadele yöntemleri ve hedefleri konusunda görüşleri net olan bir partidir. Böylesi bir partiyi ülke topraklarını ayıracak, ayrı bir rejimde devlet kuracak şekilde suçlamanın makul dayanakları gösterilmemiştir. Partinin amacı ve kastı konusunda bağlayıcı belgeleri birçok açıklama ve eylemi gözardı edilmiştir.
Türkiye, tarihten gelen bir gerçeklikle, değişik dinlerin, dillerin, kültürlerin, etnik yapıların, bulunduğu çok renkli bir mozaik ve güzelliği yansıtmaktadır. İnsan hakları demokrasi, kardeşlik ve barış ortamı temelinde bazı sorunların çözümünü istemek partilerin en başta gelen görevidir. Bu görev hukuk sınırları içinde, yasal zeminde, şiddete başvurulmadan yerine getirilmiştir.
Hukuk, yukarıda saydığımız tüm olguları birlikte ele almak durumundadır. Yasal demokratik çalışma engellenmemeli, düşünce suç sayılmamalıdır.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle:
1- Ön savunmamızda belirttiğimiz gibi, Ankara DGM’deki 1993/114-115’e derdest dosyalar ile Avrupa İnsan Hakları Komisyonunda derdest olan HEP davasının “bekletici sorun” olarak kabulünü,
2- 3713 sayılı Yasa’nın 9, SPY’nın 78, 81 ve ilgi maddelerinin, Anayasaya aykırılığının incelenerek iptaline karar verilmesini,
3- Erbil ve Bonn konuşması ile ilgili, usule, hukuka ve ahlaka aykırı deliller karşısında, sağlıklı delil toplama istemimizin kabulünü,
4- Duruşma isteğimizin bu aşamadan sonra, toplanacak delillerde dikkate alınarak kabulünü,
5- Demokrasi Partisi’nin kapatılmasına, ilişkin istemin Reddine; karar verilmesini saygıyla arz ve talep ederiz.”
VI- DAVANIN EVRELERİ
- Dava Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2.12.1993 gün, SP.52 HZ 1993/55 sayılı iddianamesiyle açılmıştır.
- Anayasa Mahkemesi’nin 7.12.1993 günlü toplantısında önsavunma, esas hakkında görüş ve son savunma ile ilgili işlemlerin yürütülmesi kararı oybirliğiyle alınmıştır.
- 17.12.1993 günü Demokrasi Partisi Genel Başkanı Hatip Dicle Ön Savunma için ek süre isteminde bulunmuştur.
- Anayasa Mahkemesi 21.12.1993 günü oybirliği ile aldığı kararla ek süre istemini yerinde bularak davalı Demokrasi Partisi’ne Ön Savunmasını hazırlayabilmesi için evvelce verilen otuz günlük ön savunma süresinin bitiminden başlamak üzere onbeş gün ek süre verilmesine karar vermiştir.
- Demokrasi Partisi vekilleri Av. Çetin Özek, Av. Hasip Kaplan ve Murat Bozlak tarafından Mahkememize verilen 10.1.1994 günlü dilekçe ile davanın 27.3.1994 günü yapılacak mahalli genel seçimler sonrasına bırakılması istenmiştir.
- Anayasa Mahkemesi 20.1.1994 günü oybirliği ile verdiği kararla davalı Parti vekillerinin davanın görülmesinin 27.3.1994 tarihinden daha sonraki bir tarihe bırakılması yolundaki istemi Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası hükümlerine uygun bulmayarak istemi red detmiştir.
- Demokrasi Partisi’nin kendilerine yapılacak tebligatın Av. Hasip Kaplan’a yapılması istemini içeren dilekçesi 28.1.1994 günü 88 sayı ile Anayasa Mahkemesi kaydına geçirilmiştir. Durum Anayasa Mahkemesi’nce 31.1.1994 günlü 159 sayılı yazı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na bildirilmiştir.
- Anayasa Mahkemesi 1.3.1994 günü yaptığı toplantıda;
a- Davada gerekli bilgilerin doğrudan ve daha doyurucu düzeyde alınabilmesi için Anayasa’nın 149. maddesinin dördüncü fıkrası ile 2949 sayılı Yasa’nın 33. maddesi gereğince sözlü açıklama toplantısının 22.3.1994 günü saat 14.30’da yapılmasına,
b- Sözlü açıklamada bulunmak üzere davalı Parti Genel Başkanı ile Parti’yle üyelik ilişkisi sürüyorsa, söz ve eylemleri kapatma nedenleri arasında gösterilen önceki Genel Başkan Yaşar Kaya’nın ayrıca genel başkanlıkça görevlendirilecek iki temsilcinin, çağrılmasına,
Dosyaya konulup incelenmesi istenilen başka belge ve bilgilerin sözlü açıklama sırasında sunulabileceklerine,
Oybirliğiyle karar vermiştir.
- Av. Hasip Kaplan 7.3.1994 günü Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na yazdığı yazıda otuz günlük savunma süresine ek olarak otuz gün daha süre verilerek toplam altmış günlük süre tanınmasını istemiştir.
- Anayasa Mahkemesi 18.3.1994 günü oybirliği ile aldığı kararla istemi yerinde bulmuş ancak otuz günlük sürenin bitiminden başlamak üzere yirmi gün ek süre verilmesine karar vermiştir.
- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 21.3.1994 günlü ve SP.Muh 1994/109 sayılı yazısında Anayasa Mahkemesi’nin 1.3.1994 gün ve Esas 1993/3 (Siyasî Parti Kapatma) sayılı kararının parti avukatları Av. Murat Bozlak ve Av. Hasip Kaplan’a tebligat çıkarıldığını belirtmiş ve tebliğ mazbatasının aslını ekte sunmuştur.
- 22.3.1994 günü Demokrasi Partisi temsilcilerinin sözlü açıklamaları dinlenmiştir. Sözü açıklamaya Demokrasi Partisi Genel Başkan Vekili Remzi Kartal ve Av. Hasip Kaplan katılmışlardır.
VII- İNCELEME
- Ön Sorunlar Yönünden
- Davanın Siyasî Partiler Yasası’nın 9. maddesine aykırı açılıp açılmadığı Sorunu
Davalı Parti, Ön Savunması’nda davanın Siyasî Partiler Yasası’nın 9. maddesine aykırı açıldığını ileri sürmüştür.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise Esas Hakkındaki Görüşünde Özetle; Siyasî Partiler Yasası’nın Dördüncü Kısmı’ndaki yasaklara aykırı davranılması durumunda ihtara gerek olmadan doğrudan kapatma davası açılabileceğini bildirmiştir.
Siyasî Partiler Yasası’nın 9. maddesine göre; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı kurulan partilerin, tüzük, programları ile kurucularının hukuksal durumlarının Anayasa’ya ve yasa hükümlerine uygunluğunu ve ayrıca, verilmesi gerekli bilgi ve belgelerin tamam olup olmadığını kuruluşlarından sonra öncelikle ve ivedilikle incelemek durumundadır. Cumhuriyet Başsavcılığı, aynı maddeye dayanarak saptadığı noksanlıkların giderilmesini, gerekli göreceği ek bilgi ve belgelerin gönderilmesini yazı ile isteyebilecektir. Bu isteğe uyulmamasının yaptırımı da, siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin hükümlerin uygulanmasıdır. Böylece Cumhuriyet Başsavcılığı’nın partileri denetleme görevinin içeriği ve sınırı belirlenmiş olmaktadır. Siyasî Partiler Yasası’nda kurulan partilerin tüzük ve programları ile kurucularının hukuksal durumlarıyla her türlü eylemlerinin doğrudan kapatma nedenleri yönünden Anayasa ve yasa hükümlerine aykırı olması ya da bunlarda noksanlıklar saptanması durumları birbirinden ayrılmış ve değişik hukuksal sonuçlara bağlanmıştır. Şöyle ki; Cumhuriyet Başsavcılığı’nca saptanan noksanlıkların giderilmesi, gerekli görülen ek bilgi ve belgelerin gönderilmesi, yazı ile istenmedikçe, bu nedene dayanılarak siyasî partilerin kapatılmasına dair hükümlerin uygulanmamasına, yani yazılı istemin dava açmanın ön koşulu niteliğini almış olmasına karşı, kurulan partilerin tüzük ve programları ile kurucularının hukuksal durumlarının ve her türlü eylemlerinin doğrudan kapatılma nedenleri yönünden Anayasa’ya ve yasa hükümlerine aykırı olması nedeniyle kapatılmaları için dava açılması, 104. madde dışında böyle bir önkoşula bağlanmamıştır.
Cumhuriyet Başsavcılığı Demokrasi Partisi’nin, dava konusu iki konuşma ve bir bildirisinin Siyasî Partiler Yasası’nın Dördüncü Kısmı’nda yer alan 78. ve 81. maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırılığı nedeniyle kapatılmasını istemektedir. Bu nedenle Siyasî Partiler Yasası’nın 9. maddesinde Cumhuriyet Başsavcılığı’na noksanlıkların giderilmesi ile ilgili olarak tanınan yetkiyi yukarıda belirtilen aykırılıkları da kapsayacak bir duruma getirmek ve bu hususu bir dava koşulu olarak kabul etmek, siyasî partilerin tüzük, program ve faaliyetlerinin Yasa’nın Dördüncü Kısmındaki “Siyasî Partilerle İlgili Yasaklar”a aykırı olmaları durumunda, bu koşul yerine getirilmeden, doğrudan 100 ve 101. maddelerdeki nedenlerle kapatma davası açılmasına olanak vermemek anlamına gelir. Bu nedenle, Siyasî Partiler Yasası’nın 9. maddesine göre Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca uyarı yapılmadan açılmış bulunan davanın Yasa’nın Dördüncü Kısmı’ndaki yasaklara aykırılıktan ileri gelmesi nedeniyle davalı Parti’nin itirazı yerinde görülmemiştir. Yılmaz ALİEFENDİOĞLU bu görüşe katılmamıştır.
- Yargılamanın Duruşmalı Yapılıp Yapılmaması Sorunu
Davalı Parti savunmalarında davanın duruşmalı görülmesini istemiştir. Demokrasi Partisi’ne göre anayasal ve yasal düzenleme duruşma yapılmasına engel değildir; bu nedenle duruşma yapılmalıdır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Esas Hakkındaki Görüşünde bu düşünceye katılmamış ve istemin reddi gerektiğini belirtmiştir.
Anayasa’nın 149. maddesinin son fıkrasında, “Anayasa Mahkemesi Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan işleri dosya üzerinde inceler” denilmektedir. 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa’nın 33. maddesinde de Anayasa’daki hüküm doğrultusunda siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin davaların Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası hükümleri uygulanmak yoluyla dosya üzerinden incelenip karara bağlanacağı belirtilmiştir. Aynı kural, Siyasî Partiler Yasası’nın 98. maddesinin ilk fıkrasında kapatma davasından söz edilmek suretiyle yinelenmiştir. Buna göre, siyasî parti kapatma davalarında Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nın uygulanacağı kabul edilmiş, ancak duruşma ilkesi benimsenmemiştir. Ayrıca siyasî partilerin kapatılması ile ilgili davalarda Mahkememizde duruşma yerine yazılı yargılama usulünün devamı mahiyetinde olan sözlü açıklama yapabilmektedirler. Davalı Siyasî Parti de bu yoldan yararlanmış ve kendi yönünden uygun gördüğü açıklamaları sözlü olarak yapmıştır. Bu nedenle, siyasî parti kapatma davalarında duruşma yapılması olanağı olmadığından davalı Parti’nin bu konudaki isteminin reddi gerekir.
- Kapatma Davasına Neden Gösterilen Konuşmalar ve Bildiri Hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde Dava Açılması ve Halkın Emek Partisi’nin Kapatılmasına İlişkin Anayasa Mahkemesi Kararına Karşı Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna Başvurulmasının Bekletici Neden Sayılıp Sayılmaması Sorunu
Davalı Parti’ye göre, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde bakılmakta olan (1993/114-115’e) davalar kapatılma isteminin dayanağını oluşturduğundan bu davaların sonuçlanmasının beklenmesi gerekmektedir. Yine, Halkın Emek Partisi’nin kapatılmasına ilişkin kararın bireysel başvuru yoluyla Avrupa İnsan Hakları Komisyonunca incelenmekte olması da bekletici bir sorun sayılmalıdır. Çünkü
Anayasa’nın 90. maddesine göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi iç hukukta bir yasa hükmündedir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı davalı Parti’nin bu konudaki isteminin reddi gerektiği görüşündedir.
Hukukta bekletici neden, bir davanın sonuçlandırılmasının kimi zaman o mahkemenin yetkisi dışında kalan bir sorunun çözümlenmesine bağlı olduğu durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan bekletici neden, bir davanın görülmesi sırasında ortaya çıkan ancak konunun o mahkemenin görev ve yetkisi dışında kalan fakat davanın esastan çözümüne etkisi olan uyuşmazlıktır. Görülmekte olan bir dava sırasında, ileri sürülen Anayasa’ya aykırılık savları bekletici neden olarak kabul edilmiştir.
Konuşmaları yapan kişi ile bildiriyi yayımlayan parti merkez yönetim kurulu üyeleri hakkında açılmış kişisel ceza davaları ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuruda bulunulmuş olması ile siyasî parti kapatma davası arasında, kapatma davasının sonucunu etkileyebilecek doğrudan bir ilişki bulunmamaktadır. Gerek Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin gerek Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun verecekleri kararlar olaylarla sınırlı olup bu davayı etkilemez. Görülmekte olan davanın konusu yönünden ortada bekletici sorun saymayı gerektirecek bir durum söz konusu değildir.
- Siyasî Partiler Yasası’nın 78. ve 81. Maddelerinin Anayasa’ya Aykırılığı Nedeniyle İptali veya İhmali Sorunu
Davalı Parti savunmalarında, Anayasa’nın Geçici 15. maddesinin son fıkrasında yer alan “… bu dönem…” sözcüklerinin birinci fıkrayla bağlantılı ve onu açıklayıcı nitelikte olduğunu Anayasa’ya aykırılık savının birinci fıkrada belirtilen “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak TBMM Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar geçecek süre içinde” ileri sürülemeceği görüşüyle Geçici 15. maddenin Anayasa’ya aykırılık savını önlemediğini, ayrıca yürürlükte bulunan Siyasî Partiler Yasası’nın günümüzde Millî Güvenlik Konseyi döneminde yürürlüğe konulan içeriğe ve bütünlüğe sahip olmadığını belirterek bu Yasa’nın 78. ve 81. maddelerinin Anayasa’ya aykırılığını ileri sürmüştür.
Buna karşılık, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Esas Hakkındaki Görüşünde 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası bu dönem içerisinde çıkarılmış bulunduğundan Anayasa’nın geçici 15. maddesi kapsamına girdiği için davalı Parti’nin Anayasa’ya aykırılık savını ciddi görmemekle reddini istemiştir.
Söz konusu yasal düzenlemeler, Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinde yer alan hükümlerin gereklerini yerine getirmek amacıyla yapılmıştır. Ancak, bunların Anayasa’ya uygunluğunu tartışmak Anayasa’nın geçici 15. maddesinin açıklığı karşısında olanaksızdır. Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik içtihadına göre, Anayasa’nın geçici 15. maddesinin son fıkrası ile birinci fıkrası arasında, belirli bir dönemde çıkarılan yasalar hakkında Anayasa’ya aykırılıkların iddia edilememesi yönünden belli bir zaman ayrımı yapılmamış, üçüncü fıkrada yer alan “bu dönem” sözcükleri birinci fıkrada açıklanmıştır. Böylece, belirli bir dönemde çıkarılan yasalar için Anayasa’ya aykırılık savında bulunulamayacağı öngörülmüştür. Geçici maddeler uygulama süreleriyle değil, geçici olarak düzenledikleri hukuksal ilişki ve kurumlarla kendisi ve bağlı olduğu temel metinlerin içerikleri ve verdikleri anlam ile değerlendirilmelidir. Geçici maddeler değişik hukuksal düzenlemeler arasında bağlantı kurar, kazanılmış hakların saklı tutulmasını ve uygulamanın geniş bir zaman dilimine yayılmasını sağlar. Geçici maddelerle temel hükümlerin farkı budur. Hukuksal değer bakımından ise, geçici maddelerle temel hükümler arasında bir farklılık bulunmamaktadır. Anayasa’nın açık olarak düzenlediği bir konunun Anayasa Mahkemesi tarafından uygulanmaması düşünülemez. Bu nedenle, Anayasa’nın geçici 15. maddesine göre, 12 Eylül 1980’den ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık divanı oluşturuluncaya (6 Aralık 1983) kadar geçen süre içinde çıkarılmış olan yasaların Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemeyeceğinden, bu dönem içinde çıkarılmış bulunan 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun şimdiye kadar bir değişikliğe uğramıyan 78. ve 81. maddelerinin Anayasa’ya aykırılığı savında bulunulamaz. Geçici 15. madde kapsamı içine giren Yasa’nın kimi kuralları daha sonra yeniden düzenlenmişse de Yasa’nın tümü değil ancak değişiklik yapılan kurallar hakkında Anayasa’ya uygunluk denetimi yapılabilir.
Diğer yönden davalı Parti tarafından, Siyasî Partiler Yasası’nın ilgili hükümlerinin yerine Anayasa ve Türkiye’nin imzaladığı uluslararası insan hakları sözleşmelerinin uygulanması istenmiştir.
Bir yasa kuralının ihmalinin söz konusu olabilmesi için aynı konuyu düzenleyen ve birbiriyle çelişen yasa ve Anayasa kuralının bulunması gerekir. Bu durumda çözümün Anayasa kuralları yönünden aranması doğaldır. Anayasa’nın geçici 15. maddesinin varlığı, Anayasa’nın tümlüğü içinde bir çelişkiyi değil gözetilmesi zorunlu bir ayrık durumu yansıtmaktadır. Geçici 15. maddenin içeriği, konuyu açık biçimde ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi’nin bu kuralı yok sayması olanaksızdır.
Anayasa Mahkemesi’nce Bir yasa kuralının ihmali, incelenmekte olan işte uygulanacak kural hakkında iptal davası açılmamış olsa bile o kuralın Anayasa’ya aykırılık nedeniyle iptal edilebilecek nitelikte olması koşuluna bağlıdır.
Belirtilen kuralların, Anayasa’nın geçici 15. Maddesi karşısında, Anayasa’ya uygunluk denetimi yapılmasının olanaksızlığı nedeniyle ihmal edilmeleri de sözkonusu olamaz.
Bu nedenlerle Siyasî Partiler Yasası’nın ilgili kurallarının iptal ya da ihmal edilmesi istemi yerinde görülmemiştir.
Güven DİNÇER ve Yılmaz ALİEFENDİOĞLU bu görüşlere katılmamışlardır.
5- Terörle Mücadele Yasası’nın 9. Maddesinin Anayasa’ya Aykırılığı Sorunu
Davalı Parti, Savunmalarında 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 9. maddesinin Anayasa Mahkemesi’nin siyasal partiler üzerindeki münhasır denetim yetkisini ortadan kaldırdığı ve bu nedenle de Anayasa’ya aykırı olduğu savında bulunmuştur. Sözlü açıklama sırasında 9. madde konusunun açıklığa kavuşturulması davalı Parti vekili Av.Hasip Kaplan’dan istenmiştir. Davalı vekili ise şunları belirtmiştir:
“9. madde gereği Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde bir soruşturmanın delilleri dışında iddianameye dayanak edilen başka bir delil yoktur. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin hazırlık dosyalarından alınan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Siyasî Partiler Yasası’nın 106. maddesi fıkrası uyarınca aldığı belgeler delil olarak gösteriliyor. Şimdi Anayasa münhasır yargısal denetimi Yüce Anayasa Mahkemesi’ne verecek, bunun yanında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi 9. maddeye dayanarak “terör suçu kapsamındadır” deyip bir kovuşturma açacak ve o kovuşturma bugün burada delil olarak sunulacak.”
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Esas Hakkında Görüşünde özetle, iptali istenen kuralın davada uygulanacak kural olmadığından istemin reddini talep etmiştir.
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa’nın 18. maddesinin ikinci bendinde “Mahkemelerce kendisine Anayasa’nın 152 nci maddesine göre intikal ettirilen işleri ve Yüce Divan sıfatıyla çalışırken veya siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin davalarda aynı madde gereğince ön mesele olarak bakması gereken işleri karara bağlamak” Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkileri içinde sayılmıştır. Anayasa Mahkemesi Yüce Divan olarak görev yaparken ve siyasî parti kapatma davalarında Anayasa’nın 152. maddesindeki “bir davaya bakmakta olan mahkeme”dir. Bu nedenle, Anayasa’nın 152. maddesine ve 2949 sayılı Yasa’nın 28. maddesine göre, Anayasa’ya aykırılık iddiasında bulunulan veya aykırı görülen Yasa kuralının “o davada uygulanacak kural” olması gerekmektedir.
3713 sayılı Yasa’nın 9. maddesinde: “Bu Kanunun kapsamına giren suçlarla ilgili davalara Devlet Güvenlik Mahkemelerinde bakılır ve bu suçları işleyenler ile bunların suçlarına iştirak edenler hakkında bu Kanun ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun Hükümleri uygulanır.” denilmektedir. Oysa, Demokrasi Partisi hakkındaki dava Siyasî Partiler Yasası’nın 78., 81. ve 101. maddelerine göre açılmıştır. Bir başka deyişle, bu davada uygulanacak yasa kuralları Siyasî Partiler Yasası ile Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri hakkındaki Yasa’nın belirli kurallarıdır. 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın iptali istenen 9. maddesinin bu davada uygulama yeri yoktur.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen 3713 sayılı Yasa’nın 9. maddesi görülmekte olan davada uygulanacak kural olmadığından isteğin reddi gerekir.
- Esas Yönünden
- Genel Açıklama
Genel ve eşit oy hakkı; çoğulcu, katılımcı kurallar ve kurumlar düzeni olan çağdaş demokrasilerde yurttaşların devlet yönetimine katılmalarının temel koşuludur. Bu yolla söz sahibi olup etkinlik kazanma olanağı elde edilirse de kişilerin ayrı ayrı güçleriyle sonuç almaları güçtür. Bireysel iradeleri birleştirip yönlendirerek onlara ağırlık kazandıran özgün kuruluşlara gereksinim duyulmuştur. Bu kuruluşlar, dağınık siyasal tercihleri birleştirip açıklık ve güç sağlayarak devlet hizmetlerini daha yararlı kılmak, hak ve özgürlükleri güvenceye bağlayarak toplumsal barışı güçlendirmek, anayasal ilkeler doğrultusunda kamuoyu oluşturarak ulusal yaşama daha çok aydınlık getirmek yönünden vazgeçilmez öneme sahip olan siyasal partilerdir.
Anayasa’nın 68. maddesinin ikinci fıkrasında “Siyasî partiler demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” ilkesine yer verildikten sonra üçüncü fıkrasında da “Siyasî Partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler.” denilmektedir.
Siyasal partilere ilişkin Anayasa kuralları gözden geçirilirse Anayasakoyucunun demokrasinin benimsenmesi yönünden bu konuya özel bir önem ve değer vermiş olduğu görülür.
Siyasal partilerin kuruluş ve çalışmalarının özgürlük içinde olması temel ilkedir. Siyasal partiler, belli siyasî düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşumunda önemli etkinliği olan siyasî partiler, yurttaşların istem ve özlemlerinin gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran hukuksal yapılardır.
Demokrasinin simgesi sayılan, olmazsa olmaz koşulu olarak nitelenen, özgürlük ve hukuksallığın ulusal araçları durumunda bulunan siyasî partilerin, devlet yönetimindeki etkinlikleri ve ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri nedeniyle, Anayasakoyucu, onları öteki tüzelkişilerden farklı tutup, kurulmalarından başlayarak çalışmalarında uyacakları esasları ve kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak belirlemekle kalmamış, Anayasa’nın 69. maddesinin son fıkrasında, çalışma, denetleme ve kapatılmalarının Anayasa’da belirlenen ilkeler çerçevesinde çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini uygun bulmuştur.
Anayasa’nın anılan buyurucu kuralı uyarınca 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası çıkarılmış; siyasî partilerin kuruluşlarından başlayarak çalışmaları, denetimleri, kapatılmaları konularında, belirli bir sistem içerisinde, çok ayrıntılı kurallar getirmiştir. Getirilen sistemde, Anayasa’da da yer alan yasaklara uymayan siyasal partilerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca izleneceği ve gerektiğinde kapatılmaları için Anayasa Mahkemesi’nde dava açılacağı öngörülmüştür.
Siyasal partilerin, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onların her istediklerini yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal partilerin baskı ve engellerden uzak kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu belirleme aynı zamanda demokratik hukuk devleti olmanın da bir gereğidir. Nitekim Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti… demokratik… bir hukuk devletidir.” denilmektedir.
Hukuk devleti, Anayasa Mahkemesi’nin birçok kararında yinelenip vurgulandığı üzere insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kurarak bu düzeni sürdürmekle kendisini yükümlü sayan, tüm davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa’ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine açık olan devlet demektir.
Varlığı ve etkisi, işlevleriyle ortaya çıkan devlet, belirli topraklar üzerinde yerleşmiş, bağımsız ve egemen aynı üstün güce bağlı örgütlü insanlar topluluğu olarak tanımlanır. Bu tanıma göre, ülke ve ulus bütünlüğüyle egemenlik, yasalara dayanan bir otoriteye bağlı örgütlenme ve eşitlik ilkesi bir devlet için vazgeçilmez ögeler demektir. Her canlının ve insanların kendilerini koruma içgüdüsünde olduğu gibi, devletlerin de saldırı ve ondan doğacak tehlikelerden kendi varlığını koruması, uluslararası hukuk düzeninde kabul edilmiş temel bir haktır.
Devletler hukukunda, genellikle, “devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek, bağımsızlığına ve geçerli yapısına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp uygulamak” yetkisi biçiminde tanımlanan kendini koruma hakkı, insan hak ve özgürlüklerinden başlayarak demokratik toplum düzenini bozucu, devletin ögelerini yıkıcı eylemleri karşılayacak her tür çabayı kapsar. Bunların başında, bireylerin ve devletin varlığını koruma hakkının bulunduğu tartışmasızdır. Devletin temel dayanaklarını, sürekliliğini ve demokrasiyi yokedici sakıncaları gidermek için yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi hukuk devleti için en doğal davranıştır. Bu bakımdan Siyasî Partiler Yasası’nda yer alan konuyla ilgili düzenlemeler, devletler hukukunda öngörülen devletin kendini ve halkını koruma hakkının kapsamı içinde kalmaktadır. Durumun demokrasi ilkeleriyle çatışan bir yönü yoktur. Dayandığı temelleri korumak amacıyla hukuk içinde aldığı önlemler nedeniyle bir devletin kusurlu bulunup suçlanması düşünülemez. Ülkesi ve ulusuyla birlikte kendini korumayan devlet, devlet olamaz.
Anayasada, kişilerin hak ve ödevleri, siyasî haklar ve ödevler ile siyasî partilerin bağlı olacakları esaslar ayrı kurallarla düzenlenmiştir.
Demokrasilerde Anayasa’nın güvence altına aldığı hakların kullanılması ile belirlediği ödevlerin yerine getirilmesinde ülke düzeyinde etkinliği olan siyasal partilerin, demokratik devlet yapısı ile ülke ve ulus bütünlüğünün korunması için konulmuş Anayasa ve yasa kurallarına uymaları yalnız varlıklarının doğal gereği olmayıp aynı zamanda bir Anayasa buyruğudur.
- Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası’nın İlgili Kuralları
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca davalı Siyasî Parti’nin, Anayasa’nın Başlangıç Kısmı ile 2., 3., 14., 69. maddelerine; 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın ise 78. ve 81. maddelerinin (a), (b) bentlerine aykırılıkta bulunduğu ileri sürülerek aynı Yasa’nın 101. maddesinin (b) bendi uyarınca kapatılması istenilmektedir.
Siyasî Partilerin kapatılmalarıyla ilgili düzenlemelerin kaynağı, Devletin temel ögelerini belirleyerek bunları güvenceye bağlayan ve toplumsal uzlaşmanın temelini oluşturan Anayasa’nın aşağıdaki maddelerinde yer alan kurallardır:
“MADDE 1.- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.”
“MADDE 2.- Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
“MADDE 3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî Marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.”
“MADDE 4.- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Anayasakoyucu, bu kurallarla ulusal birliğimizin değişmezliğiyle ülke bütünlüğünü ve devletin tekil yapısını ortaya koymuştur. Burada öncelikli olanlar ülke-ulus bütünlüğüyle Atatürk millîyetçiliğidir.
Vatana ve ulusa bağlılığın, sevgi ve kardeşliğin, içte ve dışta barışın simgesi sayılan, tüm bireyleri eşitlik ve adaletle kavrayıp çağdaş evrensel değerlerle birleşen bu ilkeler, yaşamın her alanda çağdaşlaşmasının ve demokratikleşmesinin kaynağı ve dayanağıdır.
Siyasî partilerin çalışmaları ve programları yönünden Anayasa’ya aykırılık, yalnızca Anayasa’da sayılan parti yasaklarına ilişkin hükümlerle sınırlıdır.
Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinde yer alan yasaklar şunlardır:
– Siyasî partilerin tüzük ve programları, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz.
– Sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı amaçlayan siyasî partiler kurulamaz.
– Siyasî partiler yurt dışında örgütlenip çalışma yapamazlar, kadın ya da gençlik kolu ve benzeri biçimde ayrıcalık yaratan yan kuruluşlar kuramazlar.
– Siyasî partiler tüzük ve programları dışında çalışma yapamazlar.
– Siyasî partiler, temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasına karşı 14. maddeyle konmuş olan sınırlamaların dışına çıkamazlar.
– Siyasî partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kuruluşu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları ile siyasî ilişki ve işbirliği içinde bulunamazlar ve bunlardan maddî yardım alamazlar.
– Siyasî partilerin parti içi çalışmaları ve kararları demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
– Siyasî partiler yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki dernek ve gruplardan yardım ve emir alamazlar; bunların Türkiye aleyhindeki karar ve etkinliklerine katılamazlar.
Bu yasakların kimileri doğrudan kapatma nedeni değildir.
Siyasî partilerin doğrudan kapatma nedenlerinden biri Anayasa’nın 69. maddesinin birinci fıkrasında gösterilmektedir. Bu fıkraya göre; siyasî partiler, tüzük ve programları dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasa’nın 14. maddesindeki sınırlamalar dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır. Böylece, siyasî partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette bulunmaları değil; Anayasa’nın 14. maddesindeki sınırlamalar dışına çıkmaları doğrudan kapatma nedenidir. Diğer bir doğrudan kapatma nedeni bu maddenin 8. fıkrasında yer almaktadır. Bu fıkraya göre de; siyasî partiler, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki dernek ve gruplardan yardım ve emir alamazlar; bunların Türkiye aleyhindeki karar ve faaliyetlerine katılamazlar. Bu hükme aykırı davranan siyasal partiler temelli kapatılır.
Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarında -“Siyasî partilerin tüzük ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz.”, -“sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasî partiler kurulamaz.” denilmektedir. Bu kurallarda yeralan “olamaz” ve “kurulamaz” sözcüklerini doğrudan kapatma nedeni olarak anlamak gerekir.
Yılmaz ALİEFENDİOĞLU 68. madde ile ilgili bu görüşe katılmamıştır.
Gözönünde tutulması gereken diğer bir husus da, 68. maddenin beşinci fıkrasında yeralan kapatma nedeninin 69. maddenin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer aldığıdır. Bu tümcenin atıfta bulunduğu 14. madde de açıkça sınıf veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü amaçlayan siyasî partilerin kurulmasını yasaklamaktadır.
Siyasî Partiler Yasası’nın 78. maddesinde;
“Siyasî Partiler:
- a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın Başlangıç Kısmı’nda ve 2. maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunun ancak Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanabileceği esasını; Türk milletine ait olan egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü, seçimler ve halk oylamalarının serbest, eşit, gizli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılması esasını değiştirmek;
Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;
Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.
- b) Bölge, ırk, belli kişi aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.”
- maddesinde;
“Siyasî Partiler:
- a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerine millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
- b) Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulanamazlar.”
hükümleri yer almaktadır.
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın bu kurallarında, devletin tekliği ile ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden söz edilmektedir. Bu maddeler, Anayasa’da yazılı soyut “Bölünmez bütünlük” ve “tekil devlet” kavramlarını açıklayarak somutlaştırmaktadır. Eş anlatımla, Siyasî Partiler Yasası, devletin tekliği, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak amacıyla, ayrılıkçı akımların bir parti durumunda örgütlenmesini yasaklamakta ve yine siyasî partilerin federal bir sistemi savunamayacaklarını azınlık yaratamayacaklarını (özendirip kışkırtmayacaklarını), bölgecilik, ırkçılık yapamayacaklarını ve eşitlik ilkesini korumak zorunda olduklarını vurgulamaktadır. Böylece anayasal ilkeler Siyasî Partiler Yasası’yla yaşama geçirilip yaptırımlara bağlanmıştır.
3) Sav, Savunma ve Kanıtların Değerlendirilmesi
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı kapatma davasının delilleri olarak davalı Parti Genel Başkanı (eski) Yaşar Kaya’nın 29.5.1993 tarihinde Federal Almanya’nın Bonn; 15.8.1993 tarihinde Irak ‘ın Erbil kentlerinde yaptığı konuşmalarla Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun 1993’ün Ağustos ayında yayımladığı “Demokrasi Partisinin Barış Çağırısıdır” başlıklı bildirisini Anayasa Mahkemesi’ne sunmuştur. Bu kanıtların davalı Parti’nin bu konudaki itirazlarıyla birlikte ele alıp değerlendirmek gerekmektedir:
(a) Yaşar Kaya’nın Federal Almanya’nın Bonn Kentindeki Konuşması:
Davalı Parti Ön Savunması’nda iddianamenin, parti ile ilgisi olmayan bir sanıkta ele geçirilen Bonn konuşmasıyla ilgili video kasete dayanılarak hazırlandığını, bunun dışında başkaca bir araştırmanın yapılmadığını, Ankara DGM’nin 93/114 Esas sayılı dosyasının delillere dayanak olarak gösterildiğini ve Bonn yürüyüşünün PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan tarafından düzenlenmediğini belirtmiştir. Esas Hakkında Savunma Yazısında da Bonn Konuşmasının SPY’nın 101/b anlamında değerlendirilemeyeceğini çünkü Genel Başkanın bu sıfatla çağırılı olduğunun ve gittiğinin kanıtlanamadığını vurgulamıştır. Sözlü açıklamada da benzer savunmalar yapılmıştır.
Ancak İddianame incelendiğinde Bonn yürüyüşünün Abdullah Öcalan tarafından düzenlendiği yolunda bir iddianın olmadığı görülmektedir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Esas Hakkındaki Görüşünde de belirtildiği gibi konuşmanın yapıldığı toplantının veya yürüyüşün kimin tarafından düzenlendiğinin dava bakımından önemi yoktur. Herkese açık olan bir toplantıda, gizlilikten söz edilemeyeceğinden konuşmanın kimin tarafından kasete alınmış olmasının kanıtın geçerliliği yönünden önemi yoktur. Siyasî Partiler Yasası açısından önemli olan Yaşar Kaya’nın dava konusu konuşmayı yapıp yapmadığı ve konuşmanın içeriğidir. Yaşar Kaya Ankara DGM Cumhuriyet Savcılığı ve Yedek Hakimliği’ndeki 7.10.1993 günlü ifadesinde Bonn kentinde yapılan toplantıya Demokrasi Partisi’nin genel başkanı olarak katıldığını, konuşmanın bütünüyle kendisine ait olduğunu, bu konuşmada partisinin görüşlerini yansıttığını söylemiş ve Mahkeme’deki sorgusunda da Yedek Hakimlikteki ifadesinin doğru olduğunu, bu toplantı için Parti adına davet gelip gelmediğini bilmediğini, kendisinin genel başkan olarak her yerde partisini temsil edeceğini belirtmiştir.
(b) Yaşar Kaya’nın Irak’ın Erbil Kentindeki Konuşması:
Davalı Parti Erbil video kasetinin tesbit ediliş biçimine itiraz etmiş ve çevirinin konuşmanın aslını karşılamadığını ileri sürmüştür.
Irak Kürdistan Demokrasi Partisi’nin 11. Olağan Kongresi de açık bir ortamda yapılmış olduğundan, bir başka deyişle bir gizlilik veya kapalılık söz konusu olmadığından görüntünün tespit ediliş biçiminin yine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Esas Hakkında Görüşünde de belirtildiği gibi, araştırılmasına gerek yoktur. Ayrıca, Yaşar Kaya bu konuyla ilgili soruşturma aşamalarında bu Kongreye davet üzere DEP Genel Başkanı sıfatıyla katıldığını ve Parti adına konuşma yaptığını, konuşmanın, İddianameye konu edilen bölümünün, yaklaşık olarak kendisinin kongrede yapmış olduğu konuşma olduğunu kabul etmiştir. Genel Kurmay Başkanlığı’nca gönderilen Erbil konuşmasına ait kasetin 19.1.1994 gününde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce izlenip Türkçeye çevirilmesi sırasında Yaşar Kaya da bulunmuş ve konuşmasını kendisi Türkçeye çevirmiştir. Yaşar Kaya’nın çevirisi ile Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 25.10.1993 günlü çevirisi arasında öze ilişkin hiçbir fark bulunmamaktadır. Bu nedenle, çevirinin konuşmanın özüne uygun yapılmadığı yolundaki savunmanın geçerli bir yanı yoktur.
(c) “Demokrasi Partisi’nin Barış Çağırısıdır” Başlıklı Merkez Yürütme Kurulu’nun Bildirisi:
Davalı Parti savunmalarında söz konusu bildirinin dağıtılmadığını, bildirinin partinin hangi organının tasarrufu olduğunun, bu konuda parti meclisinin bir kararının bulunup bulunmadığının araştırılmadığını ileri sürmüştür.
Ancak, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı’nda alınan sanıkların ifadelerinde, sözkonusu bildirinin barış kampanyası dolayısıyla Merkez Yürütme Kurulu’nca hazırlandığı belirtilmiştir. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1993/115 Esas sayılı dosyası incelendiğinde bildirilerin Diyarbakır, Malatya ve İzmir illerinde dağıtıldığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın iddianamesinde belirttiği Siyasî Partiler Yasası’nın 101. maddesinde öngörülen “bildiri yayınlama” koşulunun gerçekleşmiş olduğundan kuşku duyulamaz. Merkez Yürütme kurulu’nun bu bildiriyi kendisine Kurultay’ca veya Parti Meclisi’nce verilen görev gereği yayımlanmış olması hukuksal durumda bir değişiklik oluşturmamaktadır. kurultayın veya Parti meclisinin bu nitelikte bir bildiri yayımlaması da Siyasî Partiler Yasası’nın 101. maddesinin (b) bendi gereğince bir kapatma nedenidir.
Siyasî Partiler Yasası’nın dördüncü kısmındaki yasaklara aykırılık durumunda partilerin kapatılmasını düzenleyen aynı Yasa’nın 101. maddesinin (b) bendi parti büyük kongresinde, merkez karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu durumlarda ilgili kurulca veya TBMM grup yönetim veya grup genel kurullarınca yasanın dördüncü kısmındaki hükümlere aykırı karar alınması veya genelge ve bidiriler yayımlanması veya karar alınmamış olsa bile kurullarca aynı hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunulması yahut parti genel başkan veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması biçiminde bir düzenleme getirmektedir. Davada uygulanması gereken hüküm budur.
Demokrasi Partisi Merkez Yürütme Kurulu’nun durumu ise şöyle ele alınabilir: Davalı Parti Siyasî Partiler Yasası’nın 16. maddesinden yararlanarak yönetim ve yürütme organlarının yanında Tüzüğü’nün 22. maddesinde “parti meclisi”ni ve 25. maddesinde de “merkez yürütme kurulu” nu düzenlemiştir. Bu durum Siyasî Partiler Yasası’nın 101. maddesinin (b) bendinde merkez karar ve yönetim kurulunun iki ayrı kuruluş olarak oluşturulduğu durumda bu kurullardan birinin yazılı veya sözlü beyanlarının kapatmaya neden olabileceği biçimindeki düzenlemeye girmektedir. Parti’nin Merkez Yürütme Kurulu Parti Meclisi üyeleri arasından seçilen, Parti Meclisi’nden ayrı ancak ona bağlı olarak faaliyette bulunan bir yönetim organı olarak düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu nedenle Merkez Yürütme Kurulu’nun bildirisinin Parti’nin tüzel kişiliğini bağlayacağından kuşku duyulamaz.
Davalı Parti elde edilen delillerin, özellikle Bonn ve Erbil konuşmalarının yasalara ve ahlaka aykırı yollardan elde edildiğini ileri sürmüştür. Ancak bu yasalara ve ahlaka aykırılık iddiasının temeli anlaşılamamıştır. Her iki toplantı da halka açık ve herhangi bir gizlilik olmadan gerçekleştirilmiştir. Bunun yanında insan hakları çiğnenerek elde edilmiş hiçbir delile de dayanılmamıştır. Bu nedenle Parti’nin bu konudaki itirazları yersizdir.
Davalı Parti, kasetlerin tek başlarına delil olamayacaklarını ileri sürmüştür. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Askeri Yargıtay’ın kökleşmiş içtihatlarına göre ses bantları ve kuşkusuz video kasetleri yan delillerle doğrulandığı ölçülerde delil olarak kabul edilmektedir. Ancak, söz konusu kasetler çeşitli tanık beyanlarıyla pekiştirilmiştir. Kasetler daha önce bir çok kez belirtildiği gibi, yasa dışı yöntemlere başvurularak doldurulmuş değildir. Ayrıca, kasetlerin delil niteliği kazanması için devletin yetkili makalarınca çekilmesi gerektiği yolundaki savunma da yasal dayanaktan yoksundur. Anlatımlarla doğrulanan içerikleri yeterli kanı verecek biçimde sağlıklıdır.
Yukarıdan beri açıklandığı üzere dava dosyasında bulunan kanıtlardan ve özellikle DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın hâkim önündeki açık ikrarından dava konusu Bonn ve Erbil konuşmalarının DEP Genel Başkanı tarafından yapılmış olduğu ve yine mevcut kanıtlar ve Merkez Yürütme Kurulu Üyelerinin Savcı Önündeki Anlatımlarında da dava konusu Barış Bildirisinin DEP Merkez Yürütme Kurulu tarafından düzenlenip yayınlandığı anlaşılmıştır.
Burada öncelikle dava konusu, Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın yaptığı konuşmalarla Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun “Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildirisinin Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü’nün bozulması amacına yönelik olup olmadığının saptanması gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve bu ilkenin vazgeçilmez bir unsuru olan ortak dil, kültür, eğitim ve Atatürk Milliyetçiliği kavramları hukuksal, siyasal olduğu kadar , tarihsel ve sosyal gerçeklere dayanmaktadır.
Şöyleki:
“Bütünlük” ilkesi ilk olarak Misak-ı Millî’nin birinci maddesinde “… islâm çoğunluğu bulunan yerleşik toprak parçalarının tamamı hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple ayırma kabul etmez küldür.” biçiminde yer almıştır.
Delegasyon Başkanı İsmet İnönü, Lozan Barış Andlaşması görüşmelerinde, bütünlük ilkesini “Büyük Millet Meclisi Hükümeti; Türk Yurdu’nun birliğine ve bölünmezliğine en büyük önemi vermekte, hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin yurttaşlarca eşit olarak paylaşılması gerektiğine inanmaktadır.” biçiminde açıklamıştır.
Devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesi Anayasa’nın birçok maddesinde özellikle vurgulanmış, Türk Milleti’nin bağımsızlığı ve bütünlüğüyle, ülkenin bölünmezliğini korumak devletin temel amaç ve görevleri arasında gösterilmiştir. (Madde 5). Ülke ve ulus bütünlüğünü korumak için temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceği de kabul edilmiş, (Madde 13 ve 14) aynı amaçla basın ve dernek kurma özgürlüklerine özel sınırlamalar getirilmiş (Madde 28, 30, 33), gençlerin bu anlayış doğrultusunda yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı önlemler alınması devlete özel görev olarak verilmiş (Madde 58), bilimsel araştırma ve yayında bulunma yetkisinin Devletin varlığı ve bağımsızlığıyla ulusun ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı kullanılamayacağı belirtilmiş (Madde 130), kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına bu nedenlerle yönetimin müdahalesi uygun bulunmuş (Madde 135), birlik ve bütünlük konusunda işlenecek suçlar için özel mahkemelerin kurulması öngörülmüş (Madde 143), aynı konu, TBMM üyeleri ve Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel öğelerinden birini oluşturmuş (Madde 81 ve 103), siyasî partilerin uyacakları esasların başlıcaları arasında yine “bölünmez bütünlük” ilkesi yer almıştır.
(Madde 68 ve 69)
Uluslar, varlıklarını tarihsel gelişmeler ve gerçeklerle kazanırlar. Ortak kültürün, sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu, gelişip güçlenmesi tarihe dayanır. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı içinde bütünleşerek Kurtuluş Savaşı’nı yapmış halkın vatanı, Türk Vatanı; Milleti, Türk Milleti; Devleti de Türk Devleti’dir. Dünya, 11. yüzyıldan bu yana çağlar boyu Anadolu için “Türkiye” ve burada yaşayanlar için “Türkler” adını kullanmıştır. Bu durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupları görmeme anlamına gelmez.
Gerek Anayasa’ya gerek Siyasî Partiler Yasası’na göre ülke ve ulus bütünlüğü, devletin bölünmezliğinin temel ögeleridir. Faaliyet, ister ülke, ister ulus bütünlüğüne yönelik olsun, sonuçta, devletin bölünmez bütünlüğünün tehlikeye girmesi söz konusudur. Ülke bütünlüğünün hedef alınmasının, ulus bütünlüğünü; ulus bütünlüğünün hedef alınmasının, ülke bütünlüğünü bozacağı kuşkusuzdur. Anayasa ve Yasa, bu değerleri birlikte ve ödünsüz, mutlak olarak korumayı amaçlamıştır. Hiçbir devlet bu konuda hoşgörülü davranmak ve ödün vermek yetkisini kendisinde göremez.
“Millet” kavramı; insanlığın gelişme süreci sonucunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. “Ulus” ve yerine göre “Halk” sözcükleriyle de anlatılan bu yapı, bir gelişme düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir. “Milliyetçilik” ise, büyük bir toplumsal gerçek ve “millet düşüncesi”nin üzerine kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik anlayışıdır. Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Devrimi’nin temel ve önde gelen ilkelerinden biridir. Cumhuriyet döneminde “millet” ve “milliyetçilik” kavramları, başta, teokrasiden demokrasiye geçişi sağlayan Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucularıyla, onların koyduğu temel ilkeler üzerinde Cumhuriyeti yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982 Anayasa’larında yer almıştır. 1982 Anayasası’nın Başlangıcı’nda “… Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı …”, 2. maddesinde “… Atatürk milliyetçiliği …”, 42. maddesinde “…Atatürk ilkeleri …” ve 134. maddesinde “Atatürkçü düşünce …” sözcükleriyle Atatürk milliyetçiliği güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk Milliyetçiliği, ayrımcı ve ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkının, kökeni ne olursa olsun, devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı dışlayıp “ulus” yapısı içinde kaynaşmayı öngören bu kavram; etnik kökenleriyle kimliklerin ayrımcılığa varan resmî bir tanıtım belirtisi olarak siyasî parti programlarında ve eylemlerinde amaç edinilmesini engellemektedir. Dil ve din birliği yanında önemli başka toplumsal bağlar kurmuş toplulukların devletle olan hukuksal bağlarını koparacak bir girişim, kışkırtma, toplumsal gerçeklere Anayasa’ya ve Siyasî Partiler Yasası’na uygun bir tutum değildir. Türk Ulusu içinde “Kürt” kökenli yurttaşlarla değişik boylardan gelen “Türkler” ve diğer değişik kökenliler ayrımsız biçimde yer almakta Devletin temel ögesi olan “tek ulus” olgusu böylece somutlaşmaktadır.
Ulus, tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri kazanmış bir topluluktur. Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla sınırları çizilmiş “vatan” kavramına dayanır. Ulus; vatan üzerinde yaşayan, geçmişten geleceğe doğru bir zaman akışı içinde ortak yaşam istek ve amacına bağlanan kültür ve ülkü birliğine dayanır. “Ulus” kavramı, dar çerçeveli topluluk ve dinden başka toplumsal bir bağı olmayan ve başka öge aramayan ümmet kavramından çok farklıdır. Ulus, tarihsel ve sosyal gelişmenin yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve filolojik niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih bilinci yaratmamış göçebe, yerel dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir yapı olan kavim de değildir. “Misak-ı Milli” sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulduğu, Avrupa, Asya, Afrika kıtaları arasında köprü durumunda olan, çeşitli göç ve sığınmalara kucak açan vatanda, bin yılı aşan uzun bir tarihsel gelişme sonunda yaşayan ve Kafkaslara, Balkanlara, Afrika ve Orta Doğu’ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu’ndan arta kalan çeşitli etnik kökenlerden gelen insanlar ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, değer yargılarına, dine, hukuka ve eşit haklara sahip olarak karşılıklı şekilde birbirlerinin kültürlerini ve eski Anadolu uygarlıklardan kalan değerleri de özümseyerek birlikte ortak kültür ve kimliğe sahip bir vatan ve ulus oluşturmuşlardır. Gönül birliğine dayanan bu oluşumun davalı Parti savunmalarında geçen kimliği yok etme kavramlarıyla bir ilgisi yoktur. Yapısı bu biçim olan Türk Ulusu içinde Türk, Kürt gibi ırkçılığa dayalı ulus ayrımcılığına gitmek gerçekle bağdaşmaz.
Bu nedenle Atatürk, yeni devletin kuruluş evresinde açıkça “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir.” demiş ve anayasalarımızda Ulus ve ülke bütünlüğü esas alınmıştır. Bu bölünmez bütünlük ilkesinden uzaklaşıp ulusu etnik kökene dayalı “Türk ve Kürt” ayrımlarıyla nitelemek ve ırka dayalı savlarla bölücülüğe gitmek ve nüfuslandırmak olanaksızdır. Cumhuriyeti kuranlar sadece Türk ve Kürt kökeninden gelenler olmadığı gibi; koruyanlar terör örgütleri karşısına çıkanlar ve bu yolda şehit olanlar da sadece Türk ve Kürt kökeninden gelenler olmayıp her kökenden gelen ve Cumhuriyeti kuran Türk Ulusudur.
Anayasa’nın 66. maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke, evrensel bağlamda vatanı ve ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti’nde bireysel insan hakları yönünden eşitliği sağlamak için getirilmiş, ulusu kuran herhangi bir etnik gruba ayrıcalık tanınmasını önleyen birleştirici ve bütünleştirici bir temel oluşturmuştur. Burada Türklük, ırka dayalı bir anlam taşımamaktadır. Devleti kuran Ulusun adına uygun biçimde her kökenden gelen vatandaşların vatandaşlığı ve ulusal kimliği anlamına gelmektedir. Bir kimsenin “Ben Türküm” deyişi, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türk Ulusu’nun bir bireyiyim” anlamını taşır. Irka dayalı bir “Türklük” savı ve etnik kökenleri değiştirme ya da kaldırma anlamı yoktur. Vatandaşlık ve ulusal kimliğin getirdiği haklar yanında elbet sorumluluklar da vardır. Vatandaşlık ve ulusal kimlik, vatandaşların etnik kökenlerini yadsıma anlamına gelmez. Etnik kökenlerin gözetilmesi de yurttaşlık niteliğini ve ulusal kimliği zedelememeli ve etnik kökene dayalı ayrı ulus olma savlarına, dayanak yapılmamalıdır.
Toplumun tüm kesimlerinde gerçekleştirilen bu kutsal ve tarihsel mirasın korunmasını amaçlayan anayasal ilkelerle yasal önlemler, toplumun huzur ve refahı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin güvenliği ve varlığı ile ilgilidir. Türk Milleti içinde yer alan her kökenden vatandaş, hiçbir ayrım gözetilmeksizin istek ve başarılarına göre her görev ve işte çalışmış; Türkiye’nin her yerinde, köyünde, kentinde yaşama, yerleşme, okuma, evlenme, gelişme ve yükselme ile ortak dil ve kültürden yararlanma ve katkıda bulunma olanağına kavuşmuştur. Böylece herkese ülkede her düzeyde tüm demokratik, siyasal ve temel haklar tam eşitlikle tanınmıştır. Bu tarihsel oluşum nedeniyle “ülke ve milletin bölünmez bütünlüğü,” T.C. Anayasa’larında vazgeçilmez ve ödün verilmez temel kural olarak yer almıştır. Tarihsel bir gelişme süreci içinde gerçekleşen, ayrılması olanaksız bir kaynaşma, bütünleşme ve eşitliğe dayalı, ırkçılığı reddeden Türk Ulusu gerçeğine karşı, ayırıcılığa, bölücüğe ve sonuçta yok olmaya yol açacak davranışları düşünce ve insan hakları kapsamında görmek olanaksızdır.
Anayasa Mahkemesi’nin siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3, Karar 1971/3 sayılı kararında değinildiği gibi; 1921 Anayasası’ndan 1961 Anayasası’na değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir ilke olan “Türk Devleti’nin ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği” ilkesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde saptanan biçimi ile Misak-ı Millî’nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten ve hukukça ayrılık kabul etmez bir bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu bütünlük içinde ayrıcalıklı bir Kürt halkından hiçbir zaman söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması görüşme ve kararlarında da, Misak-ı Millî’nin çizdiği sınırlar içindeki azınlıklar sayılırken “Kürt” ayrımına yer verilmemiştir.
Bu durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğin de anlatımıdır. Bu gerçeği de en çağdaş anlamıyla Atatürk’ün ulus anlayışında bulmaktayız. Atatürk’ün kendi el yazısı ile düzenlediği notlarında: “Bugünkü Türk Milleti, siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hattâ Lâzlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk Camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka ve hukuka sahip bulunuyorlar” demiş ve Ulus’u “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” biçiminde tanımlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, “Atatürk Milliyetçiliği”ne içtenlikle bağlıdır. Eşitlikçi ve birleştirici içeriğiyle çağdaş anlayışı yansıtan Atatürk Milliyetçiliği toplumsal dayanışmanın temeli ve güvencesidir. Atatürk Milliyetçiliği, yaşamsal ve bilimsel gerçek olarak benimsenmiştir. Bu tarihsel ilke aynı zamanda ulusal varlığın korunmasına ve yücelmesine hizmet edecek yaşam anlayışı ve biçimidir. İnsancıl, uygar ve barışcıdır. Kardeşliği, sevgiyi, dayanışmayı ve çağdaş evrensel değerleri kucaklar.
Dil ve eğitim konusuna gelince; bin yıldan beri birlikte yaşayan, vatanın her yerinde içiçe kaynaşan çeşitli soy ve kökenden gelen bireyler arasında Türkçe en yaygın dildir. Sadece resmî işlerde değil, ailede, günlük yaşamda ve eğitimde kısacası toplumsal ilişkilerin her alanında kullanılan ortak bir dil olmuştur. Türkçeyi bilmeyen ve kullanmayan çok az kişi vardır.
Ayrıca kapalı ve açık özel ortamlarda, ev ve işyerinde, basın ve sanat alanında yerel dillerin kullanılması da yasak değildir. Tersine savlar gerçek dışıdır. Ulus bütünlüğü içinde yer alan kimi etnik grupların kendi aralarında kullandıkları yerel dillerin resmî dil yerine ortak iletişim ve çağdaş eğitim aracı olarak tanınması olanaklı değildir.
Anayasa’nın 26. maddesinin üçüncü fıkrasında “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” denilmektedir. Türkiye’de özellikle yasaklanan bir dil kalmadığı gibi özel yaşamda birçok dil kullanılmaktadır. Anayasa’nın 42. maddesinin son fıkrasında, Türkçe’den başka hiçbir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulup öğretilemeyeceği, uluslararası andlaşmalar saklı tutularak kurala bağlanmıştır. Bu anayasal gerek, öğretim ve eğitim birliği ile ilköğretimin zorunlu olmasının ve bu yolla ulusal bütünlük ve dayanışmanın taşıdığı öneme bağlanmalıdır.
Dil konusuyla ilgili bir başka düzenleme de Anayasa’nın 14. maddesinin ilk fıkrasındaki “Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, … dil… ayrımı yaratmak … amacıyla kullanılamazlar.” ilkesidir.
Devletin bölünmez bütünlüğü ile dili konusundaki kurallar, yaptırımsız değildir. Herşeyden önce Anayasa’nın 4. maddesine göre, bu konularda genel ilkeyi koyan Anayasa’nın 3. maddesi “Değiştirilemez ve değiştirilmesi, teklif edilemez”. Öte yandan, Anayasa’nın 69. maddesi, bu sınırlamalara uymayan bir devlet düzeni kurma yasağını içeren 14. maddeye aykırı davranan siyasî partilerin temelli kapatılacağını öngörmektedir.
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın ilgili kuralları, bu anayasal çerçevede değerlendirilmelidir. Yasa’nın 78. maddesinin (a) bendi, Anayasa’nın 4. maddesi doğrultusunda bir kural koymuş siyasî partilerin, diğer yasaklar yanında devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüyle diline ilişkin yukarda değinilen Anayasa’nın 3. maddesini değiştirmek amacını da güdemeyeceklerini belirlemiştir.
Irk ve dil farklılıklarına göre azınlık statüsü tanımak, ülke ve millet bütünlüğü kavramıyla bağdaşmaz. Diğer kökenli yurttaşlar gibi Kürt kökenli yurttaşların da kimliklerini belirtmeleri yasaklanmamış; ancak azınlık ve ayrı ulus olmadıkları, Türk Ulusu dışında düşünülmeyecekleri, devlet bütünlüğü içinde yer aldıkları ortaya konmuştur. Azınlığın sosyolojik ve hukuksal tanımlarına uygun bir nitelik, Kürt kökenli yurttaşlarda bulunmadığı gibi, onları öbür yurttaşlardan ayıran herhangi bir yasal kural da yoktur. Türkiye’nin her yerinde her yurttaş hangi kurala bağlı ise onlar da aynı kurala bağlıdır. Azınlıkların bağlı olduğu kuralların kaynağını andlaşmalar oluşturmakta, Kürt kökenli yurttaşlarla öbür yurttaşlar arasında hiçbir ayrım yapılmamakta bireysel hak ve özgürlüklerden sınırsız biçimde yararlanmaktadırlar. Esirgenen, yoksun kılınan, dar tutulan bir hak yoktur. İşçi, işveren, hekim, avukat, memur, subay, yargıç, milletvekili, bakan, Cumhurbaşkanı gibi her göreve gelebilmektedirler. Kimi yerel ve etnik köken özellikleri dışında, dil birliği, din birliği, tarihsel birlik vardır. Evlilikler nedeniyle kan bağlılığı oluşmuştur. Aynı yörede birlikte yıllardır yaşamaktadırlar. Sınırsız hakları, sınırlı haklara, ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin anlamsızlığı açıktır. Amacın, bölünmeyi gerçekleştirmek olduğu anlaşılmaktadır. Kaldıki, hangi demokratik hakkın verilmediği açıklanmamakta, üstü kapalı ifadelerle esasta ayrı bir ulus olmanın gerektirdiği ulusal haklara değinilmektedir. Bu durum, sorunun demokratik ve siyasal haklarla ilgili olmadığını göstermektedir.
Anayasa’daki ulus bütünlüğü, ilkesinden uzaklaşıp, Türk ve Kürt Ulusları ayrımına gidilemez. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, tek bir devlet ve tek bir ulus vardır, birden çok ulus yoktur. Türk Ulusu içinde değişik kökenli bireyler olsa da hepsi Türk Ulusu bütünlüğü içindedir. Tarihsel bir gerçek olan “Türk Ulusu” olgusu yerine ırkçılığa dayanan ayrılıklar ve Türk vatandaşlığı niteliğini değiştiren savlar geçersizdir. Anayasa, bölgeler için özerklik ve özyönetim adı altında ayrılık getiren yöntemlere-biçimlere kapalıdır.
Kimi siyasal nedenlerle dış etkenlerden kaynaklanan, kimi varsayım, yorum ve bahanelere dayanan, insan hakları ve özgürlük savlarıyla yoğunlaştırılan sakıncalı amaçlara geçerlik tanınamaz. Devlet “TEK”dir, ülke ” TÜM”dür, ulus “BİR”dir. Ulusal birlik; devleti kuran, ulusu oluşturan toplulukların ya da bireylerin, etnik kökeni ne olursa olsun, yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız birliktelikleriyle gerçekleşir. Anayasa’da ve yasalarda yurttaşlar arasında ayrımı öngören hiçbir kural bulunmadığı gibi, kimsenin soy kökeninin yadsınması ya da kabul edilebilecek yeni bir savı da yoktur. Ulusal ve tekil devlet etnik ayrılıklarla tartışılamaz. Herkesin, herzaman karşılaşabileceği ve giderek hukuk devletinde giderilip karşılığı istenebilecek aykırılık, çelişki, haksızlık ve yanlışlıklar, insan hakları alanında sömürü nedeni yapılarak, gerçekler saptırılıp çarpıtılarak, üstü kapalı biçimde, ayrı ulus yoluyla ayrı devlet amaçlanamaz. Tartışılamaz kavramlar ve değerlerle, ödün verilmesi olanaksız ilke ve niteliklerin kaynağı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Çağımızda da farklı etnik grupların birlikte uluslaşması ve devletleşmesi uluslararası düzeyde hukuksallığını korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti için farklı düşünmenin haklı bir nedeni yoktur. Ulus birliğini bölmek; belli toprak parçasını bir ırktan gelenlere maletmek, etnik arındırma yapmak anlamına gelir ki, bunun çağdaş, insancıl değerlerle bağdaştırılması olanaksızdır. Vatandaşlık, bölge özelliklerini ve etnik farklılığı aşan, bütünleştirici çağdaş bir olgudur. Bu konuda bir kimsenin diğerinden farklı olmasına; din, kültür ve etnik kökeni ilişkin ayrıcalıklara yer yoktur. İnsan haklarının sadece bir kişiye, sınıfa ve zümreye değil ayrımsız olarak bütün vatandaşlara eşit olarak uygulanması esastır. Siyasal açıdan önemli olan soy değil, ulusal topluluktan olmaktır. Eğer bir soy, vatandaşlık bağlamındaki insan hakları dışında özel haklara sahip olmak isterse bu, onun ulus bütünlüğü içinde yalnız bir köken değil, aynı zamanda ayrı ulusal bir topluluk olması anlamına gelir. Bu ise, ulus bütünlüğü ilkesiyle bağdaşmaz.
Devlet, ülke, ulus konuları, her devlette farklılık gösteren, tarihsel süreçle ulaşılan, yeniden değiştirilip biçimlendirilmesi olanaksız olgulardır. Ulusal ve uluslararası hukuk düzeninde insanlığın mutluluğu için bu temel olguları korumak üzere getirilen düzenlemelere siyasî partilerin uyma zorunluluğu tartışılamaz.
Üzerinde durulması gereken diğer bir husus da “bölünmez bütünlük” ilkesinin, egemenlik kavramı ile yakın ilişkisidir. Türkiye Cumhuriyeti tekil devlet esaslarına göre kurulmuş, bütünlüğe dayanan bir devlettir. “Egemenlik” başlıklı Anayasa’nın 6. maddesinde:
“Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması hiçbir surette, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz…” hükümlerine yer verilmiştir. Bu kurala göre, egemenlik ulus bilincinde birleşenlere aittir. Ulus, Yasama Organı’nı özgür iradesiyle belirleyecektir. Hangi köken ya da soydan gelirse gelsin herkes ulus kapsamındadır. Böylece, ülke, ulus ve egemenlik, bir bütünlük ve uyum içinde gözetilmesi gereken kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bölünmez bütünlük ilkesi, devletin bağımsızlığını, ülke ve ulus bütünlüğünün korunmasını da kapsar. Kuruluşundan beri tekil devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu tarihsel niteliği Anayasa’lara yansımış olup, korunması konusunda güçlü yaptırımlar getirilmiştir. Özen ve duyarlıkla sürdürülen yapı, ulusun varlık nedeni olup başka çok uluslu ülkelerin koşulları ile bir tutulamaz. Bu temel ilkeden ödün verilemez. Gerçekte olmayan bir insan hakkı sorunu ileri sürülerek, devleti parçalamaya yönelik girişime, azınlık bulunduğu bahanesi dayanak yapılamaz. Tekil devlet esasına göre düzenlenen Anayasa’da federatif devlet sistemi benimsenmemiştir. Bu nedenle siyasî partiler, Türkiye’de federal sistem kurulmasına programlarında yer veremezler ve bu yapıyı savunamazlar. Devlet yapısında “bölünmez bütünlük” ilkesi; egemenliğin, ulus ve ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesini gerektirir. Ulusal devlet ilkesi, çok uluslu devlet anlayışına olanak vermediği gibi böyle düzende federatif yapıya da olanak yoktur. Federatif sistemde federe devletler tarafından kullanılan egemenlikler söz konusudur. Tekil devlet sisteminde ise, birden çok egemenlik yoktur. “Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü” kuralı, azınlık yaratılmamasını, bölgecilik ve ırkçılık yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını içermektedir. “Egemenlik” ve “devlet” kavramlarının, “ulus” kavramıyla bütünleşmesi, devletin herhangi bir etnik kökenden gelenlerle ya da herhangi bir toplumsal sınıfla özdeşleştirilmesine engeldir. Bunun nedeni; ulusun çeşitli toplumsal sınıflardan oluşmasına karşın sınıflarüstü bir kavram olmasıdır. Bunun için, egemenliğin kullanılmasını tek bir toplumsal sınıfa bırakan ya da bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılmasından alıkoyan veya egemenliği bölen düzenlemeler bölünmez bütünlük ve tekil devlet ilkesine ters düşer. Anayasa’daki “Türk Milleti” tanımı içinde dinsel inanç ve etnik kökeni ne olursa olsun her yurttaş tam eşitlikle yer almakta, bu tanım köken özelliklerinin açıklanıp kullanılmasını asla yasaklamamaktadır. Tersine savlar, yapay halk ulus nitelemeleri, bölücülük ve ayrımcılık özendirmeleri olmaktan öteye geçemez. Demokrasi, demokrasiyi yıkarak savunulamayacağı gibi demokrasi, demokrasiye karşı ve onu yoketmek için de kullanılamaz. Demokratik haklar, despotizme araç yapılamaz.
Son yıllar içinde kimi çok uluslu devletlerin yapısal değişime uğramasından esinlenilerek, kimilerince Türkiye’de aynı değişikliğin olması gerektiğinin ortaya konulması, Anayasa’da değiştirilmesi yasaklanan maddeler arasında bulunan devlet, ulus ve ülke kavramlarının tartışmaya açılarak bu konularda olabilirlik umutlarının yaratılması gerçeklerle çatışan tarihsel, siyasal ve hukuksal yanılgılar olmuştur. Diğer ülkelerde son yıllarda izlenen ve yeniden bağımsızlığı kazandıran yapısal değişiklik, Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile daha önce yapılarak gönüllü birlik içinde uluslaşma sağlanmış ve tamamlanmıştır. Cumhuriyet tarihi bunun kanıtıdır.
2820 sayılı Yasa’nın 78. maddesinin (a) bendi, siyasî partilerin Anayasa’nın 3. maddesinde açıklanan devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve dili ile ilgili temel hükmü değiştirmek amacını güdemeyeceklerini (b) bendi ise siyasî partilerin bölge ve ırk esasına dayandırılamıyacaklarını belirtmektedir. 81. maddenin (a) ve (b) bentlerinde de;
Siyasî Partiler:
(a) “Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.”
(b) “Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar.” denilmektedir.
Yasa maddesinin gerekçesinde, “Ülkemizde Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir ülkede resmî dilin dışında bazı dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık yaratmaz. Hele siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her bir alanda bütün haklara sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir milletin evlatları arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir…
Bir memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa olsun eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı hatta zorunludur. Bu itibarla resmî dili, genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini sağlamak Devletin görevidir” düşüncesi yer almaktadır.
Maddenin (a) bendinde, siyasî partilerin millî ya da dinî kültür, mezhep, ırk ya da dil ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri öngörülmektedir. Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar kuşkusuz, bu bendin kapsamı dışındadır. Nitekim, bu husus gerekçede de belirtilmiştir.
Özellikle belli büyüklükteki ülkelerin hemen tümünde, din, ırk, dil ve mezhepleri farklı toplulukların bulunması doğaldır. Bu farklılık, kimi ülkelerde büyük boyutlara ulaşabilir. Bunların her birine azınlık statüsü tanımak ülke ve millet bütünlüğü kavramıyla bağdaşmaz. Öte yandan, başlangıçta kabul edilebilir istekler gibi görünen ayrımcılığa yönelik kültürel kimliğin tanınması istemleri zamanla bütünden kopma eğilimine girer. Bu nedenle yasakoyucu konuya özel bir özen göstermiştir.
Türkiye’de azınlıklar konusu Lozan Barış Andlaşmasıyla düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin belirgin iki özelliği vardır: İlk olarak, ancak müslüman olmayanlar azınlık olarak kabul edilmiştir. İkinci olarak da böyle bir düzenleme ile müslüman olmayanlara da müslümanların yararlandıkları medenî ve siyasî haklardan yararlanma olanağı sağlanmış, yasalar önünde din ayrımı yapılmaksızın herkesin eşit olduğu hususu belirlenmiştir.
Bu nedenle 2820 sayılı Yasa’nın 81. maddesinin (a) bendi ile ülkemizde azınlık yaratmama yolundaki duyarlılığın siyasî partilerce de paylaşılması amaçlanmaktadır. (b) bendinde ise, siyasî partilerin, Türk Ulusunca oluşturulan ortak dil ve kültürü dışlar biçimde başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemeyecekleri belirtilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal ve hukuksal ayrılık söz konusu değildir.
Türk Ulusu’nu oluşturan, binlerce yıl birarada yaşamış, kaynaşmış, ortak kültüre, ahlâka ve dine sahip insanların tarihleri birdir. Vatan üzerinde yaşamış bütün geçmiş kuşaklar, ülkenin ve ulusun bütünlüğünü ve onurunu sürdüreceği kuşkusuz olan, gelecek kuşaklarla birlikte düşünülmelidir. Her ulusun olduğu gibi tarihsel gerçeklere dayanan Türk Ulusu’nun ortak kimliği ve kültürü de savunmasız bırakılamaz. Herşeyden önce Türk Devleti’nin bağımsızlığına, kimliğine ve özbenliğine, ulusal bütünlüğüne düşman olan tüm karşıtlıklarla uğraşmak görev olduğu kadar uluslararası hukuksal belgelerin benimsediği temel bir haktır.
Anayasamıza göre, ulus ve ülke bütünlüğü devletin en temel özelliği ve ilkesidir. Türkiye Cumhuriyeti içinde birden fazla ulus olamaz. Yapısı yukarda belirlenen Türk ulusu içinde değişik kökenli bireyler olabilir; ancak bunların hepsi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Türk vatandaşlığı niteliğini değiştiren savlar Anayasa’ya uygun değildir.
Siyasî partilerin, çalışmalarında devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmezliği temel kuralına uymaları, ülkenin ya da ulusun bir bölümünün bugünkü bütünlüğünü bozarak ayrılması sonucunu doğrudan doğruya veya dolayısıyla doğurabilecek her türlü eylemden ve propagandadan kaçınıp çalışmalarını bu bütünlüğü daha da pekiştirecek biçimde yürütmeleri demektir. Bunun sonucu da ülke ve ulus bütünlüğünü zedeleyebilecek olan her türlü yazı, söz ve davranışın siyasal partiler için yasak olmasıdır.
Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası’na göre, ırk ayrımcılığı ve bu yolla ülkeyi parçalama bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Devletin bütünlüğünü koruması en doğal hakkı ve ödevidir.
Bu açıklamalara göre bir değerlendirme yapıldığında:
Genel Başkan Yaşar KAYA’nın 29.5.1993 günü Federal Almanya’nın Bonn şehrindeki konuşmasında özetle:
“…Size böyle hitap etmek zorundayım. Çünkü Türkiye’de sizin adınızı anmak, sizin ülkenizin adını anmak siyasî partiler için kapatılma sebebidir. Elbette 70 yıllık inkâr, soykırım, sürgün, darağacı, kan, irin, gözyaşı, barut bizim ülkemizde birbirine karışmış, analarımız ak süt yerine bizi gözyaşı ile emzirmişlerdir… Evet bizim tarihimiz kahramanca direnen çağdaş Kawa’ların tarihidir… Bugün burada özgür bir ülke ve ulusal birlik için yürüyoruz….Kürt halkı artık düşürülmüş bir halk değil, serhıldan da başını dik tutan bir halktır… Bugün gelinen noktada Kürtlerin inkârı mümkün değildir. Silahlı mücadele Kürt sorununu Kürt halkının önüne, Kürt ve Türk halkının önüne dünya kamuoyunun önüne koydu… Bunu söylerken Kürt devriminin arka bahçesinde bulunan kültürel rönesansı da selamlıyorum.” demiştir.
Erbil Şehrinde yaptığı konuşmada ise özetle:
“Biz azat olmuş Kürdistan’dan KDP’nin kongresine gelmişiz. Bu bizim için rüyadır. Ben dört parça Kürdistan adına….Kürdistan halkının sorunu yüzelli senedir ihanet sorunu ve başkaldırma sorunudur…Kürdistan’ın bağımsızlığı ve Kurtuluşu için kim ne yapmışsa biz hepsine saygı duyuyoruz. Hepsi Kürdistan devleti için… Ey Kürdistan Demokrasi Partisi’nin silahlı askerleri sizin partinizin sorunu adımız…. Eyaletin (Ülkenin) şehitleri şöyle diyorlar: Biz sizden ümitliyiz… Hepsi (bütün bunlar) niçin ‘ Kürt Kardeş olmadı. Dost olmadı. Onun için düşmanın elinin altından kurtulamaz. Kürt kardeş olmazsa Kürdistan olmaz.
Düşmanın elinde kobra helikopterleri var. Bizim gönlümüzde sadece kardeşlik var, birlik var. Düşman öldürdüğü zaman bu KDP… bu YDK…bu PKK demiyor. Bunlar Kürttür diyor. Kuzey Küdistanda büyük savaş vardır… Kürtlük Devleti için birlik olmak ve kurtulmak bizim şiarımızdır. Hür olmak ve serbest olmak pahalıdır. Bizim halkımız erkektir. (yiğittir) Halkımız davası için, kurtuluş için kızını gelinini, oğlunu bize veriyor. Dağlarda günde 40-50 tanesi şehit düşüyor…Kürtler yemin etmişler. Yeminimiz ölümdür.” demiştir.
Demokrasi Partisi Merkez Kurulunun yayınladığı (Demokrasi Partisi’nin Barış Çağrısıdır) başlıklı bildirisinde ise özetle:
“….Bugün ülkemizde adı ilan edilmemiş adı konulmamış bir savaş yaşanmaktadır…Bilelim ki bu savaş ne kadar sürerse sürsün, ne kadar insan ölürse ölsün Kürt sorunu çözülmeyecektir…Katliamla, sürgünle, inkârla Kürt sorunu çözülebilseydi bu güne kadar çoktan çözülmüş olurdu.
Sorun, “ekonomik, geri kalmışlık veya terör sorunu” değildir. Sorun siyasîdir ve adı Kürt sorunudur…demokratik hak ve özgürlüklerimizden daha fazla ödün vermeden barış sağlanmalı, siyasî çözüm yolları bulunmalıdır…Barış içinde eşit ve özgür koşullarda yaşamak hepimizin hakkı ….Devlet, Kürtlerin her düzeyde seçilmiş meşru temsilcileriyle görüşmeler yolunu açmalıdır…Anadilde eğitim sağlanmalı…PKK ve devlet ateşkes ilân etmeli kararlarına uymalıdırlar. Ateşkes tarafsız güçlerce denetlenmelidir…Kürt kimliği bütün sonuçları ile birlikte tanınmalı” denilmiştir.
Konuşmalarla bildiride değişik anlatımlarla Türkiye’de ezilen ayrı bir Kürt halkının (Ulus anlamında) varlığı belirtilerek bunların özgürlük savaşı verdiği vurgulanmakta, ülkeyi parçalama, ayrı devlet kurmak dahil Kürt kimliğinin bütün sonuçları ile birlikte tanınması istenmektedir. Eşitlik ve kardeşlikten söz edilmekte ise de bunlar, birey ve vatandaşlık düzeyinde değil, ayrı ulus olma nedeniyle uluslararası düzeyde ulus olarak eşitlik tanınması anlamında bir örtü olarak kullanılmaktadır.
Gerçekte yukarda ilgili bölümlerinde açıklandığı üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti tek uluslu bir devlettir. Bütün vatandaşlar hangi soy veya kökenden gelirse gelsin ekonomik, hukuksal ve siyasal bütün hak ve özgürlüklerde eşittirler. Türkiye’de ırka dayalı ayrıcalıklı bir Türk Ulusu yoktur ki etnik kökene dayalı Kürt Ulusu veya diğer uluslar olabilsin.
Tek Ulus olmanın temeli olan “Atatürk Milliyetçiliği” ideolojik bir saplantı değildir. Toplumsal sosyolojik gerçeklere dayanan hukuksal ve siyasal bir olgudur. Vatan sevgisine dayanır. Savunmada ileri sürülen görüşlerin aksine ayrı etnik kökenden gelmiş olmak vatandaşlar arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke ve ulus bütünlüğü içinde bir ayrımcılık nedeni değildir.
Konuşmalarda da terörist örgütünün cinayetleri, Kürdistan olarak gösterilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürt kökenli vatandaşların Kurtuluş Mücadelesi olarak gösterilmektedir.
Dikkati çeken diğer önemli bir konu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşlarından Kürt kökenli olanların, tüm Kürt Kurtuluş hareketi ve Kürt Devleti’ni kurma oluşumu içinde gösterilmesidir. Savunmalarda Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin Türkiye’deki Kürtleri kapsamadığı biçiminde sapmalara gidilmekte ise de konuşmalar ve bildirinin açıklığı gerçeği ortaya koymaktadır.
Davalı Parti, savunmasında ülkemizdeki fiilî durumun mevzuatı aştığını ileri sürmüş ve yasa yerine hukukun uygulanması gerektiğini belirtmiştir. Bundan neyin amaçlandığı çok açık değilse de, davalı Parti burada ülkede iki hukukun olduğunu bunlardan ilkinin yasalarda yer aldığını, ancak bunun toplumda geçerliliğini ve uygulama yeteneğini yitirdiğini, buna karşılık eylemli biçimde uygulanan ve toplumda genel kabul gören bir başka hukukun varlığı savını ileri sürmek istemektedir. Bununla bağlantılı olarak davalı Parti pozitif hukukun herkese değil ancak bazı partilere uygulandığını belirtmekte ve bunu çifte standart olarak algılamaktadır. Yine davalı Parti evrensel hukuka aykırı olduğunu belirttiği 12 Eylül Anayasası olarak nitelediği Anayasa hükümlerine dayanılarak parti kapatılmasını kabul etmediğini belirtmekte ve kapatma davasının evrensel hukuk ilkelerine göre görülmesini istemektedir.
Anayasa Mahkemesi Anayasa’da ve Anayasa’ya uygun yasa kurallarında açıklık varken, bunları bir yana itip hukuk dışı uygulamalara yol açacak biçimde yorumlara girerek yasalara aykırı davranışlara geçerlik kazandıramaz. Siyasî Partiler Yasası ile Anayasa’nın bu konudaki hükümleri değişmemiştir. Bir yasa yeni bir yasa ile kaldırılmadıkça uygulanmasının süreceği hukukun değişmez kurallarındandır. Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası değişmedikçe Anayasa Mahkemesi bunları uygulayacaktır.
Davalı Parti, yaptığı savunmalarda, “Kürt sorununun İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Helsinki Sonuç Belgesi hükümlerine uygun, barışçı ve demokratik yöntemlerle çözülmesinden yana olduğunu belirtmekte ve davanın Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşme hükümleri ile evrensel hukuk ilkelerine göre çözülmesini” istemektedir. Bu nedenle bu konular üzerinde durmak gerekir.
Devlet, ülke ve ulus bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemlere uluslararası hukuk belgeleri, anlaşma ve sözleşmeleri, bu arada Helsinki Sonuç Belgesi ve Paris Şartı olur vermemektedir.
Anayasa Mahkemesi birçok kararında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa Sosyal Haklar Temel Yasası’na yollamada bulunmuştur. İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme kapsamındaki hak ve özgürlükler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da güvence altına alınmıştır. Hakları kullanmanın, özgürlüklerden yararlanmanın sınırsız olmadığını vurgulayan İnsan Hakları Evrensel Demeci’nin 29. ve 30. maddeleri, içerik olarak demokratik düzeni yıkıcı söz ve eylemlere karşı sınırlamalar getirilmesinin ve önlemler alınmasının dayanağıdır.
Bildirgenin 29. maddesinin (2) bendinde “Herkes, haklarının ve hürriyetlerinin kullanılmasında, sadece başkalarının haklarının ve hürriyetlerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı, gösterilmesi amacıyla ve ancak demokratik bir cemiyette ahlâkın, kamu düzeninin ve genel refahın haklı icaplarını yerine getirmek maksadıyla kanunla belirlenmiş sınırlamalara tabi tutulabilir.” denilmektedir. Yine bu maddenin (3) bendinde “Bu hak ve hürriyetler hiçbir veçhile Birleşmiş Milletlerin amaç ve prensiplerine aykırı olarak kullanılamaz.” ifadesi yer almaktadır. Bu konuda 30. madde çok daha açıktır. Bu maddeye göre, “İşbu Beyannamenin hiçbir hükmü, herhangi bir Devlete, zümreye ya da ferde, bu Beyannamede ilan olunan hak ve hürriyetleri yoketmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz.”
4 Kasım 1950 tarihinde Roma’da imza edilmiş, 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe girmiş ve 18 Mayıs 1954 tarihinde de Türkiye tarafından onaylanmış bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine baktığımızda herşeyden önce hak ve özgürlüklerin sınırlanması ile ilgili 11. maddenin ikinci fıkrasını görmekteyiz. Bu fıkra aynen şöyledir:
“Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta, zaruri tedbirler mahiyetinde olarak millî güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulur.
Bu madde, bu hakların kullanılmasında idare, silahlı kuvvetler veya zabıta mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir.”
Üzerinde durulması gereken bir başka madde de sözleşmenin 17. maddesidir. Bu madde aynen şöyledir:
“Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa veya ferde, işbu sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya mezkur sözleşmede derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tabi tutulmasını istihdaf eden bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya matuf herhangi bir hak sağladığı şeklinde tefsir olunamaz.”
Yapılan konuşmaların ve bildirinin sözleşmenin yukarıdaki hükmüyle çeliştiği ortadadır. Hiçbir hak ve özgürlük, demokrasiyi yıkmak amacıyla kullanılamaz.
Konuşmaların ve bildirinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla ve 17. Maddesinde yer alan kuralla bağdaşmadığı görülmektedir.
Özellikle, araçları farklı olmakla birlikte DEP amacının teröristlerin amacı ile benzerlik gösterdiği PKK’yı destekler yönde olduğu dikkat çekicidir. Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan ayrı dili ve kültürü olan ve özellikle de vatanını kurtarma ve devlet kurma yolunda Kurtuluş Savaşı veren bir “Kürt Ulusu”nun varlığı ileri sürülmektedir.
Bu durumda, üzerinde durulması gereken önemli bir konu da, “kendi kaderini tayin etme” hakkıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de tek bir ulus vardır. O da Türk Ulusu’dur. Türk ve Kürt kökeninden gelen vatandaşlar, diğer etnik kökenden gelen vatandaşlarla birlikte “Ulus” bütünlüğünü oluşturmuştur. Ayrı bir ulus, ayrı bir halk ya da bir azınlık varmış gibi bölünmeyi amaçlayan çabalar, terörle de desteklenip gündemde tutulmaktadır. “Kendi kaderini tâyin hakkı” yeni bir kavram değildir. Uluslararası hukuk düzenindeki bu olguyu Türk Ulusu, her tür ayrılığı dışlayıp eşitliği sağlayarak Lozan Barış Andlaşması’yla gündeminden çıkarmıştır, günümüzde de koşulları yoktur. Ülke ve Ulus bütünlüğünü koruma hakkı, Lozan Barış Andlaşması’nda olduğu gibi bugün de uluslararası hukuk düzeninde geçerlidir.
Nitekim, Helsinki Nihaî Senedi’nin ilkeleri arasında;
-Devletin egemen eşitliği ve egemenliğin üzerindeki haklara saygı,
-Sınırların dokunulmazlığı,
-Devletlerin toprak bütünlüğüne saygı,
-İçişlerine karışmama,
ilkeleri de yer almıştır.
Paris Şartı’nda da :
“Tüm ilkeler, herbiri diğerleri dikkate alınmak suretiyle yorumlanarak, kayıtsız şartsız ve aynı derecede uygulanır. Bu ilkeler ilişkilerimizin temelini oluşturur.”
………
“Taraf devletlerin bağımsızlığını, egemen eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü ihlâl eden faaliyetlere karşı demokratik grupları savunmak hususunda işbirliği yapmaya kararlıyız. Dışarıdan yapılan baskı, zora başvurma ve yıkıcılık gibi yasadışı faaliyetler burada söz konusu olan özelliklerdir.”
………
Her türlü terörist eylemleri, yöntemleri ve uygulamaları açıkça suç olarak kınıyor ve bunların ikili olduğu kadar çok taraflı işbirliği ile ortadan kaldırılması için çalışmaya kararlı olduğumuzu ifade ediyoruz.”
………
“Taraf devletler, halkın iradesiyle özgürce kurulmuş olan demokratik düzeni, kendi yasaları uyarınca ve yüklendikleri uluslararası insan hakları görevleri ve uluslararası taahhütleri uyarınca, bu düzeni ya da başka bir taraf devletin düzenini yıkmayı amaçlayan terörizm ya da şiddete başvuran ya da terörizmden veya şiddetten vazgeçmeyi reddeden kişilerin, grupların ve teşkilatların faaliyetlerine karşı savunmak ve korumak sorumluluğunu taşıdıklarını kabul ederler.” kuralları da yer almaktadır.
Görüldüğü gibi, yukardaki düzenlemelerde kendi kaderini tayin hakkının, demokratik ülkelerde devlet, ülke ve ulus bütünlüğünü bozucu biçimde kullanılmasına olanak verilmemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin de taraf olduğu “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı”, ırkçılığı, etnik düşmanlığı ve terörizmi kınamış, ülke bütünlüğünü ve demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan hareketlere girişen kişi, grup ve örgütlere karşı koruma ve kollama sorumluluğunu uluslararası bir çağrı olarak kabûl etmiştir. Devleti yıkmaya yönelik faaliyetlerin demokratik haklar kapsamında ve bir özgürlük olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. Demokrasi, hak ve özgürlüklerin güvenceye bağlandığı, demokratik işlerliğin her alanda yaşandığı, çoğulcu, katılımcı bir kurallar ve kurumlar düzenidir. Nitekim Birleşmiş Milletler’e üye devletlerin katılmalarıyla 14-25 Haziran 1993 günlerinde, VİYANA’da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları Konferansı sonunda yayımlanan Deklerasyon’da:
Kendi kaderini tâyin hakkının; “Eşit Haklar” ilkesine uygun olarak ırk, din ve renk ayrımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükûmete sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasî birliğini kısmî veya bütüncül biçimde parçalayacak herhangi bir eylemin desteklenmesi ve bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı yer almıştır.
Demokrasilerde ırk ayrımcılığı, bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Irk ayrımcılığının aracı durumuna düşen partinin varlığını sürdürmesi yasalar karşısında olanaksızdır. Devletin ülkesi ve ulusuyla birlikte bütünlüğünü koruması en doğal hakkı ve ödevi olup, kamu düzenini ve insan haklarını koruma yönünden de savsaklanmayacak görevidir.
Zorunlu durum ve nedenlerle Siyasî partileri kapatma diğer çağdaş demokratik ülkelerde de vardır. Anayasa’nın temel ilkesi; hak ve özgürlüklerle, çoğulculuğun korunması için Anayasal hakları yok edecek bir siyasî rejim kurulmasının önlenmesidir. Demokratik toplum düzeninde, siyasî parti faaliyetlerinin güvence altına alınması, Anayasa’ya uygun kurulan ve faaliyet gösteren siyasî partilerin Anayasa’ya dayalı hukuk devletinin sağladığı tüm hak ve ayrıcalıklarından faydalanmaları anlamına gelir. Siyasî partiler Anayasa’da değiştirilmesi yasaklanan uluslararası üstün hukuk kurallarına da uygun olan devletin tekliği, ülkenin bütünlüğü ile ulusun birliğini değiştirmeyi amaçlayan çalışmalarda bulunamazlar. Bunların siyasal tercih veya düşünce özgürlüğü kapsamına alınması olanağı yoktur.
O halde, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez tümlüğünü bozmaya yönelik eylemlere, bunlara olanak vermeyen Helsinki Nihaî Senedi ile Paris Şartı’nın dayanak gösterilmesi ve bu belgelerin hukuksal niteliklerinin gözardı edilmesi doğru değildir.
Bu konuda özet olarak şu temel ilkeler belirlenebilir:
- Ulusal ve üniter devletin etnik farklılıklara göre tartışılması uluslararası hukuksal belgelerce de yasaklanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesi bu konuda son derece açıktır. Ayrıca bu sözleşmenin 17. maddesi özellikle bu konuyla ilgilidir. Son olarak, Birleşmiş Milletlere üye devletlerin katılımlarıyla Haziran 1993 de Viyana’da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları Konferansı sonunda yayımlanan deklerasyonda da bu konuda sınırlama getirilmiştir.
- Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi de Federal Cumhuriyetin varlığını tehlikeye atan veya temel demokratik düzeni yoketmeye yönelik faaliyetlerde bulunan siyasal partileri kapatma yetkisine sahiptir. Ve Almanya Anayasa Mahkemesi hem Komünist Partiyi hem de Faşist Partiyi bu gerekçelerle kapatmıştır.
- Avrupa hukuk düzenlemelerinde de, bir ulus bütünlüğü içinde yer alan etnik grupların ırkçılığa dayalı ayrımcılığı kabul edilmemektedir. Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin korunması ancak anayasal hakları yok edecek siyasal faaliyetlerin (örgütlenmelerin) önlenmesi ile mümkündür. Bu aynı zamanda çoğulculuğun da korunması anlamına gelir.
ç. Fransız Anayasa Konseyi, Korsika’ya özel statü tanıyan Yasa’nın iptali ile ilgili kararında, Fransız vatandaşlarından oluşan “Fransız Halkı”nın korunması için özen göstererek “Fransız Halkı”nın mütemmim cüzî (tamamlayıcısı olan) “Korsika Halkı” kavramını reddetmiş ve söylenmesi gerekenin “Kanunen bölünmesi mümkün olmayan Fransız Halkı” olduğunu vurgulamıştır.
- Siyasî Partilerin faaliyetleri, demokratik düzende güvence altına alınmışlardır. Çağımız partiler demokrasi çağıdır. Ancak bu demokrasilerin kendilerini korumaları anlamına da gelir. Siyasal partilerin hukuk devletinin sağladığı güvencelerden yararlanabilmesi, ancak Anayasa’ya uygun davranmaları ile mümkündür.
- Halkların eşit ve kendi kaderlerini tayin etme haklarıyla kültürel hakların kullanılmasında, demokratik sistemle idare edilen vatandaşlarına bireysel düzeyde temel ve siyasal hakları eşit düzeyde sağlamış ülkeler için; Devlet, ülke, ulus ve siyasal birlik esas alınmakta, bunları bozan her türlü eylemlere hukuksal dayanak verilmemekte ve yasaklanmaktadır.
- Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler için esas ölçüt bireydir. Bunun etnik gruplar için ulusal hakka dönüştürülmesi, bu şekilde Devlet, ülke ve ulusu parçalama hak ve özgürlüğünden söz edilmesinin bir dayanağı olamaz.
- Uluslararası birlikteliğin gelişmesine yönelik çalışmaların geliştiği bir süreçte ulusal birlikteliklerin parçalanması düşünülemez ve her iki olgunun birbirinin karşıtı olduğu söylenemez.
Demokrasi Partisi her ne kadar görünüşte sık sık “kardeşlik” ve “birlik” sözcüklerini kullanmaktaysa da bunu gerçek amacını gizlemek için yaptığı, asıl amacın Ulusu ve Ülkeyi parçalamak olduğu kardeşlik ve eşitliğin uluslararası düzeyde arandığı açıktır. Dava nedeni konuşmalar ve bildiri vatandaşlar arasında kin, husumet ve ayrılık duyguları yaratmakta ve körüklemektedir. Türk Ulusu’nun bütünlüğünü ırka dayalı bir görüşle Türk ve Kürt olarak ikiye ayırmayı öngörmektedir. Bu tür yönelişin ülke ve ulus bütünlüğünü yıkmayı amaçladığı kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıktır.
Demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögesi olan siyasal partiler demokrasiye ters düşen, demokrasiyle bağdaşmayan, demokrasiyi güçsüz ve etkisiz düşürecek, toplumsal barışı yıkacak düzenleme ve eylemlerde bulunamazlar. Hiçbir ayrılık bulunmayan ulusun içinde azınlık oluşturarak bir kesimi çoğunluktan çıkarıp azınlık durumuna getirip ilerde yeni girişimlere dayanak yapılmak üzere ulusu ve ülkeyi bölmek, bu amaçla tartışmalı etnik köken ayrımını kışkırtarak silâhlı ayaklanmaya çağırmak, ulusun bireylerini, bölge halklarını biribirine düşman edip kırdırmayı uygun bulmak, bir öneri ve çözüm değil, devleti yıkmaya yönelik bir planın uygulanması ve çözümsüzlüktür. Sorunlar yaratılarak çözüm üretilemez. Kimi etnik grupları ulus yapısı içinden, çoğunluktan azınlığa indirmek toplumsal barışı yıkar. Bu yolla azınlıklar körüklenecek, terörün şiddeti arttırılacaktır. Uluslararası kurallar, silahla, şiddetle hak arama yollarına kesinlikle kapalıdır. Demokrasi Partisi Kürt kökenli yurttaşları asılsız ve dayanaksız sav ve suçlamalarla kargaşa ve iç savaş çıkarmaya kışkırtmış, ayaklanma için demokratik hoşgörünün sınırlarını zorlamıştır. Demokrasi, demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanarak yıkalamaz. Hakkı ve özgürlüğü kötüye kullanmaya engel olmak devletin görevidir. Hele bir siyasal parti, şiddet ve terörü kışkırtarak gizli bir amacı gerçekleştirmek istiyorsa, buna olanak verilemez. Partilerin de yapamayacakları şeyler vardır ve bunların başında devletin varlığı, ülkenin tümlüğü ve ulusun birliği gelir. Kendisini saldırılara karşı koruyan devleti içerden yıkmak isteyen teröre destek veren görüşe hiçbir hukuk düzeni meşruiyet tanıyamaz. Belirtilen konuşmalarla teröre destek verip ondan destek alan bir siyasî partinin Anayasa ve yasaya göre varlığını sürdürmesi düşünülemez.
Ulus ve ülke bütünlüğüne karşın, Türk ve Kürt Ulusları biçiminde bir ayırımın yapılması ve Kürt halkının ayrı bir devlet kurma yolunda özgürlük savaşı içinde PKK terörist örgütüyle birlikte gösterilmesi, Parti’nin, Kürt kökenine başka bir deyişle ırksal tabana dayatılarak, ülkede yaşayan ve Kürt olarak ayırdıkları bir kısım yurttaşların Türkiye Cumhuriyetinden kopmasının amaçlanması Siyasî Partiler Yasası’nın 78. maddesinin (a) bendinde söz konusu olan “Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne ve (b) bendinde öngörülen siyasî partilerin ırk esasına dayanmaması ilkelerine aykırıdır.
Bu konuda özenle üzerinde durulması gereken husus, daha önce belirtildiği gibi bu yöndeki yasal düzenlemelerin amacı ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların dil ve kültürlerinin yasaklanması değildir. Çeşitli etnik kökenlerden gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kendi dil ve kültürlerine sahiptirler. Ancak bin yıldır birlikte yaşamış, dini, gelenek ve görenekleri aynı, birbirinden ayrılması ve koparılması olanaksız ortak kültürleri ve yaşamları olan bir topluluğu ırk temeline dayanan düşüncelerle ayrıma bağlı tutmak ve hepsini kapsayan ortak ulusal kültürü ve kimliği yadsımak Siyasî Partiler Yasası’nın 78. ve 81. maddelerinin (a) bentlerine aykırıdır. Yasaklanan, kültürel farklılıkların ve zenginliğin belirtilmesi olmayıp, bunların Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak, ulus bütünlüğünün bozulması ve buna bağlı olarak ayrımlara dayanan yeni bir devlet düzeninin kurulması amacıyla kullanılmasıdır.
Konuşmalar ve bildiride Kürt kökenli yurttaşların, bölücülüğe yönelik olarak; kendi dil ve kültürlerini geliştirmeleri, anadillerinde eğitimlerinin sağlanması öngörülmektedir. Bunlar konuşmaların ve bildirinin bütünlüğü içinde ele alındığında Siyasî Partiler Yasası’nın 81. maddesinin (b) bendinde yasaklanan, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütme anlamını taşımaktadır. Bir başka deyişle Türk dili veya kültürü dışındaki dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla bir bölüm vatandaşın farklı bir ulustan oldukları bir azınlığa mensup bulundukları ileri sürülerek azınlık ya da ayrı bir ulus olmanın gerektirdiği haklardan yararlanmaları biçiminde bir düşünce içermektedir. Türkiye’de hiçbir vatandaş arasında bir fark ve farklı bir uygulama yoktur.
Demokrasi Partisi savunmalarında, olaylar saptırılarak, barış isteminin, düşünce açıklamanın, demokrasi istemenin, halk sözcüğünü söylemenin bölücülük olarak değerlendirildiğini, üniter devletin insan haklarına engel gösterilemeyeceğini ileri sürmüştür. Bunların gerçekle ilgisi yoktur. Suçlamalarda ülke ve ulus bütünlüğünü bozan kışkırtıcı ve körükleyici somut kanıtlar değerlendirilmiştir. Kanıtlarda yer alan amacı belirgin beyan ve açıklamaların düşünce özgürlüğü ve diğer söyledikleri deyimlerle bir ilgisi yoktur.
Söz konusu anlatımlar, Türkiye’de hukuksal ve siyasal yönden ırka dayalı bir Türk Ulusu kavramı ya da etnik kökene göre çoğunluk, azınlık kavramları olmamasına ve farklı etnik köken ve soydan gelen bütün vatandaşları eşit haklarla sahip olmasına karşın Türk Ulusu’nu ırk esasına dayalı olarak “Türk ve Kürt ulusları” biçiminde ikiye bölmeye yönelmiş, ezilen bir halk olarak nitelediği Kürt kökenli vatandaşları, ayrı bir ulus olarak devletini kurma yolunda özgürlük savaşı içinde ve PKK terörist faaliyetleri paralelinde göstermiştir.
Yukarıda gerekçeleriyle açıklandığı üzere davalı Demokrasi Partisi’nin Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın Bonn ve Erbil’de yapmış olduğu konuşmalar ile Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun yayınladığı bildiri Siyasî Partiler Yasası’nın 78. ve 81. maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırıdır.
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın Dördüncü Kısmında yer alan söz konusu yasal düzenlemelerdeki yasaklara aykırı davranılmasının yaptırımı aynı Yasa’nın 101. maddesinin (b) bendiyle belirlenmiştir.
Buna göre davalı Demokrasi Partisi’nin kapatılmasına karar verilmesi gerekmektedir.
Yılmaz ALİEFENDİOĞLU, Merkez Yürütme Kurulu Bildirisi’nin kapatma nedeni olmasına katılmamıştır.
- Kapatma Kararının Sonuçları
Anayasa’nın 84. maddesinin son fıkrasında;
“Anayasa Mahkemesinin kararında partinin kapatılmasına eylem ve sözleri ile sebebiyet verdiği belirtilen milletvekilinin üyeliği ile temelli olarak kapatılan siyasî partinin, kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı tarihte, parti üyesi olan diğer milletvekillerinin üyeliği, kapatma kararının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına tebliğ edildiği tarihte sona erer.” denilmektedir.
Anayasa’nın 84. maddesinin birinci fıkrasındaki “üyeliğin düşmesi” ile üçüncü fıkrasındaki “üyeliğin sona ermesi” birbirinden ayrı durumlardır. Birinci fıkradaki durumlarda düşme kararını TBMM verir. Anayasa Mahkemesi böyle bir karar veremez. Ancak üçüncü fıkraya göre bir siyasal parti kapatılınca, eylem ve sözleriyle buna neden olan milletvekilinin üyeliği ile temelli olarak kapatılan siyasî partinin kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı tarihte, parti üyesi olan diğer milletvekillerinin üyeliği, kapatma kararının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na tebliğ edilmesiyle kendiliğinden sona erer. Anayasa Mahkemesi’nin açıklayıcı belirlemesi kararın hukuksal sonucudur.
Bir partinin Anayasa’ya aykırılıktan kapatılmasıyla milletvekillerinin milletvekilliğinin Anayasa gereğince sona ermesi Federal Almanya Anayasa Mahkemesi kararlarında da görülmektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’nın, 24 Ocak 1994 ve O GNS/006-33884 sayılı cevabi yazısına göre; Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak ile Muş Milletvekili Muzaffer Demir’in kapatma davasının açıldığı tarihten önce Parti’den istifa ettikleri, Diyarbakır Milletvekili Mahmut Uyanık ile Muş Milletvekili M.Emin Sever’in ise Demokrasi Partisi’ne üye olmadıkları, bu dört milletvekilinin TBMM’nde bağımsız üye olarak kayıtlı bulundukları anlaşılmıştır.
Bu duruma göre, Anayasa’nın 84. maddesinin son fıkrası gereğince Demokrasi Partisi’nin kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı 2.12.1993 gününde parti üyesi olan milletvekilleri Ahmet TÜRK, Ali YİĞİT, Sırrı SAKIK, Leyla ZANA, Hatip DİCLE, Sedat YURTDAŞ, Selim SADAK, Orhan DOĞAN, Zübeyir AYDAR, Naif GÜNEŞ, Mahmut KILINÇ, Remzi KARTAL ve Nizamettin TOĞUÇ’un Milletvekilliklerinin kapatma kararının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na tebliğ edildiği tarihte sona erer.
Yılmaz ALİEFENDİOĞLU “Fıkranın bu bölümünün uygulamaya ilişkin bulunduğu ve Anayasa Mahkemesi’nin milletvekillerinin üyeliklerinin sona ermesiyle ilgili bir karar vermesine yer olmadığı”, Haşim KILIÇ ise “Diğer dört milletvekili de dava açıldığı tarihte Demokrasi Partisi üyesi olduğundan bunların da milletvekilliklerinin sona ermesi gerektiği” görüşleriyle yukarıdaki görüşe katılmamışlardır.
VIII- SONUÇ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2.12.1993 günlü, SP.52.Hz. 1993/55 sayılı iddianamesiyle, Demokrasi Partisi’nin 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın 101. maddesi gereğince kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp düşünüldü:
- Demokrasi Partisi’nin, Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın 29.5.1993 tarihinde Federal Almanya’nın Bonn, 15.8.1993 tarihinde Irak’ın Erbil kentlerinde yapmış olduğu konuşmalarının ve Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun “Demokrasi Partisi’nin barış çağrısıdır” başlıklı bildirisinin, Anayasa’ya ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası’nın 78. 81. maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırılığı nedeniyle anılan Yasa’nın 101. maddesinin (b) fıkrası gereğince KAPATILMASINA, Yılmaz ALİEFENDİOĞLU’nun, “Merkez Yürütme Kurulu Bildirisinin kapatma nedeni olmadığı” yolundaki karşıoyuyla ve esasta OYBİRLİĞİYLE,
- Anayasa’nın 84. maddesinin son fıkrası gereğince Demokrasi Partisi’nin kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı 2.12.1993 gününde Parti üyesi olan milletvekilleri Ahmet TÜRK, Ali YİĞİT, Sırrı SAKIK, Leyla ZANA, Hatip DİCLE, Sedat YURTDAŞ, Selim SADAK, Orhan DOĞAN, Zübeyir AYDAR, Naif GÜNEŞ, Mahmut KILINÇ, Remzi KARTAL ve Nizamettin TOĞUÇ’un milletvekilliklerinin kapatma kararının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na tebliğ edildiği tarihte sona ermesine; Haşim KILIÇ’ın “Mahmut ALINAK, Muzaffer DEMİR, Mahmut UYANIK ve Mehmet Emin SEVER’in de kapatma davasının açıldığı tarihte Parti üyesi milletvekilleri olduklarından bunlarında millet vekilliklerinin sona ermesi gerektiği”; Yılmaz ALİEFENDİOĞLU’nun ise “fıkranın bu bölümünün uygulamaya ilişkin bulunduğu ve bu konuda bir karar verilmesine yer olmadığı” yolundaki karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
- Davalı Parti’nin tüm mallarının 2820 sayılı Yasa’nın 107. maddesi uyarınca Hazine’ye geçmesine OYBİRLİĞİYLE,
- Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin, milletvekilleri yönünden Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na, yasal işlemler yönünden 2820 sayılı Yasa’nın 107. maddesine göre Başbakanlığa ve ayrıca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesine, OYBİRLİĞİYLE,
16.6.1994 gününde karar verildi.
Başkanvekili Güven DİNÇER | Üye Yılmaz ALİEFENDİOĞLU | Üye İhsan PEKEL | |
Üye Selçuk TÜZÜN | Üye Ahmet N. SEZER | Üye Haşim KILIÇ | |
Üye Yalçın ACARGÜN | Üye Mustafa BUMİN | Üye Sacit ADALI | |
Üye Ali HÜNER | Üye Lütfi F. TUNCEL |