Mebuse Tekay / ÖZGÜRLÜK VE ADALET İÇİN BİR ARAYA GELMEYE VAR MISINIZ?
12 Eylül’e varacak karanlık bir dönemde Barış Derneği Genel Kuruluna İnsan Hakları Komisyon raporunu sunmuştum. Rapor ‘Tarihinin en karanlık dönemini yaşayan Türkiye bir yol ayrımındadır.’ gibi bir cümleyle başlıyordu. Yirmi dört yaşındaydım. Sonraki kırk yılı aşkın zamanda bu ve buna benzer cümlelerin yazılı olduğu kaç metin okudum, yazdım, imzaladım hatırlamıyorum. Uygar dünyanın Mars’a gitmeyi, yapay zekayı, metaversi konuştuğu, bunların hukukunu düzenlemeye çalıştığı bir dönemde, biz yine ilk kuşak insan hakları nedir sorusunun yanıtını anlatmak, savunmak durumunda kalıyoruz.
Gençlerimizi ülkede tutmakta zorlanıyoruz. Kadınların yükselttiği mücadele sonucunda Danıştay Savcısı’nın ‘İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme hukuki değil’ tespitine seviniyoruz. Toplumdaki tüm muhalif kesimler baskı altında. Kürtleri temsil eden 8. Parti olan Halkların Demokratik Partisi de tıpkı daha öncekiler gibi ‘bölücülük’ iddiasıyla kapatılmak isteniyor. Yargı, istisnalar dışında tamamen bağımlı hale getirildi. Kamplaşma sürekli derinleştiriliyor. Korku egemen kılınmak isteniyor. Devlet siyaset mafya içiçeliği, hiçbir zaman bugün olduğu kadar birbirlerinin dilini etkileyecek yakınlıkta ve yaygınlıkta olmadı. Eskiden gizlenen bu ilişkiler artık fotoğraflarla gözümüze sokuluyor. Örgütlü güçler yalnızlaştırıldı, şimdi her kesimin önde gelenleri üzerinden gözdağı veriliyor.
Uzatmaya gerek yok, her şey hepimizin gözleri önünde oluyor. Biliyoruz. İliklerimize kadar hissediyoruz. Oysa insanlığın, gücün ve silahın hakim olduğu dönemden hukuk düzenine geçişi hayli eski. İnsanların ancak hukukla özgür olup barış içinde yaşayabileceği ve hukuku devletin uygulamakla yükümlü olduğu yüzlerce yıl önce anlaşılmış olsa da bugün hukuk yine meşruluk ölçüsü olmaktan çıktı.
Bu duruma nasıl geliyoruz? Her defasında neden duvarlara çarpıyoruz? Tamam buradan geri dönülmez artık dediğimiz her aşamada nasıl daha da geri düşebiliyoruz? Bunu konuşmalı, anlamalı, çıkarmamız gereken dersleri çıkarmalı, bir daha yaşamamak için ne yapmamız gerekiyorsa yapmalıyız.
Bana sorarsanız bunda, farklılıkları reddeden resmi ideolojinin hepimizi şu veya bu ölçüde etkilemiş olmasının payı var. Devletin farklılıkları kabul etmeyen, tek tip vatandaş isteyen, hoşgörüsüz ideolojisinin içine doğduk. Devletin ‘iyi’ yurttaşından beklediği ‘itaati’, ailemiz, öğretmenlerimiz, işverenlerimiz, hatta özgürlük mücadelesi için katıldığımız örgütlerimiz de bekledi.
Devlete karşı çıkarken aslında devlete benzedik. Ya itaat edip kendi cemaatlerimizin yanlışlarını görmezden geldik ya da katıldığımız her yerde özgürlüğümüzü savunmak zorunda kaldık, savunurken katılaştık, kendi doğrularımızı ‘en doğru’ belledik. Teorik olarak bildiğimiz doğruları uygulayıp hayatımızın bir parçası yapmayı başaramadık. Düşünce, ifade etme ve örgütlenme özgürlüğünü hep savunduk, teorisini öğrendik, müvekkillerimiz için anlattık ama özgürlük ne demek deneyimleyemedik.
Özgürlük bizim hep idealimiz oldu, doğalımız, siyasi ahlakımızın göstergesi olamadı. İfade özgürlüğünü savunurken bile bazı konuların tartışılamayacağını, o konuda öyle düşünülemeyeceğini söyleyebildik. Ya da artık geçerliliğini yitirdiğini düşünsek de dışlanma/eleştirilme korkusuyla hala otuz yıl önceki gibi düşünüyormuşçasına sessiz kaldık. Özgürlükle otorite arasındaki çekişmede devlete baş kaldıranların çoğu, ya farklı düşündüklerinde kendi otoritelerine, kendi topluluklarına karşı çıkmayı göze alamadı ya da başkalarına kendi doğrularını dayatmayı seçti. Üstelik en dayatmacılarımız en güvendiklerimiz, en sevdiklerimizdi çoğu zaman.
Mahkemelerde iktidara karşı müvekkillerimizin özgürlüğünü savunduğumuz kadar kendi gruplarımızda bireysel özgürlüklerimizi veya bizim gibi düşünmeyenlerin bize karşı söz söyleyebilme özgürlüklerini savunmadık. Hep birlikte muhalif olduklarımızın yanlışlarını biriktirir gibi birbirimizin hatalarını biriktirdik, bunları birlikte yürüyebileceğimiz yola engel olarak döşedik. Elbette bu sorunu aşan tek tek insanlar var ama aydınlarımız da dahil olmak üzere bu, muhalif kimliklilerin genel bir sorunudur. Ve bu monolitik düşünme, doğruyu ben bilirim tavrı, her defasında bir araya gelmemizi ve birlikte mücadele edebilmemizi engelliyor. O yüzden iktidarın somut bir haksızlığına karşı çıkarken bir araya gelebilsek de ittifak yapamıyor, ortak ilkeler, ortak adaylar belirleyerek birlikte yol alamıyoruz.
Aynı şeyi isteyenler olarak sayımız daha çok da olsa, aynı hedefe farklı yollardan yürüdüğümüz biri yerine aykırı görüşten birinin seçilmesine yol veriyoruz. Bu aslında o kadar rasyonellikten uzak görünüyor ki ilk tepkiniz reddetmek olabilir. Ama düşünürseniz hak verebilirsiniz.
Yaşadıklarımızdan ders çıkarma, ayağa kalkma ve bir araya gelme zamanı. Hepimiz bir adım geri çekilip içini birlikte dolduracağımız boş alanı genişletebiliriz. Geçmişteki ya da yarının sorunu olabilecek ayrılıklarımız yerine, bugünkü ihtiyaçlarımızın aynılığına dikkatimizi verebiliriz. Ortaklaşacağımız bu alanın içini, toplumsal ve siyasi ihtiyaçların hukuksal karşılığını oluşturarak doldurabiliriz. Siyasetin ve toplumun gündeminde hukuk ve hukuksuzluk var. Herkesin ve her kurumun hukukla bağlı ve hukuka saygılı olduğu bir sistem artık günümüzün doğal bir ihtiyacı ve arayışıdır. Bunu yapabiliriz, hukuk bizim alanımız. Ve bunu başarabilirsek siyasetin önünün açılmasına da katkı sağlamış oluruz. Çağın gereklerine uygun yeni hukuksal mutabakatların da oluşturulması ihtiyacı var kuşkusuz ama önce nefes almaya ihtiyacımız var, konuşabilmeye, tartışabileceğimiz zemini sağlamaya ihtiyacımız var. Toplum öyle ezildi ki artık hiçbir siyasal güç tek başına yönetimi değiştiremez. Toplumdaki bütün kesimlerin sorunlarını gözeten bir geçiş süreci ittifakı ise ancak hukuk temelinde kurulabilir.
Türkiye’nin demokratik bir hukuk devleti olabilmesinin asgari koşulları üzerine düşünmeli, konuşmalı ve bu çerçeveyi topluma sunabilmek için bir araya gelmeliyiz.
Yaşamak istediğimiz ideal ülkenin hukuk çerçevesini değil, bunu konuşup tartışabileceğimiz aşamanın/zeminin oluşturulmasının hukuki mutabakatını oluşturmak için kolları sıvamalı, sorumluluk almalı, dayatmadan dinleyebilmeyi öğrenmeli, denemeliyiz.
Yaşadıklarımızdan biliyoruz ki her karanlığın sonu var. Umutsuzluğa gerek yok ama tekrar tekrar aynı yere dönmemizi önleyecek soruları sormaya, ortak yanıtları bulmaya ihtiyacımız var.
Var mısınız?
Avukat Mebuse Tekay Kimdir?
1954 yılında Samsun’un Çarşamba ilçesinde doğdu. 1975 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi ve serbest avukat olacak çalışmaya başladı. Bireysel İş Hukuku ve Toplu İş Hukuku alanında çalışmalarda bulundu. Sendikaların toplu sözleşme görüşmelerine ve işçi eğitimlerine katıldı. Kuruluşundan kısa bir süre sonra kapatılan TBKP(Türkiye Birleşik Komünist Partisi)‘nin Genel Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev aldı.
İlerici Kadınlar Derneği, Barış Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi, Barş Girişimi, Yanyanayız, Sivil Anayasa, Deprem İçin Sivil Koordinasyon ve Irak Dünya Mahkemesi gibi sivil toplum kuruluşlarında ve platformlarında aktif olarak çalıştı.
Avukat Mebuse Tekay, 2008 yılında yapılan İstanbul Barosu Genel Kurulunda Katılımcı Avukatlar grubunun başkan adayı olarak yarıştı ancak seçilemedi.
Çalışma yaşamıyla ilgili makale ve karar incelemeleri akademik dergilerde, çeşitli gazeteler ve sendikal yayınlarda yer aldı. Süryay tarafından basılan 8 ciltlik Çalışma Mevzuatı’na dört yazardan biri olarak katkıda bulundu. “Kadınlar Çalışma Yaşamının Neresinde”, “Üniversiteli Gençlik”, “Yeni Sendikal Politikalar” başlıklı incelemeleri yayınlandı. 1987 yılında yayınlanmaya başlayan Alınteri dergisinin ve 1997 yılında yayına giren Açık Sayfa dergisinin yayın kurulu üyesi olarak çalıştı. Adam Öykü dergisinde öyküleri yayınlandı. Farklı kültürleri tanımak için seyahat etmek hayatında önemli bir yer tuttu. Dalış sporu ile yakından ilgilendi. Bir kız çocuğu annesi Mebuse Tekay, Annem Gibi Olmadım ve Batı Doğudan Başlar isimli eserlerin sahibidir. Günlük hukuk olaylarına ilişkin yorumlarını T24 internet sitesi için yazmaya devam etmektedir.