Doğu Asya Toplum Yapısı ve Hukuk Düzeni röportajı, Çin’de yaşayan Yazar Ali Rıza Arıcan ile Hukuk Ansiklopedisi röportaj ekibinden İbrahim Aycan’ın tarafından gerçekleştirilmiştir. Arıcan, 1977’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Matematik bölümünü bitirdi. University of Leicester’da Aktüerya Bilimleri üzerine yüksek lisans yaptı. 2000-2006 yılları arasında Tayland’da, 2006-2012 yılları arasında Vietnam’da matematik ve istatistik öğretmenliği yaptı. 2012 yılında Türkiye’ye geldi. İstanbul’da bir yıl çalıştıktan sonra Doğu Asya’nın yeni bir çağrısına kulak verip Çin’e taşındı. Şu anda Jiangsu eyaletine bağlı Çanco adlı bir şehirde İstatistik ve Calculus öğretiyor. Yazmaya 2001 yılında başladı. İlk yapıtları İmece, Borges Defteri ve Anafilya gibi sanal dergilerde yayınlandı. İlk öykü kitabı 2007 yılında “Pasifik Öyküleri” adıyla yayınlandı. Bunu 2009 yılında yayınlanan “Motosiklet Üzerinde Aşk” ve 2011 yılında İngilizce olarak yayınlanan “The Bicycle” izledi. 2016 yılında “Puslu Kentin Mavisi” isimli kitabını yayımlandı. 2019 yılında “Buz” adıyla öykü kitabı yayımlandı. “Kaşgar Notları” ve “Din, Bilim ve Tanrı” isimli e-kitapların yazarıdır.
İbrahim Aycan: Sayın Alirıza Arıcan, Hukuk Ansiklopedisi okurları için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Alirıza Arıcan: 1977, İstanbul doğumluyum. Üniversite dâhil tüm öğrenim hayatımı İstanbul’da geçirdim. 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Matematik Öğretmenliği Bölümünden mezun oldum. Sonrasında sırasıyla Tayland’da, Vietnam’da ve Türkiye’de uluslararası liselerde ve üniversitelerde çalıştım. 2013 yılından beridir de Çin’de bir devlet okulunda öğretmenlik yapmaktayım.

Aycan: Şimdiye kadar kaç kitap yazdınız. İsimlerini ve kısaca konularını anlatır mısınız?
Arıcan: Üniversite yıllarında dönemin dergileri için kitap eleştirileri ya da tanıtımları yazardım. Para vermezlerdi ama istediğim kitabı okumama ve kitaba sahip olmama izin verirlerdi. Okuldaki Edebiyat Fakültesi öğrencileri tarafından çıkarılan bir fanzin için de yazılar kaleme almıştım. Bu şekilde başlayan yazma hevesim yıllar içinde gelişti, değişti, kimi zaman dağıldı kimi zaman da yoğunlaştı. İlk öykümü 1999 yılında, Gölcük depreminden hemen sonra yazmıştım. Geçen zamanda onlarca öykü, deneme, eleştiri ve gezi yazısı kaleme aldım.
İlk öykü kitabım, Pasifik Öyküleri, 2007 yılında yayımlandı. Bu kitaptaki öyküler 2001-2006 yılları arasında yazılmış öykülerden yapılmış bir seçkiydi. Sonrasında 2009 yılında “Motosiklet Üzerinde Aşk”, 2011 yılında “The Bicycle”, 2016 yılında da “Puslu Kentin Mavisi” yayımlandı. Birkaç ay içinde de “Buz” adıyla yeni bir öykü kitabım yayımlanacak. Bunların dışında kendibasımla yayımlanmış iki tane de e-kitabım var. “Kaşgar Notları” ve “Din, Bilim ve Tanrı” adlarını verdiğim kurgu-dışı sınıfına giren bu kitaplar internetten ücret ödemeden indirilebilir.
Öykülerin konusu hakkında çok spesifik bir bilgi vermem kolay değil. Edebiyatın konusu neyse, benim yazdıklarımın konusu da o. İnsanı anlatmaya çalışıyorum en çok, tüm derinliği ve inceliğiyle. Girift noktaları, gizli kapıları, tuzakları ve sürprizleri hiç bitmeyen bir labirenttir insan. Bir sanatçı olarak yazarın görevi de açabildiği tüm kapıları açmak, girebildiği tüm dehlizlere girmek ve insanı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektir. Çünkü bilim ve teknoloji dediğimiz, insan eliyle üretilen ve nesnellik vadeden büyük anlatılar insanı yaşadığı koşullardan soyutlamadan analiz edemiyor.

Laboratuvarda mikroskop altında incelenen insanla, Yaşar Kemal’in haksızlığa ve adaletsizliğe karşı isyan etsin diye yarattığı İnce Mehmet aynı insan değildir, olması da imkânsızdır. Çünkü insanın, çevresinden soyutlanmış bir doğaya sahip olduğunu iddia etmek fazlasıyla cesur, bir o kadar da yanlış olur. Bu yüzden insan, en kapsamlı haliyle, romanlarda ve öykülerde anlaşılır ve anlatılır. Hikâye dediğimiz sanat –bu ister sinema olsun, ister roman, ister halk türküsü, isterse destan- insanlığın başlangıcından beri vardır. Yani insanlaşma sürecimizde hikâye anlatıcılığının ve dinlemeciliğinin çok önemli rolleri vardır. İnsan, hikâyesiyle insandır, hikâyesini çıkardığında geriye soyut bir boşluktan, milyonlarca hücreden oluşmuş biyolojik bir kütleden başka bir şey kalmaz.

Edebiyat Farklı Toplulukları Ortak Bir Paydada Birleştirir
Tabii ki yaşadığım coğrafyanın farklı olması nedeniyle beslenme kaynaklarım, Türkçe yazan diğer yazarların kaynaklarından bir hayli farklı. Ben yıllarca yol kenarlarında kızarmış muz satılan Bangkok sokaklarında, kuyruğuna lamba takılmış fillerin kaldırım kenarından yürütüldüğü Chiang Mai’da, sabahları Budist rahiplerin kapınızın önünde yemek için beklediği Rayong’da, motor taksilerin buzlu kahve içip müşteri için kavga ettiği Ho Çi Minh Kenti’nde, sabah akşam kötü ruhları kovmak için atılan havai fişeklerin –hava puslu olduğu için renkler görülmez- sakin bir hafta sonu arzulayanları çılgına çevirdiği Çanco’da yaşadım ve yaşıyorum…
Dolayısıyla maruz kaldığım renkler, sesler, kokular; gözlerimin önünde gerçekleşen güzellikler ve çirkinlikler Türkiye’deki bir yazarın karşı karşıya kaldıklarından çok farklı olacaktır. Bu demek değil ki yazılanlar Türk insanını zırnık miktarda ilgilendirmiyor. Bilakis, insan her yerde insan, arzuları ve korkuları, sevinçleri ve üzüntüleri, aşkları ve nefretleri hemen hemen her yerde aynı. İnsanı insan yapan bu özelliklere karşılık olarak verdiği tepkiler toplumsal kodlamaların birer sonucu olsalar da çok çok derinlerde kalbi kırık Brezilyalı bir genç kızın hissettikleriyle Japonyalı yaşıtının hissettikleri hemen hemen aynı olacaktır. Edebiyat da bu noktada, yani dilleri, dinleri, kültürleri farklı toplulukları ortak bir paydada, insan olma ve insanca tepki verebilme paydasında bir araya getirmesiyle önemli bir işlevi yerine getiriyor.
Aycan: Türkiye’de Doğu Asya terimi yerine Uzakdoğu kavramı kullanılır. Bu iki kavram arasındaki farkı sizden dinlemek isteriz.

Arıcan: Uzak Doğu ifadesi, tıpkı Orta Doğu gibi Avrupa merkezci bir bakış açısını barındırır içinde. Kime göre uzak, neye göre uzak? Tabii ki ifadeyi literatüre sokan Avrupalılara göre, onların bulundukları konuma göre. Bu durumda bir Japonyalı Avrupa için Uzak Batı, bir Hindistanlı için Arap Yarımadası Orta Batı olabilir. Ben uzun zamandır Uzak Doğu ifadesini kullanmıyorum, gördüğüm kadarıyla da bilinçli yazarların ve düşünürlerin büyük bir çoğunluğu bu ifadeyi tercih etmiyor.
Bu arada tek sorunlu ifade Uzakdoğu değil. Asya kıtasının tamamı batılılar tarafından adlandırılmış bir coğrafi bölge ama Asya’nın içerisinde pek çok farklı kültür ve insan topluluğu yaşıyor. Bir Afganlıyla bir Japonyalıyı, bir Çinliyle bir Hindistanlıyı birbirine bağlayan çok bir şey olduğunu söyleyemeyiz. Asya; çeşitliliklerin, farkların ve renklerin kıtasıdır. Bu yüzden de zaten Avrupa Birliği gibi bir olgunun Asya’da gerçekleşmesi çok zor.

Aycan: Yaşamınızı uzun zamandır sürdürdüğünüz Doğu Asya hakkındaki gözlemlerinizi merak ediyoruz. Kabaca, Türkiye’de yaşamak ile Doğu Asya’da yaşamak arasındaki fark nedir?
Arıcan: Farklar saymakla bitmez ama bir Türk olarak Doğu Asya’da yaşamanın olumlu yanlarının olumsuz yanlarının çok çok üzerinde olduğunu söyleyebilirim. Bir kere Asyalılar, Avrupalılar gibi ırkçı ya da aşağılayıcı bir tutum sergilemiyorlar Türkler karşısında. Burada yabancı olarak algılanıyorsunuz ve diğer yabancılardan pek farklı bir muameleye tabi tutulmuyorsunuz. Aynı şeyi Afrikalılar ya da ülkenin batısından göç etmiş Çinliler için söylemek pek doğru olmayabilir.

Aycan: Hangi ülkelerde yaşadınız?
Arıcan: Tayland, Vietnam ve Çin.
Aycan: Doğu Asya küresel sistemin bir parçası mı? Yoksa farklı bir dünya mı var?
Arıcan: Tabii ki, hatta günümüzde dünya ekonomisinin en dinamik ve en çok üretim yapılan bölgesi Güney ve Doğu Asya’dır. Avrupa ve Amerika kıtalarında yavaşlayan ekonominin bıraktığı boşluğu Asya dolduruyor. Entegre olma konusunda da zaten günümüzün Çin’i küreselleşmenin en ateşli savunucularından birisi. ABD’nin bile korumacı politikaları uygulamaya başladığı bir dönemde Çin’in paranın sesine kulak verip, serbest ticaretin ve ülkeler arası işbirliğinin öncülüğünü yapması dünya ekonomisinin ne derecede doğu eksenine doğru kaydığının önemli göstergelerinden birisidir.
Aycan: “Uzakdoğu”dan bakınca Türkiye nasıl görünüyor?
Arıcan: Pek görünmüyor desem yerinde olur. Görününce de pek güzel görünmüyor. Genelde kötü haberlerle anılıyoruz. Terör, Suriye’deki savaş, siyasi ve ekonomik krizler… Bir tek turizm yönünden olumlu yönleri öne çıkarılıyor nedense. Çinliler için Türkiye romantik bir tatil yeri. Kapadokya’yı, tarihi kalıntıların bol olduğu antik kentleri çok seviyorlar.

Aycan: Sosyal hayatın içinde bulunurken, nasıl bir hukuk sisteminin içinde yaşadığınızı hissediyorsunuz?
Arıcan: Hukuk sistemini ya da herhangi bir sistemin katı kurallarını hissediyorum desem yalan olur. Sakin ve güvenli bir ülke Çin, belki de şimdiye kadar yaşadığım en güvenli ülke. Suç oranı ya çok az ya da haberlere yansıtılmadığı için kendimizi güvencede hissediyoruz. Bu yapay güvenlik hissi de yetiyor çoğu insan için.
Haberlere yansıdığı kadarıyla hukuk sistemi, nadiren aksaklıklarla boğuşuyor olsa da, genelde iyi işleyen ve halkın sorunlarını dikkate alan bir sistem. Devlet hakların ve güvenliğin tek koruyucusu ve hiçbir şekilde toplumsal düzenin bozulmasına izin vermiyor. Bu yüzden eylem yapmak, gösteri düzenlemek ve hatta grev çağrısında bulunmak çok zor Çin’de. Böyle şeyler olmuyor değil, oluyor ama ya kısa sürede toplumsal düzeni rahatsız etmek bahanesiyle bastırılıyor ya da hiçbir medya organında haberi yapılmadığı için eylemler yayılamıyor.
Çin, tek başına dev bir sansür ağını kontrol eden ve bu iş için milyarlarca dolar harcamaktan çekinmeyen bir ülke. Dolayısıyla, vatandaşlar hemen her yerde izlendiklerinin, telefonlarına yazılan her mesajın üçüncü kişiler –yapay zeka da olsa- tarafından okunduğunun ve en ufak bir yanlışlarında normalde göz yumulan bu küçük suçların başlarına bela olacağının farkında. Bu yüzden de korku ve güven arasında gidip gelen ama genelde korkunun gerekçesi unutulduğu için hayattan zevk almayı bir şekilde beceren bir halk var burada.
Devlet ailesine bakan bir baba rolünde. Ailenin güvenliğini sağlıyor, mutlu ve huzurlu olması için tüm tedbirleri alıyor. Bunu yaparken çocuklarının hareketlerini kısıtlıyor, söylediklerine ve yaptıklarına sınır getiriyor. Bunu, yine ailesinin geleceği ve üretkenliği adına yapıyor. Dolayısıyla, aile üyeleri de babanın bu sert tedbirlerini hoş görüyor, rahatı uğruna belli özgürlüklerden fedakârlık ediyor. Tabii ki benim burada anlattığım durum Çin devletinin savunduğu, ideal devlet ve ideal halk var olduğunda mümkün. Pürüzler mutlaka oluyor, insanlar yer yer isyan etme noktasına geliyor. Bu durumda da devletin iletişim üzerindeki sansürü devreye giriyor ve isyanı daha başlamadan sonlandırıyor.

Aycan: Gözlem fırsatı bulduğunuz ve okuduğunuz kadarıyla doğu asya ülkelerinde hukuk kavramına bakış nasıl? Hukuk, devletin bir aparatı olarak mu kullanılıyor? Yoksa özgürlüklerin güvencesi mi?
Arıcan: Özgürlük kavramına bakış, Çin’de ve batıda çok farklı açılımlara sahip. Bireysel özgürlük dediğimiz şey batıda kültürün ve siyasetin olmazsa olmazı olan temel bir içerik. Oysa, Çin gibi bir ülkede bireysel özgürlük toplumsal barışın ve huzurun gerisinde bir yerde. Tabii ki başkalarını rahatsız etmeyecek şekilde herkes istediğini yapabiliyor ama zaten sorun da burada başlıyor. Hangi noktadan itibaren başkaları dediğimiz o puslu muamma rahatsızlık duymaya başlıyor? Çizgi tam olarak nerede ve çizginin esnekliği nereye kadar çekilebilir sorusu ise devletin bekasına kadar uzanan kapsamlı bir soru. Batı felsefesine bakacak olursak aydınlanmanın temelinde tarihsel bir varlık olan insanın bilincinin özgürlüğe –kendini özgürleştirmeye- doğru aktığını görürüz. Özellikle Kant ve Hegel bu görüşün liderliğine soyunmuş iki önemli filozoftur. Doğuda bu felsefi görüş hiçbir zaman tam olarak benimsenmemiştir. Ara ara isyanlar olmuş, geniş öğrenci hareketleri gerçekleşmiştir ama bu hareketler batı tarafından desteklendiği için ya da batı tarafından desteklenmekle suçlandığı için asla başarılı olamamıştır.
Doğu Asyada ve özellikle de Çin’de bireyin özgürlüğü, toplumun huzurunun ve devletin bekasının karşısında ikincildir. Açıkça söylemek gerekirse insanın gerçeklikle kurduğu ilişki de bu hiyerarşik yapıdan nasibini almaktadır. İnsanların gerçekliğe değil de kendilerini iyi hissettirecek yalanlara ihtiyacı vardır ve bu yalanlar daha büyük yalanlar tarafından bastırılmadıkça toplum içerisinde var olma özgürlüğüne, en az diğer nesnel gerçekler kadar, sahiptir. Yeter ki toplumsal barışı tehdit etmesin, huzuru bozmasın, toplumu bölüp parçalamasın. Çin, dört bin yıldır var olan uygarlığının bu derece uzun soluklu olmasını da geleneğe, aileye ve toplumsal huzura düşkün olmalarına bağlamaktadır. Eğer bireysel özgürlüklerin el üstünde tutulduğu, bireyin haklarının devletin hakları karşısında önde tutulduğu bir toplum olsaydı, bugün sözünü ettiğimiz kadim Çin uygarlığını göremiyor olacaktık.
Ali Rıza Arıcan
