Yeni
Ana Sayfa » Hukukbook » Konuşulmadıkça Belirsiz Bir Metafora Dönüşen Anayasal İlke: Laiklik

Konuşulmadıkça Belirsiz Bir Metafora Dönüşen Anayasal İlke: Laiklik

“Konuşulmadıkça Belirsiz Bir Metafora Dönüşen Anayasal İlke: Laiklik”, isimli makale ilk olarak Toplumcu Düşünce Dergisi internet sitesinde yayınlanmıştır.

Konuşulmadıkça Belirsiz Bir Metafora Dönüşen Anayasal İlke: Laiklik – İbrahim Aycan

Kafasını kuma gömmüş bir toplum ile karşı karşıyayız. Anayasanın en başında büyük ve kalın harflerle yazılı olan temel bir kuralın her gün çiğnendiği, çiğnendikçe adeta yokluğa mahkûm edildiğinin varsayıldığı bir dönemde yaşıyoruz.

Herkesin temel güvencesi, yaşamının, düşüncelerinin, inançlarının ve hayallerinin garantörü olan laiklik ilkesi her ne kadar anayasal ve yasal güvence atında olsa da fiili olarak her gün ayaklar altına alınmakta, insanlığın ve içinde yaşadığımız toplumun ortak müktesebatı yok sayılmakta ve sanki bu durum normalmiş gibi kafalar kuma gömülmektedir. Çare bu değil! Çare bu olmasa ve çarenin ne olduğu bilinse de ikiyüzlülük tam gaz devam ediyor. Oysaki toplumun tamamı büyük bir tehdit altındadır.

Karanlık Çöktüğünde Mumla Arıyoruz

Bir yanda inançlarının ve inandığı dinin ritüellerinin daha görünür kılınmasından memnun geniş bir kitlenin olduğu varsayılmaktayken diğer yanda laikliği yaşam biçimi olarak görmeye alışmış nitelikli sosyal katmanlar ve geniş kitleler filmin sonunu merak ederek izleyici koltuğuna oturmuş görünüyor. Birinci grup daha proaktif şüphesiz. Her yaşanan yeni günde yaratıcılıktan uzak ve bayatlamış emrivakiler ile de facto durum yaratmanın hazzını yeterli görüyor. Kimi çatlak sesler laiklik ilkesini kaldırmayı önerse de bunun imkânsız bir hayal olduğu zihin altına kazınmış bir gerçeklik. Öte yanda kendi özgürlüğünün derdine düşmüş kitleler laikliğin içinin boşaltılmasına ve tüm ülke sathının laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmesine karşı nasıl bir tavır koyabileceğinden emin olamayan bir profil çiziyor ve yaşanan tüm gelişmeleri adeta uzun metraj bir film gibi izliyor. Birinci kitlenin çaresizliği kendi amaçsızlığına saplanırken ikinci kitle yeni bir yol ve yeni bir pratik önermekten özenle kaçınıyor. Oysaki hayatın gerçekleri sinema filmi tadında izlenecek bir hikâye değildir.

Laikliğin Altını Oymak: Cahilce ve Ahmakça Bir Tavır

Laiklik, herkesin birbirinin dinine, inancına, inançsızlığına, yaşam felsefesine ve yaşam biçimine karışılmaması ve saygı göstermesini amaçlayan hukuksal güvencenin devlet tarafından kesin olarak sağlandığı hukuksal rejimin adıdır. Bu nedenle laiklik her ne kadar sosyal ve siyasal yanları olsa da esasen temel bir hukuki kavramdır. Böylesine herkesi kapsayan ve kucaklayan bir ilkenin altının oyulması ve günlük kamusal uygulamalarla içinin boşaltılması en başta kime zarar verebilir? Tabi ki tüm topluma! Ve hatta en çok da altını oyanlara! Ezberlenmiş retoriklere iman ederek kendisini laiklik karşıtı bir pozisyona konumlandıranların cehaleti tam da buradan geliyor. Kendi inancının ve ibadet özgürlüğünün garantisi olan bir kuralı yok etmekten kendisine fayda umanların vay haline! Yok etmek için elinden geleni yaptığı kurala yarın kendisi ihtiyaç duyduğunda hangi müktesebat imdada yetişecek? İflah olmaz bir çoklu kültürün var olmaya devam ettiği bir ülkede konjonktürel durumlara bel bağlamak cahilce ve ahmakça bir beklenti değil midir?

Toplumsal Huzurun Dinamosu

Demokrasi ve barış içinde yaşayan bir toplum olmanın tek yolu laik bir kültürü şart kılmaktadır. Bunun başka bir yolu olmadığı gibi temel bir ön koşulu da bulunmaktadır: “Hukuk kurallarının tanrısal buyruklar yerine insanlar tarafından yaratılması.”  Ne demektir bu? Dogmatik, değişmeyen, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen, yüzyıllardır hatta binlerce yıldır değişmeyen dinsel kuralların devlet erkinin hareketlerine yön vermemesidir. Kamusal alana herhangi bir dinin, mezhebin, cemaatin, tarikatın yada inanca dayalı ekolün emirlerinin hükümran olmamasıdır. Bu konunun sürekli yeni problemler ürettiği bazı yaşamsal alanları görmezden gelecek olursak, kamu gücü kullananlar tarafından laiklik ilkesine sürekli sadakat dile getirilmekte ve dinsel bir hükümranlık da iddia edilmemektedir.

İçinde yaşadığımız ülkede -en azından kâğıt üzerinde- hukuk kuralları laik devlet ilkesine temel olarak bağlıdır ve henüz bu kağıtlar yırtılmamıştır. Yırtılmamıştır ancak yaşadığımız fiili durumların ve söylem düzeyindeki ihlallerin, kanunlara uyum endeksinde dünyada alt sıralarda ve Avrupa’da en alt sırada yer alan bir toplumdaki karşılığı toplumsal travma ve dinsel argümanlarla tetiklenmiş kaotik bir ortamdan ötesi değildir.(1) Toplumun benimsediği laik kültür ağır bir dinsel söylem bombardımanı ile dolaylı yoldan şeytanlaştırılırken dindar-dinsiz ayrımı yapmaksızın tüm toplumsal katmanlardaki huzursuzluğun derinleşmesi tam da bu nedenledir.

Alt kültür temsilcileri tarafından köpürtülen hilafet tartışmaları, İstanbul Sözleşmesi ve kadın erkek eşitliği tartışmaları, LGBTİQ bireylerin dinsel atıflarla sapık ilan edilmeleri, açıktan dillendirilemeyen ancak nafaka hakkı üzerinden medeni kanuna yapılan saldırılar, Atatürk’e söz edilememesine karşın onun yarattığı aydınlanma devrimi ögelerine bel altı vuruşlar, batı sermayesinin tepe tepe kullanılmasına rağmen batının kendi iç dinamiklerinden kaynaklı demokratik zafiyetlere serbest salvolar, çocuk yaşta evlilik-cinsel istismar tartışmaları ve benzeri kof gündem maddelerinin tamamı din ve laiklik ekseni üzerinden yaratılan huzursuzluk başlıkları olarak öne çıkıyor.  “Kızlı erkekli” evler tartışması, Kadıköy-Beşiktaş vapurundaki mini etekli kadınlar, muhafazakarlık ötesi bir bağnazlığın sözcülerinin sürekli şımartılması ve dokunulmaz kişiler gibi lanse edilmesi, fundamentalist olduğu kamuoyunca bilinen kişilere yüksek cenahtan yapılan şovlu ziyaretler, “karıları kızları helaldir” gibi uçuk saldırılar ve Türkiye’de kadın haklarının serüvenini yok sayan benzeri durumlar ise temel tartışmaları besleyen sansasyonel gürültüler olarak kayda geçiyor. Huzursuzluğun kaynağında laikliği günün birinde yok etme umut ve iştahının olduğu aşikar.(2)

Oysaki laiklik; kişinin istediği dine ya da ideolojiye inanması, dinini ve düşüncelerini açıklayabilmesi, propagandasını yapabilmesi ve yayabilmesi, ahlak telakkisini dinden bağımsız oluşturabilmesi, din dışı inanç ve düşüncelere saygı duyulması, başkalarının felsefi düşünce ve dinsel inançlarının aşağılanmaması ve baskı altına alınmaması; devletin ise tüm bu hukuki güvencelerin garantörü olmasıdır. Özetle, kendi dinsel inancını devlet eliyle ya da zorbalıkla başkalarına dayatmamak kaydıyla esasen laiklik dindar olmak isteyenlerin de hukuksal güvencesidir. İşin kör düğüme dönüştüğü yer her zamanki gibi demokrasinin temel sınırı olan başkalarının özgürlüğüne müdahale noktası olmaktadır. Kendi inanç kurallarının başkaları üzerinde de egemen olmasını isteyen bir din anlayışı laiklik ilkesine saldırmadan yapamamakta, huzuru da baltalamaktadır.

Büyük bir hayretle yaşadığımız de facto durum laikliği ortada kaldırmamakta ancak hukuk sistemini uygulamada deforme etmekte ve ülkemizi zaten içselleştiremediği temel hukuk prensiplerinden tamamen uzaklaştırmaktadır. (3)  Kâğıt üzerinde var olan insan hakları ve temel normlar mahkeme kararlarında ve idari tasarruflarda “olağan dönemlere” göre karşılığını daha az bulmaktadır. de facto durumun diğer bir zararı, şiddet dilinin ve çatışma kültürünün yaygınlaşmasına zemin hazırlamasıdır. Laiklik, ortadan kalkmamasına rağmen toplumsal barış nispi olarak ve kademeli şekilde bozulmaktadır. Açık ve şeffaf bir şekilde tartışılmaktan ve konuşulmaktan kaçınılan ve fiili duruma yansıyan kötü niyetler, toplumsal ve siyasal alanda mertlik, dürüstlük ve şeffaflığın da köküne kibrit suyu dökmekte; değerler aşınması, yozlaşma ve ilkesizlik egemen olmakta, halkın saygı duyacağı kurumsal yapılar işlevselliğini yitirmektedir.

Laikliğin Hukuk Sistemimizdeki Yeri

Cumhuriyet Devrimlerinin en önemli parçalarından birisi laiklik ise diğeri de tevhidi tedrisat olarak bilinen eğitim birliğidir. Anayasal hükümlerle koruma altına olan her iki devrimin birlikte anılması tesadüf değildir. Zira-Şeriye ve Evkaf vekaletinin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve tüm eğitim kurumlarının laik temel üzerine bina edilmesi laikliğe inanan bir toplum inşa etmenin de temel şartı olarak görülmüştür.

Laiklik, toplumun dünya işlerinde kimsenin dinsel kuralların ya da başka bir ideolojinin baskısı altında kalmaması olduğuna göre eğitim sisteminin de buna göre düzenlenmesi işin doğası gereğidir. Çünkü, Türkiye’de Laiklik, başka toplumların daha erken dönemlerde tamamladığı aydınlanmayı, özgür düşünceyi, bilimsel gelişmeyi ve demokrasiyi sağlamanın temel şartı olarak görülmüştür. Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın etkisiyle Fransa’da gelişmiş ve Avrupa’ya yayılmış olan laik düşünceyi ancak 1937 yılında anayasal hüküm haline getirebilen Türkiye hem çok geriden gelmiş hem de geriden gelmenin zafiyetiyle hızlı davranmak zorunda kalmıştır. Bu zorunlu hız ve devlet eliyle yürütülen toplumsal inşa, devletin din kurallarına göre şekillenesini isteyenler tarafından jakoben olmakla da itham edilmiştir.(4)

Kökeni laikos olan ve Yunanca’da ‘laos’ kelimesinden gelen, Fransızcada ‘laicisme’ olarak kullanılan, İngilizce ve Almancada ise Latince kökeni olan ‘saecularis’ kelimesinde karşılığını bulan ve bugünkü Türkçe’ye  ‘Seküler’ kavram ile dahil olan laiklik, alt kültür egemenliğini reddeden bir üst hukuki normdur.

Laik niteliğe sahip devletlerde insanlar inançlarının gereklerini özgürce yerine getirebilir. Devlet inanç hürriyetinin koruyucusu olarak tüm inançlara aynı mesafededir. Laik devlet, belli bir dini ön plana çıkararak ona üstünlük tanımamaktadır. Laik devlet, hâkim bir din belirleyerek onun kurallarını bütün vatandaşlara uygulatmaya çalışmadığı gibi kimsenin dinsiz yada ateist olmasını da öngörmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ilgisi maddesi “Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve ibadetlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz” şeklindedir.

Laiklik İlkesinin Türkiye’de devlet sistemine egemen olması için çeşitli düzenlemeler yapılmış, birçok yasal ve kurumsal değişiklik yapılmıştır. Laiklik ilkesinin 5 Şubat 1937 tarihinde Anayasal hüküm altına alınarak devlet yönetiminde temel kural haline getirilmesine karşın 1921 Anayasası olarak bilinen Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda da 1928 yılından itibaren devletin diniyle ilgili bir madde bulunmamaktadır. Egemenlik tanrısal bir buyruğa değil “Hakimiyet bilâkaydü şart milletindir.” denilerek halka bırakılmıştır.(5)  TBMM tarafından Saltanat ve halifelik kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak eğitim ve öğretim birleştirilmiş, tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış, Medeni Kanun yürürlüğe sokulmuş, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak Diyanet işleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.(6) (Diyanet İşleri Başkanlığının tek bir mezhep inancına hizmet etmesine ve kurumsal olarak laiklik ilkesine aykırı olmasına ilişkin eleştiriler dipnot olarak kenarda durmalıdır. Dini temsil iddiasında olan yapıların sınır tanımayan çeşitliliği ve temsili bir otoriteden yoksun oluşu bu kurumun varlığını zorunlu kılmıştır. Laik bir devlette Diyanet kurumunun yeri olmamalıdır, şayet olacaksa tüm dinleri ve belli nüfusa tekabül eden inançları temsil etmelidir)

Laiklik İlkesi, 1921 ve 1924 Anayasaları döneminde çıkarılan kanunlarla aşama aşama gerçekleşmiştir.  Çıkarılan bu kanunlar sonucunda dinsel kıyafet, sembol ve işaretlerle sokakta dolaşılması yasaklanmış, ders kitaplarındaki dinsel sembol ve işaretler kaldırılmış, 1924 Anayasasındaki “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini İslam’dır.” hükmü 1928 yılında çıkarılmış ve laiklik ilkesi 1924 Anayasası’na 5 Şubat 1937 tarihinde girmiş, daha sonraki 1961 Anayasası ve 1982 Anayasasında da laiklik ilkesi korunmuştur.(7) 1961 Anayasasına göre “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve ‘Başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” 1982 Anayasasının ikinci maddesi“ Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” şeklindedir. Anayasanın 174. maddesi (8)ise Cumhuriyet Devrimlerini(9) ve laikliği daha kuvvetli bir hükümle koruma altına almıştır: “Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”

Dinin Masumiyeti ve Laiklik

Laiklik İlkesini anayasal hüküm haline getiren Mustafa Kemal Atatürk, laikliğin yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek olmadığını, bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetinin laiklik ilkesi ile garanti altına alındığını belirtmiş, din ve ahlak işlerinin birbirinden ayrılmasını da öngörmüştür. İçinde yaşadığımız son dönemde, din ile ahlakın uzunca bir süre özdeşleştirilerek sunulması ve din adına temsilcilik yapanlar tarafından ahlak alanında oldukça düşük bir performans gösterilmesi sonucunda dinsel inanca sahip kitlelerin önüne büyük bir kaos çıkmış bulunmaktadır. Üstelik bu defa “Din iyidir, kötü uygulamanın sebebi dini yeterince anlamayan müslümanlardır” savunma retoriği de kitleler nezdinde meşruiyetini yitirmiştir. Din, bireylerin kişisel yaşamında saygın ve masum bir yerde dururken kamusal alana hükmeder hale gelmesi oranında temsilcilerin ürettiği tüm ahlaka uzak uygulamalar dinin sırtına yüklenmektedir. Dinin masumiyeti kitleler nezdinde bizzat siyasal temsilcileri tarafından kirletilmekte, laikliğin çizdiği ince çizginin kırılması hem devlete hem de dine olan saygının büyük bir erozyona uğramasına neden olmaktadır. Yapılan bilimsel araştırmalar bu erozyonu doğrulamaktadır. Bu çerçevede muhafazakâr gençlikteki ateist ve deist akımları ve diyanetin çözüm üretmeyen demagojik açıklamalarını(10) bir kenara koyarken, her devirde büyük saygı görmüş devlet kurumlarına olan güven oranlarının dramatik düşüşünü zikretmeden geçmemek gerekir.(11)

Laikliğin Sağladığı Özgürlük Alanı ve Alt Kültürün Küstah Cesareti

Laiklik, din gibi değişime kapalı olmayan, zamanla değişebilen anlamına gelmektedir. Laik ise, sözlük anlamı ile ruhani olmayan kimse, dinî olmayan fikir, kurum, sistem ve ilke anlamına gelmektedir. Laiklik, dinsizlik ya da ateistlik de değildir. Laiklik evrenseldir, tüm insanlığı kapsayıcıdır. Evet laik devlet düzen dinsizdir. Çünkü laik devletin dini adalettir! Bu yüzdendir ki, laik devletlerin nüfus cüzdanı olan anayasalarında din hanesi boştur, o hanede Hukuk Devleti yazar. Fakat laik devlette her tür dinden ve inançtan bireyler gerçek bir özgürlüğe sahiptir. Herhangi bir dinin siyaset alanında araç olarak kullanılmaması, inançların kişilerin vicdanı dışında baskılara açık olmaması, herkesin vicdanının emrine uymakta serbest olması laik hukuk sisteminin emridir. Devlet, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından tüm vatandaşlara eşit ve tarafsız şekilde davranmak zorundadır. Bu bir ateist olabileceği gibi bir Budist ya da Şintoist de olabilir.

Laik devlette kimsenin camiye, kiliseye veya sinagoga giderek ibadetin ne kadar kötü bir şey olduğunu orada bulunanlara anlatma ve baskı uygulama salahiyeti yoksa kimsenin de bir meyhaneye gidip rakı içenlere içkinin kötülüklerini anlatarak keyfini bozma veya plajda güneşlenenlerin huzurunu bozma hakkı yoktur. Laik devlette bir Budist inek eti yenilen restorana girip masaları dağıtamaz; kendisi inek eti yemiyor diye başkalarının inek eti yemesine müdahale edemez. Kamusal duvara çarpan saldırı içgüdüsü saldırganın kendi inancı ve varsa tanrısı ile baş başa kalmasını sağlar. Kimse bir başkasının dogmalarına göre yaşamını tanzim etmek zorunda değildir; ki bu baskı yurttaş üzerinde ne kadar hissedilirse devlet de o kadar laiklikten ve huzur ortamından o kadar uzaktır.

Elinde İncil ile seçim propagandası yapan alt kültür temsilcisi faşist Trump’ın aksine birinci sınıf Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Hristiyan ritüeline uyulmadığı için insanlar kınanmıyor. Avrupa ülkelerinde liderler ellerinde İncil, miting meydanlarında dolaşmıyor. Buna mukabil Avrupa’da siyasi liderler bir usulsüz otel faturası yüzünden mahkemelerde sürünebiliyor.  Hatta ceza kanunlarında hüküm olmasa da etik kurallar gereğince toplumuna hesap veriyor. Öte yandan, dinsel dogmaların gazete manşetlerini süslediği hiçbir ülkede darbe ve siyasi komplo dışında hiçbir siyasi lider ahlak dışı ilişkiler nedeniyle hesap vermiyor. Bilimselliği tartışmalı olsa da İslam dininin en iyi yaşandığı ülkeler endeksi ateizmin en yüksek oranlar taşıdığı ülkeleri, özellikle de Hollanda, İzlanda, İsveç gibi ülkeleri işaret ediyor! Eline haritayı alıp, en çok insanın öldürüldüğü ülkeleri görmek isteyenlerin gözleri istemsiz biçimde laiklikten uzak ülkelere kayıveriyor.(12)

Ülkemizde, din ve laikliğin toplumsal alanda iç içe geçmiş tartışmaların odağında olmalarına karşın, hukuk sisteminde laiklik ilkesinin köklü ve kesin şekilde kural haline dönüşmüş olması çatışma alanlarını da kendiliğinden doğurmaktadır. Din ve özellikle de mezhep üzerinden toplumsal hayatı dizayn etmek üzerine kurgu yapan alt kültür ideolojileri, din olarak tanımladığı toplumsal aforizmaları gelecek tasavvurunun inşasında masalsı bir argüman olarak ileri sürmekte ve gerçek dışı tarihsel atıflarla toplumu baskılayarak jurnallemektedir.

Gerçekliğinden koparılarak sunulan, akait yerine kıssalara dayanan, arkaik bir mitoloji ve hurafe üzerine bina edilen “mezhepçi din” hiçbir sorunu çözemediği gibi yeni sorunları toplumun önüne getirmekte ve bir “alt kültür” olarak çözümsüzlük yaratmakta, her çözümsüz kaldığında ırkçılığı imdada çağırmaktadır. Masal tadındaki gelecek tasavvuru esasen milliyetçiliğin ve daha özelde ırkçılığın arkasına saklanmakta, ahlaktan soyutlanmış müteahhit dinciliğinin yetersizliği kamufle edilmektedir. Kısırdöngünün adı evrensellik karşıtı alt kültür saldırısından başka bir şey değildir!

Tarihsel Kısırdöngü

İstanbul Üniversitesi ile İstanbul Barosunun iki yılda bir düzenlediği Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi Sempozyumunda yapmış olduğum “Dante’nin Evrensel Krallığında Uluslararası Hukuk mu yoksa çatışma mı galip gelecek? Medeniyetler çatışmasında senaryo taraflar ve rolleri” başlıklı bildirimde de vermiş olduğum trajik birkaç örneği burada tekrar etmek istiyorum. (13)

Eski Diyanet İşleri Eski Başkan Mehmet Görmez; 2014 yılında vermiş olduğu bir röportajda hak ettiğinden daha az ilgi gören sözler söylemişti. Görmez, “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’u Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da… Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebaplar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz” diye konuşmuştu. (14)

Bugün İslam Dünyası olarak kullanılan içi boş karamın kapsama alanında fikir kıtlığı çekildiği anda haçlı seferleri ileri sürülmekte; kendi iç sorunlarını ve yetersizliklerini başkalarına yıkarak kurtulma yolu seçilmektedir. Haçlı Seferleri analizlerine ayrılan zamanın bir kısmı Sıffin Savaşına ayrıldığı takdirde daha rasyonel sonuçlara varılabilir. Sıfin Savaşı, Dördüncü Halife Ali ile, onun halifeliğini kabul etmeyen Şam valisi Muaviye arasında 657 yılında patlamış; yüzyıllar sonra ortaya çıkan İŞİD’in merkez üssü Rakka civarında büyük kan dökülmüştür. Her iki tarafın askeri kapasitesinin yaklaşık 100.000 kişi olduğu ve toplamı 200.000 kişi olan, 70.000 civarında insanın öldüğü bu savaşta yer alanların mevcudu 300-400 yıl sonra saldırıya geçen en baba haçlı ordusundan daha büyüktür.(15) Dünya nüfusunun artışını da dikkate aldığımızda dinsel paradigmanın iflasını müşahede etmemek imkansızdır.

Bugün Suriye ve Irak bölgelerindeki çatışmaları dikkate aldığımızda 1400 yıl önceki çılgın iktidar savaşlarının benzer şekilde devam ettiğini görmekteyiz. Sorunu tarihsel kaynağından tartışmaya başlamadığımız takdirde doğru sonuçlara ulaşma imkânı da bulunmamaktadır.

Fas Tevhid ve Islah Hareketi’nin Başkan Yardımcısı Muhammet Tullabi, Marksist-Leninist bir örgütün üst düzey yöneticiliğinden 90’lı yılların başlarından itibaren İslami hareketin saflarına geçmiştir. Ona göre İslam dünyası entelektüel açıdan komadadır ve bölgeye şizofrenik bir tarih bilinci hâkimdir.

Tullabi, “ABD’nin küresel düzlemde işlediği hatalar nedeniyle değil, daha çok tarihin alttan alta işleyen kanunları nedeniyle meydana gelen bir medeniyet değişimi ve medeniyetin doğuya göç etmesi nedeniyle olacak. Ben Avrupa’da görüştüğüm öğretim üyeleri ya da düşünürlere Avrupa Birliği’nin bu yüzyılın ortasında çökeceğini söylüyorum. Bu aynı zamanda Batı’nın sönümlenmesinin başlangıcı olacak. Bizler İslam dünyası olarak yükselmekte olan Doğu güçleriyle, yani Konfüçyüs medeniyeti ve Hindu medeniyeti havzası güçleriyle bir çatışmaya girmekten kaçınmamız gerekiyor… Çin, bu devasa İpekyolu projesiyle bizim yeniden doğuşumuzu sağlayabilir ancak bu aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzunun sona ermesiyle sonuçlanacaktır.” demekte ve yine başka bir medeniyetten düşman olarak gördüğü Batı’ya karşı yardım dilenmektedir.(16)

Gerçeği Görmemek Üzerine Kurgulu Özeleştiriler

Tullabi’nin“ Hak olan bir inanca sahibiz ancak davranışlarımız batıl. Batılılar ise teoride temelsiz olmasına rağmen davranış ve tutum noktasında hakkı temsil ediyorlar. Batı üretken, demokratik, şeffaf ve toplumsal adalete önem veriyor. Bütün bunlar İslam’ın desteklediği ve önemsediği değerler.” sözü ise yukarı da bahsettiğimiz “İslam dini iyi ama Müslümanlar çok kötü” tezinin bir başka şekilde ifade edilmesidir. Batı diyerek yaftaladığı medeniyetin din üzerinden değil laiklik üzerinden kurgulanmış bir medeniyet olduğunu kurnazca gizlemekte; din üzerinden bir medeniyet tasavvuru ve kültür coğrafyası tezi ileri sürmektedir. Din ile ilgili sorunlarını 200 yıl önce çözüp bitiren batı ile hala dinsel dogmaların kısırdöngüsünde çırpınan kendi dünyasını rakip olarak görmesi cehaletin okumuş versiyonu olarak kayıtlara geçmektedir.

İslam ülkesi olarak bilinen ülkelerdeki en küçük karmaşa ve ekonomik sorun sonucunda bu ülkelerde yaşayan insanların Batı ve Dinsiz olarak tanımlanan ülkelere göçmek için sıraya girmeleri de (İşin insani boyutunu ayrı tutmak kaydıyla) ayrı bir ikiyüzlülük siyasetinden başka bir şey değildir. Yine sözde ve hayali İslam Coğrafyası ülkelerinin elit ve yönetici sınıflarının neredeyse tamamının çocuklarını batı ülkelerinin modern okullarında ‘dolar’ tarifesine göre okutması ikiyüzlü ve ahlaktan yoksun alt kültür kompleksinin başka bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. Hem zorda kalanların hem de elitlerin “düşman” cenaha koşmaları laik medeniyetin evrenselliğini ayrıca kanıtlamaktadır.

Çoklu hukuk ve yolsuzluk kavramları ile anılan Malezya’nın Başbakanı Mahathir Muhammed ise, “Müslüman ve İslam düşmanlığı, İsrail’in kuruluşundan ötürü var. Müslümanlar hiçbir şey yapmasa dahi terörizmle suçlanıyor. Dünya genelinde birçok savaş var ve bu savaşların çoğu İsrail’in kuruluşuyla bağlantılı… Bugün aracılar yoluyla dünyayı Yahudiler yönetmektedir. Başkalarını kendileri için savaştırıp ölüme yollamaktadırlar. Sosyalizmi, komünizmi, insan haklarını ve demokrasiyi icat ettiler; böylece onlara eziyet çektirmeyi yanlış yaptırdılar, diğerleriyle eşit haklardan yararlanmaktadırlar” demekte, rasyonaliteden ve akıldan uzaklaşmanın fotoğrafını çizmekte; başka din ve başka bir ülkenin mağduriyet ve yobazlık siyaseti üzerinden kendini ve kendini tanımlamakta gerek kendi ülkesinde gerekse tüm dünyada laik, özgür ve akılcı düşüncenin egemen olmasına yeni bariyerler koymaktadır. (17)

Kendi dinini merkeze koyarak uydurulan masalsı hayallerin boş olduğu hem tarihte defalarca deneyimlendi hem de günümüzde deneyimleniyor. Tarihte hiçbir din devleti; günün koşullarına göre tüm halkına refahı, hukuk devletini ve sosyal adaleti bir arada sağlayamadı. Laiklikten uzak her türden ve ekolden uygulama bugün halen dünyanın birçok yerinde mevcut ve sadece kan üretiyor. Bunu görmek için, bağnaz dinciliğin labirentinden çıkamayarak deizme saplanan gençliğe söyleyecek sözü olmayanların kafasını kumdan çıkarmaları yeterli! İddialı olabilir ancak masal tadında bir yaşam isteyenlerin yeri gökkuşağı rengindeki laiklik şemsiyesinin tam altıdır.

Yapılması gereken tek çıkar yol, her türlü bilim dışı bagajlardan kurtulmaktır. Her türlü tarikat, cemaat, mezhep ve sosyal cenahtan çekinmeden laik düzeni savunmak, açıkça ve alenen savunmaktır.

1- World Justice Project-Rule of Law Index
2-Türkiye’de kadın haklarının serüveni
3-Temel Hukuk Prensipleri– Hukukun Evrensel İlkeleri
4-Türk Modernleşmesinde “Jakoben Laiklik” Sorunsalı
5-Teşkilatı Esasiye Kanunu
6- Tevhid-i Tedrisat Kanunu
7- https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1961-anayasasi/
8- Anayasanın 174. maddesi
9- Cumhuriyet Devrimleri
10- Türkiye’de deizm tartışması: Muhafazakar gençlik dinden uzaklaşıyor mu?
11- Abdulhamit Gül: “Türkiye’de yargıya güven önceleri yüzde 60-70’lerdeyken şimdilerde yüzde 20’lerin altına düşmüştür”
12-2018’de yayınlanan İslam dinine en uygun yaşayan ülkeler endeksinde (Islamicity Index) Türkiye 95. sırada yer aldı. İslam’a en uygun yaşayan ilk 40 ülke arasında ise Müslüman olan hiçbir devlet bulunmadığı da iddialar arasında yer alıyor.
13-Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi Sempozyumu
14- Eski Diyanet İşleri Eski Başkan Mehmet Görmez’in 2014 yılında vermiş olduğu röportaj: ‘Bir günde katledilen bin Müslümanın yüzde 90’ını Müslüman katlediyor’
15- Sıffin Savaşı -İslam Ansiklopedisi
16-https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/09/28/muhammet-tullabi-medeniyetin-agirlik-merkezi-doguya-kayiyor/
17-Malezya Başbakanı Mahathir: İslam düşmanlığı, İsrail’in kuruluşundan ötürü var

Bunu okudunuz mu?

15 Ekim – Hukuk Takvimi

15 Ekim – Hukuk Takvimi 1810 ABD Yüksek Mahkeme Yargıcı Alfred Moore yaşamını yitirdi. (Doğumu: …