MODERNİTENİN VE AYDINLANMANIN İKTİDARI ÜZERİNE – Av. Vedat Ahsen c
Ernest Gellner, milletleri, milletlerin doğuşunu ve özelliklerini, milliyetçiliğin kökenleri ile dayandığı siyasi, felsefi ve sosyolojik temelleri araştırdığı “Nations and Nationalism/Milletler ve Milliyetçilik” isimli eserinde, vahşi kültürler ile bahçe kültürlerini inceler, bunların bir karşılaştırmasını yapar ve şunları yazar: “vahşi kültürler, bir kuşaktan diğer kuşağa, kendilerinin veya başkalarının tasarımı, nezareti, gözetimi, beslemesi olmaksızın kendilerini yeniden üretirler. Başkalarının tasarımına, nezaretine, bakımına, gözetimine ve beslemesine gereksinimi olan bahçe kültürleri ise, ancak uzmanlaşmış kişiler tarafından yetiştirilebilir. Aksi halde, bahçe kültürleri yok olmaya mahkumdurlar.”
Leeds Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Zygmunt Bauman’un, modernite, post-modernite kavramları ile entelektüel işlevin yerine getirildiği alanları ve bunların bağlamlarını incelediği “Legislators and Interpreters/On Modernity, Post-Modernity and Intelectuals/Modernlikte, Post-Modernlikte ve Entelektüellikte – Yasa Koyucular ve Yorumcular” isimli eserinde işaret ve ifade ettiği üzere, “Modernitenin ortaya çıkışı, vahşi kültürlerin bahçe kültürüne dönüşmesi sürecidir. On yedinci yüzyılda ivme kazanan ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında Avrupa kıtasının batı yakasında hemen hemen tamamlanan ve elde ettiği başarıdan dolayı dünyanın diğer taraflarınca örnek olarak alınan bu süreç, yeni bir rolü ortaya çıkarmıştır. Avlak bekçilerinin yerini alan bahçıvan rolünü!”
Yine Bauman’a göre, “Kendilerini, bakmaları için kendilerine emanet edilen arazideki bitkileri ve hayvanları beslemekle, yetiştirmekle, terbiye etmekle görevli ve yükümlü görmeyen, sadece bitkilerin ve hayvanların sorunsuz biçimde yeniden üremelerini güvence altına almakla görevli ve yükümlü sayan avlak bekçilerinin aksine, bahçıvanların görevi, kendilerine emanet edilen bahçedeki bitkilere zarar veren yaban otlarını temizlemek, bahçedeki ağaçları, çiçekleri, başkaca diğer bitkileri işlemek, beslemek, üretmek, onları yeniden tasarlamaktır.”
Hem Bauman’a, hem de Gellner’e göre, moderniteyi yaratan iktidar “bahçıvan modeli” üzerine kurulmuştur.
Akılcılaştırma düşüncesi ile sıkı sıkıya bağlı olan, ancak sadece akılcılaştırmaya indirgenmemesi gereken modernlik; özgürlüğün, inançların, aidiyetlerin, başta kültür olmak üzere geleneksel olan her şeyin yıkılması ile ilerleme kaydeden, akılcılığa tanınan rolden daha çok akılcı bir toplum inşa etme düşüncesine hizmet eden bir süreçtir. Bu süreç, aklın, bilimi ve tekniği yönetmesi ile yetinmez. Laik bir temel üzerinde, insanları, nesneleri, hukuku, ekonomiyi, toplum yaşamını yönetmeyi de kapsar ve dünyevileştirmeyle ilişkilendirilen akılcılaştırmayı, kişisel ve kolektif yaşamın yegane örgütlenme ilkesi haline getirir.
Fransız toplumbilimci Alain Touraine’nın, tarihin ve ideolojilerin sonu, evrensel değerlerin tükenişi ile bunlarla bağlantılı olarak düşünce ve sanat dünyasına egemen olan post-modernizm tartışmalarının, aslında modernizmi sorgulaması gerektiğini ileri sürdüğü, modernliğin ve buna bağlı olarak dünyanın özne temelinde yeniden kurulmasını önerdiği “Modernliğin Eleştirisi” isimli kitabında işaret ettiği gibi: “İnsanların, aklın keşfettiği ve bizzat o aklın da tabi olduğu doğal yasalarca yönetilen bir dünyaya ait olduğuna vurgu yapan bir anlayış, felsefi ve iktisadi bağlamda ise, aklın zaferi, özgürleşme ve devrim olarak tanımlanabilecek olan modernlik, harekete geçirmekten daha çok çeki düzen vermeyi amaçlar. Sermaye ve emekten daha çok aklı merkeze alan modernlik, sınırlarını aklın belirlediği bir müfredat içerisinde, ticaretin, mübadele kurallarının, kamu yönetiminin düzenlenmesine, hukukun egemen kılınmasına, geleneklerin, yasakların, ayrıcalıkların eleştirilmesine ağırlık verir.”
Her iktidarın bilgiye gereksinimi vardır. Zira iktidar sahibi olmak, bilgiyi, bilgili olmayı gerektirir. Bilgi iktidara vizyon, derinlik, meşruluk ve etkinlik kazandırır. Bilgiye gereksinim duyan her iktidar gibi, aydınlanma projesinin iktidarı da vizyon, derinlik, meşruluk ve etkinlik sağlamak amacı ile bilgiyi kullanmıştır. Nitekim modernite ile birlikte öne çıkan ve toplumun, önceden tasarlanmış bir modele göre biçimlendirilerek yönetilmesini, bunun için gerekli kaynaklara ve iradeye sahip yeni tür bir devlet iktidarının ortaya çıkmasını ve bununla uyumlu, bağımsız, özgür ve özerk bir söylemin kurulmasını öngören iktidar/bilgi sendromu, aydınlanma projesine giden yolda kullanılan en önemli ve etkili araçtır. Zira akıl/bilgi/iktidar üçlüsünün ortaklığından oluşan aydınlanma projesinin önceliği, devletin yapılanmasından, devletin uygulayacağı politikaların ve yöntemlerin belirlenmesinden, devletin yönetimi altındakileri denetimi altında almasından, onları düzene sokmasından ve bunun için de yönetilenleri terbiye etmesinden ve ehlileştirmesinden ibarettir.
Bununla birlikte, hem özgürleştirici, hem de yeni tahakküm cihazları yaratan bir süreç olan aydınlanma ile birlikte insan özgür ve özerk bir varlık olarak; algılanmaya başlamış, doğa, yaradılıştan gelen dinsel anlamından ve bağından koparılarak bizatihi araştırmaya değer görülmüş; bilgi ise, bu iki özerk kategori arasındaki bağlantıyı kurmuştur. Bu suretle, insanın ve doğanın sınırları dinsel alanının baskısından kurtularak kendisine özgür bir alan yaratmış, böylece bilgi de kendisini boğan skolastik zincirlerinden kurtulmuştur.
Ne var ki, Zygmunt Bauman’nın da vurgu yaptığı üzere, tarihe aydınlanma çağı olarak geçen toplumsal/entelektüel akım: sadece hakikatin, aklın, akılcılığın, bilimin lehine büyük bir propaganda uygulaması değildir. On sekizinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde Fransa’da ortaya çıkan ve aydınlanma projesini yürüten “les philosophes” topluluğu içinde yer alan düşünürlerden Diderot’a göre, aydınlanma, sadece bir yığın ve tüm insanların en aptalı ve en kötüsü sayılan, D’Alembert’e göre, güçlü ve cömert eylemlerde bulunmaktan aciz, cahil ve aptal olan, Voltaire’e göre yırtıcı, vahşi, geri zekalı, kör hayvanlardan oluşan, Rousseau’ya göre, eğitilmesine olanak bulunmayan halka ve zihni ile aklı karışık eğitimsiz kitlelere aydınlığı götürmekten ibaret bir süreç de değildir. Aksine aydınlanma projesinin amacı; devletin gücünü, iktidarını, iddialarını, nüfuz alanını genişletmek, daha önce kilisenin yerine getirdiği pastoral işlevi devlete aktarmak, devleti toplumsal düzenin yeniden üretimini planlamak, tasarlamak ve yönetmek işlevi çerçevesinde örgütlemek, devletin yönetimi altında olanların toplumsal yaşamına yön vermek, hukuku egemen kılmak suretiyle toplum yaşamını kurallı hale getirmek ve buna bağlı olarak hukuk yoluyla toplumu dönüştürmek, terbiye edici eylemin bütünüyle yeni ve bilinçli olarak tasarlanmış toplumsal mekanizmasını yaratmaktır.
Yeni ve bilinçli olarak tasarlanmış bu toplumsal mekanizmanın yaratılması ve yerleştirilmesi amacı ile kullanılan teknikleri kavrayabilmek için ise Michel Foucault’ya kulak vermek gerekir. Michel Foucault, “Bilgi ve İktidar” isimli özgün eserinde, toplum tarihçilerinin dikkatini “gözetim” ya da “yola getirici iktidarın” ortaya çıkmasına, modern çağın başlarında oluşan “toplumsal denetimde göz tekniğinin” gelişimine çeker ve bu tekniğin modern çağı, insan davranışının her yönünün kılı kırk yaran bir şekilde hizaya sokulduğu bir bedensel talim dönemi haline getirdiğini belirtir.
Bu süreçle birlikte ortaya çıkan iktidarın belirgin iki niteliği vardır: “pastorallik” ve “yönlendiricilik.” Fransız düşünür Michel Foucault’un açıklamasına göre, pastoral iktidar kendi adına değil, tebaasının iyiliği için kullanılan iktidardır. Bencil amaçları olmayan bu iktidarın tek amacı, tebaasının daha iyi duruma gelmesini sağlamaktır. Tebaası ile kolektif olarak değil, birer birey ilgilenen bu iktidar türü, her bireyin ıslahını amaçladığı için, bireyi kolektif yaşamın özerk bir birimi olarak yorumlar.
İngilizce karşılığı “proselytization” olan “yönlendiricilik” sözcüğü, “kendi dinine çevirme”, “ihtida ettirme”, “başka bir dine, siyasal partiye vb. katılmaya ikna etme ya da ikna etmeye çalışma” anlamına gelir. Michel Foucault’dan esinlenen Zygmunt Bauman’a göre, yönlendiriciliğin amacı ile yönlendirici iktidarın ayırt edici özelliği: yönetimi altında olanları, bir yaşam biçiminden bir başka yaşam biçimine döndürmeye kararlı olması; kendisini doğru olanı bilen ve uygulayan, yönetimi altındakileri ise doğru olanı bilmekten ve bulmaktan aciz varlıklar olarak görmesidir.
Sağaltıcı iktidar ya da vasilik kompleksi olarak isimlendirilen iktidar türlerinde olduğu gibi, yönlendirici iktidar, yönetimi altındakileri zorunlu olarak kendi imgesine göre biçimlendirmeyi hedefler ve o nedenle değişik yaşam tarzları arasındaki farklılığı gidermeyi ve çözmeyi amaçlamaz.
Hemen ifade etmek gerekir ki, Foucault’nun işaret ettiği, Bauman’nın anlaşılmasına katkı yaptığı anlamda iktidar, yani pastoral ve yönlendirici iktidar modern çağla birlikte doğmamıştır. Aksine, modernlik öncesinde de var olan bu iktidar türü, denetimi altındakilerin yararına gördüğü iktidarını, aynı yöntemlerle, yani gözetim ve denetim yoluyla yerine getirmiştir. Modernizmin erken dönemi ile birlikte ortaya çıkan olgu, gözetim gücünü elinde tutan ve bu işlevi yerine getiren geleneksel iktidar türünün iflas etmesidir. İşte! Devlet, iflas eden geleneksel iktidarın yerine ikame edilen yeni iktidar türünün adıdır.
Yeni bir iktidar türü olarak devletin ortaya çıkmasıyla birlikte, yeni hukuk kavramları yapılmaya, devlete ait yeni, meşru çıkar, nüfuz ve yükümlülük alanları belirlenmeye, ceza ve ıslah önlemleri icat edilmeye başlamıştır.
Onun için Bauman, bir zamanlar Hıristiyan Kilisesi tarafından uygulanan pastoral ve yönlendirici iktidar tekniklerinin, modern iktidarın biçimlenmesinde kilisenin hiyerarşik yapısından bağımsızlaştırılarak ve laikleştirilerek devletin hizmetinde kullanılmaya başlanıldığını ileri sürer ve şöyle devam eder; “Kilisenin pastoral ve yönlendirici iktidarı, bir inancın bir başka inanca ya da bu inancı sebatla ve bütün yürekleriyle kucaklayamayacak kadar zayıf bireylere olan üstünlüğünü üretmeyi ve yeniden üretmeyi amaçlarken, devletin pastoral ve yönlendirici iktidarı, ruhu ele geçirmekle yetinmemiş, aksine kendi yönetimine karşı potansiyel direnme yuvaları olarak görülen her tür yaşam biçimine karşı savaş açmıştır. Bu iktidar tekniği ile istenen, yaşama sanatında devletin uzmanlığının kabul edilmesidir. Bu işlevi, devletin ve onun atayıp, meşrulaştırdığı çalışanlar/memurlar yerine getirirler. Devlet adına çalışan bu kişiler, yönetilenler için neyin iyi olduğunu, hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve kendilerine zarar verecek şekilde davranmaktan nasıl kaçınabileceklerini iyi bildiklerinden, onların emirlerini yerine getirirler.”
Modernitenin icat ettiği, aydınlanma projesinin gelişmesine katkı yaptığı devletin oluşma hikayesi budur ve böyledir.
Peki! Bizim bağlılığımızı, emrinde olduğumuzu sık sık arz etmek durumunda hissettiğimiz, saygımızı ifade etmek amacı ile olsa gerek baş harfini hala büyük yazdığımız devlet şimdi Batıda ve bizde hangi konumdadır?
Batı, kendisinin icat ettiği pastoral ve yönlendirici iktidar anlayışından zaman içinde uzaklaşmış, kısmen de olsa bahçıvan rolünü devletin elinden almış, devleti teknik bir devlet, bu bağlamda bir hizmet örgütü olarak örgütlemiş, devletin memurunu esas yeri olan halkın hizmetkarı pozisyonuna getirmiş, demokratlaşmayı öne çıkarmış, insan haklarının tartışılmaz bir standart olarak özümseneceği, kültürel farklılıkları meşru kılan çoğulculuk anlayışının egemen olacağı bir siyasi ve kültürel iklimin önünü açmış, yurttaş kavramını ulus devletin yurttaş kabulünden daha geniş kapsamlı bir çerçeveye taşıyan sivil toplumun oluşmasına ve devlet ile toplumun ayrışmasına olanak sağlamış, barış, özgürlük ve dayanışma ilkelerinin kamu bilincine yerleşmesinde etkili rol oynayan sivil toplum kuruluşlarını işlevsel hale getirmiştir.
Batıda zaman içinde bütün bu gelişmeler yaşanırken, ataerkil toplumsal yapıdan sıyrılma çabası içinde olan Osmanlı, hiç tanımadığı ve bilmediği göreceli Batı zihniyetini değil, devlet geleneği olarak çok iyi bildiği otoriter zihniyeti kendisine örnek almıştır. Cumhuriyetin Osmanlı’dan tevarüs ettiği bu zihniyet içinde biçimlenmesiyle, toplumdan kaynaklanan meşru siyasi çıkışlar büyük ölçüde sınırlanmış, siyasi tüm yaklaşımlar kendi meşruiyetlerini aynı devletçi ve otoriter zihniyetin içinde aramışlardır. Temel siyasi kültürün ataerkil ve cemaatçi bu yapısı, her dokuyu kendisi gibi biçimlendirmiş, devleti daha hala gerek anlayış, gerekse işlevsel anlamda bir hizmet organizasyonu, devletin memurunu halkın hizmetkarı çizgisine getirememiştir.
Devlete bahçıvan rolünü veren, toplumdaki çıkarları tekilleştiren bu siyasi yapı ve kültür içinde, sivil değerler gelişmediği gibi, var olanlar da seçkinci yapılardan ibaret kalmış, sivil alanın siyasal amaçlar çerçevesinde parçalanarak genişlediği bir kamusal alan oluşmuştur. Siyasi tavır, tercih ve pozisyonlar esas olarak düşüncelerle değil, yaşam biçimleri ve yaşama normları ile tanımlanmış, yaşanan kimi liberal açılımlar, toplumun ataerkil iç düzeninin siyasete taşınmasına olanak vermemiş, aksine bu açılımın otoriter yönetim anlayışı ile bütünleşmesi sonuç itibariyle kendimize özgü bir devletçi/popülist siyasete yol açmıştır.
Devletin yarattığı rant sisteminden yararlanma mücadelesine dönüşen siyaset, doğal olarak bu rantı yaratmanın ve artırmanın aracı olan devletçi yapıyı da korumuştur. Devleti sahiplenmiş olan askeri ve sivil bürokrasi ile devletin menfaatini korumayı adalet olarak algılayan yargı ise, halktan ve iyi ya da kötü var olan sivil toplumdan kopuk özerk bir toplumsal sınıf olmaya doğru evrilmiş ve popülizmin yaratmış olduğu toplumsal meşruiyet sayesinde, hem toplumsal ranttan pay alma kanallarını normalleştirmiş, hem de popülizmin gereksinim duyduğu devleti temsil ettiği ölçüde gücünü ve iktidarını korumuştur.
Onun için bugün Türkiye’de, soyut bir varlık olarak devletin kendisi olsun, devlet gücünü elinde bulunduran yasama, yürütme ve yargı erki olsun, kamusal yetki kullanan adına bürokrat dediğimiz devletin memurları olsun, daha dar iktidar alanlarına sahip parti, belediye, dernek, vakıf, cemaat, grup olarak isimlendirilebilecek tüzel kişilikler ve bu yapılarda güç sahibi olanlar olsun, pastoral iktidarlarını, yani devletin, partinin, belediyenin, derneğin, vakfın, cemaatin, grubun yararına olan yönlendirici iktidarlarını sürdürmeye ve bahçıvan rolünü oynamaya devam etmektedirler.
Bilmem arz edebildim mi?