Ana Sayfa » Makale » Her Şeyin Başı Etik

Her Şeyin Başı Etik

HER ŞEYİN BAŞI : ETİK  / Av. Murat Fatih Ülkü 

Yazıya, değerli emekli yargıç İbrahim Fikri Talman’ın bu yazı serisi için yazdığı yazının başlığı ile başlamak geliyor içimden. “Yargı etiği mi o da ne?”, ama sonra susuyorum. Aslında anlatacağım, büyük oranda da yakınacağım konuların hepsi geliyor, sonunda etiğe dayanıyor; zaten orada da bitiyor, kalıyor, tıkanıyor. Yani, “yargı etiği mi o da ne?”den, “her şeyin başı etik”e bir yolculuk bizimkisi.

Yargı Etiği İlkeleri Nasıl Yaşama Geçirilebilir

26 yıllık bir avukat olarak, yargı etiği ve ilkeleri sorununa, ister istemez biraz mesleksel perspektiften bakmak zorundayım. Yaşadıklarımı, gözlemlediklerimi, okuduklarımı ve artık yavaş yavaş hevesimi yitirmeye başlasam da olması gerekenler için çabalarımı birleştirince, doğrusu ortaya pek de sevimli olmayan bir tablo çıkıyor

Klişeleşmiş Sacayağı Meselesi

İnsan hukuk fakültesini bitirdiğinde, mevzuatta yazan, aslında fena da yazmayan ve biraz okumaya meraklıysa, hukuk felsefesi tarihi ve karşılaştırmalı hukuktaki örneklerine de bakarak, zihnindeki avukatlık mesleğini anlamlandırmaya ve biçimlendirmeye çalışıyor. Bu sırada çok şık bir söz geliyor karşısına, sonra da diline pelesenk oluyor; “yargının üç sacayağı vardır, bunlardan biri de avukatlıktır.

Açıkça söylemek gerekirse; yinelene yinelene sıradanlaşmış, yasak savmak için söylenir hale gelmiş, böyle olduğu her halinden belli olduğu için değerini oldukça yitirmiş bir klişe artık bu söz. “İddia-savunma-hüküm” üçlemesindeki savunmanın öneminin altını çizmek için söylendiği anlaşılan “yargının üç sacayağı vardır” tümcesinin arkasından “biri de” eklemesiyle söylenmesi bile, biraz kerhen, biraz zorunluluktan söylendiğini ortaya koyuyor aslında.

Kimse alınmasın ama, bu “yargı etiği” konusu da biraz öyle. “Yargı etiği” deyince, daha çok yargıçların etik davranışlarına odaklanıldığını görüyoruz. [1] “İşin  doğası böyle” denecek bu yazdıklarıma karşı, belki de haklı olacak bu itiraz, ama bu yargı işinde en basit yerden etik kavramını irdelemeye başlasak, daha yerinde olacak diye düşünüyorum.

Dışlanan Bir Savunma, Dışlanan Bir Avukatlık

27 yıl olmuş adliyenin kapısından içeri gireli, avukatlık stajına başlayalı. Eğip bükmeden söyleyeyim, adliyenin kapısından girdiğim andan itibaren her yana sinmiş bir koku ile karşılaştım, yok yok tozlu dosya, eskimiş raf kokusu değil bu. Bu kokuyu anlatmışlardı bana, ama şöyle burnunu çeke çeke duymak, duyumsamak oldukça başka tabi. Avukatlara verilmek istenen bir duygu var hep, “dışlanmışlık”. İncelikli olmayan (amiyane) biçimde ifade edersek; “biz burada ne güzel yapıyoruz işleri, avukata ne gerek var?” duygusu.

Bütün genellemeler gibi oldukça fazla ayrık durum (istisna) içeriyor söylediklerimiz doğal olarak, söylediklerimiz genel geçer bu tavra yenilmemiş yargıçlar, savcılar, adliye personeline değil tabi ki. Ama yargıcıyla, savcısıyla, adliye personeliyle, cezaevi görevlisiyle, avukatın işi nedeniyle muhatap olduğu kamu kurumlarındaki görevlileriyle; bu tavır hep var.

Tam da burada haklı olarak, bu tavrın sadece avukatlara karşı olmadığı, devlet aygıtının içinde yer almayan her yurttaşa karşı olduğu, ülkemizde Osmanlı döneminden gelen kamu görevlisi olmanın, kamu görevlisi sıfatıyla bir masanın arkasına geçmenin yarattığı üstünlük hissi ve toplumsal yapımızın hiyerarşiye ve kamusal sıfatlara verdiği aşırı önem ile ilgili olduğu söylenebilir. Bunun hukuksal olmanın çok ötesinde kültürel bir sorun olduğunu söyledikten sonra, bu genel soruna sadece değinerek geçmek zorunda olduğumuzu; bu yazıdaki konumuzun avukatlık olduğunu vurgulayalım.

Avukatlığın Farkı

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız dünyayı ve atmosferi bir daireye benzetirsek ve kabaca merkezinden dış çeperlerine kadar her yönüyle (yönetsel, ekonomik vb.) devlet aygıtının içinde yer aldığını söylersek sanırım yanılmış olmayız. Avukatlık işte tam olarak devlet aygıtının içinde yer almayan yönüyle, tüm bu dünya ve atmosferden konumsal olarak ayrılıyor. Bence en önemli farkı da burada doğuyor. O nedenle belki de, artık klişe “sacayağı” söyleminden uzaklaşıp, avukatlığı sacayağının bir parçası olmaktan çıkarıp ayrı bir yerde tanımlamamız daha doğru olacak.[2]  

Bu kadar uzun laftan sonra yazı dizisinin konusu olan yargı etiğine dönmek gerekirse; bizim yargı sistemimizde ve uygulamamızda etik kavramının önce kendisine vurgu yapmamız doğru olacak ve kanımca yargı etiği ilkelerini tartışmak bakımından önemli bir altyapı oluşturacaktır. O zaman da felsefe tarihinin biraz derinliklerine girip Aristoteles’in “erdem kuramı”na uzanmak gerekecek. Dolayısıyla da yargı etiği ilkelerini uygulayacak yargı ögelerinin, özellikle de yargıçların temel ve asgari bir erdemlilikle donatılmadıkça, yargı etiği ilkelerinin yaşama geçirilmesini beklemek boşuna olacaktır. Burada eski hukukumuzdaki Mecelle’de bir yargıcın sahip olması gereken nitelikleri yeniden anımsarsak, sanırım anlatmak istediğimiz konu daha net ortaya çıkacaktır. Mecelleye göre bir yargıcın “anlayışlı (fehim)”, “sağlam (metin)”, “güvenilir (emin)”, “doğru (müstakim)”, “temkinli (mekin)”, “hakim” olması gerekir.

Yargı Etiği Belgeleri

Evet, yazması kolay yaşaması ve yaşama geçirilmesi zor olan bu erdemlerin hukuksal ve yargısal yönünden önce; kişisel, ailevi, toplumsal, psikolojik ve karakterle ilgili yönleri bulunuyor ve ilk bakıldığında, yargılama etiğiyle de doğrudan ilgili görünmüyor, ama üzerinde biraz düşünürsek, yargılama etiği tam da burada başlıyor kanımızca.

“Kötü kanun iyi uygulayıcının elinde en iyi kanun, iyi kanun kötü uygulayıcının elinde en kötü kanun haline gelebilir” eklindeki ünlü sözün içeriğine yaklaştığımız bu yerde bir avukat olarak “avukatlar yargının gören gözü, duyan kulağı, konuşan ağzıdır.” söyleyişine uygun olarak gözlemlerimizi aktarmaya çalıştık.

[1] Tuğan Esra Nur/ÖmürGönülşen, Uğur; “Türkiye’de Yargı Etiği İlkeleri Üzerine Bir İnceleme”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 24 (Aralık Özel Sayı), s. 90
[2] Bu yazımızdan bir avukatlık güzellemesi yapmaya çalıştığımız sonucu çıkarılsın istemeyiz. Yargıda görev yapan her meslek ayrı ayrı değerli ve birbirleri ile kıyaslanmaları zaten olanaksız. Avukatlığın hem uluslararası düzeyde ve geleceği ile ilgili sorunlar var, hem de ülkemize özgü ağır sorunları var. Ayrıca mesleği yapan biz avukatlardan kaynaklanan da önemli sorunları var. 

MURAT FATİH ÜLKÜ HAKKINDA 

1975 Balıkesir doğumludur. 1996 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde mezun oldu. 1998’den itibaren İzmir’de serbest avukatlık yapmaktadır. 2008-2010 döneminde İzmir Barosu Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapmıştır. Hukuk ve sosyal bilimler üzerine makaleleri çeşitli ulusal ve yerel gazetelerde yayınlanmakta, Cumhuriyet Gazetesindeki “Olaylar ve Görüşler” sayfasında görülerini dile getirmektedir. “Sözüm Var Sarıasmalara” adlı şiir kitabı bulunmaktadır. 203 yılında yazdığı “Pekünlü Dosyası” isimli kitap Bilim ve Gelecek Yayınlarından çıkmıştır.

İktidarların, egemen güçlerin hukukun üzerindeki etkisi ile ülkelerin gelişmişlikleri ve bireylerin haklarının güvencede olması arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Yargının bağımsız, tutarlı ve öngörülebilir kurallar üzerinde hareket ettiği ve bireylerin kendilerini hukuken güvende duyumsadıkları ülkelerde; gelişmişlik, temel insan haklarının güvencede olması ve hukuk kültürü üzerine olumlu sözler söylenebilir ancak. Tabi, bir de bu söylenenlerin lafta kalmaması, eylemli olarak yaşama geçmesi, yargı sisteminin ve uygulayıcıların bu söylenenleri içselleştirmiş olmaları gerekir. “Pekünlü Dosyası”nın ülkemizdeki hukuk devleti, laiklik, üniversite kavramlarının hallaç pamuğu gibi dağıtılmasında yarattığı önemli etkiler gözler önüne seriliyor bu çalışmada. Gölgede kalmış, gölgede kalması da istenmiş, yitikleştirilmiş bir kumpas davasını inceleyen “Pekünlü Dosyası”nı okudukça, içerdiği hukuksuzlukların, adaletsizliklerin; son yıllarda yaşadıklarımızın habercisi olduğunu görecek ve zamanında atılan çığlığa yeniden tanıklık edeceksiniz. “Pekünlü dosyasına sessiz kalamazsınız.” “Kim bilir, gelecekte yine başka bir günün birinde, yetkili makamlarda bir Picquart çıkar, Pekünlü Dosyası’nda hukuksuzluk olduğunu söylemekten; bir Emile Zola çıkar, Pekünlü’nün yaşadığı haksızlığı yazmaktan çekinmez, 21. yüzyılın Dreyfus’una benzetilebilecek Rennan Hoca’nın hukuk önündeki yenilgisi ortadan kaldırılır. Zaten bu yenilgi, ‘hiç önemli değil, ülkemizde bunca insan haksız yere yatarken, Silivri dolup taşarken, ben 4-5 ay yatmışım, hiç önemli değil şeref duyarım’ diyen Rennan Hoca için onur, Türk yargı sistemi ve hukuku üzerinde bir yüktür, yeni Picquart ve Zola’lar aslında Türk yargı sistemini ve hukukunu bu yükten kurtaracaklardır. Günün birinde Bibikov’lar çıkacaktır mutlaka son dönemde en çok çağrı yapılan yargı kesiminden, savcılardan, yargıçlardan.”

Bunu okudunuz mu?

Hukuki ve Ticari Davalarda Temyiz Sistemleri ile Usullerinin İşleyişinin Geliştirilmesi

Avrupa Konseyi Hukuki ve Ticari Davalarda Temyiz Sistemleri ile Usullerinin İşleyişinin Geliştirilmesi Hakkında Üye Devletlere …