Senih Özay Röportajı 3. Bölüm: Yılmadan Bıkmadan Hukuk Atraksiyonları Diyorum Ben!
Senih Özay Röportajının üçüncü bölümü sunulmaktadır. Röportajın birinci ve ikinci bölümlerini ilgili sayfalardan okuyabilirsiniz.
Senih Özay büyük bir hukukçu… | |
O bir yazar | |
Sıra dışı bir entelektüel | |
Kuşların avukatı, balıkların avukatı… | |
Zorda kalanların, zayıfların, çevrenin, doğanın, kirletilen havanın, suyun, kesilen ağaçların avukatı | |
“İnsanlığın Ortak Orospusu Altın” ve “Anılarım… Ağzımı Hayır’a Açtığım Davalarım” isimli kitapların yazarı, aktivist, çevreci ve bir hukuk dehası Avukat Senih Özay ile geniş bir söyleşi gerçekleştirilmiştir. İzmir’de, Bornova sırtlarındaki Homeros Vadisinde gerçekleşen söyleşiyi Hukuk Ansiklopedisi okurlarına sunmaktan mutluluk duyuyoruz. Söyleşi, Hukuk Ansiklopedisi röportaj ekibi tarafından gerçekleştirilmiş, gün boyu süren sohbet esnasında Celal Akgünlü de hazır bulunmuştur. |
Senih Özay Röportajı 1: Avukat Olmasaydım Tır Şoförü Olmak İsterdim
Senih Özay Röportajı 2. Bölüm: Hukuk Kavramına Pirim Vermem, Adalet’e Belki…
Senih Özay Röportajı 3. Bölüm: Yılmadan Bıkmadan Hukuk Atraksiyonları Diyorum Ben!
İhtilattan Men Cezasının Anlamını Bilmeyen Hukukçular Var Bu Ülkede!
Musal: Avukatlık sınavı hakkında ne düşünüyorsunuz? Olmalı mı sizce? Hukuk fakülteleri nitelikli bir eğitim verse sınava ihtiyaç olur mu? Eğitim sorgulanmalı mı?
Özay: Avukatlık sınavı mı? Bu sınav sözcüğünün anlamını bilemiyorum, salakça bir sınav yapacaksan neden yapıyorsun, bir işe yaramaz, sınav değil önemli olan. Önemli olan, çok kıymetli avukat yaratacağım ben, avukatlık çok iyi olsun diyorsan eğer, avukat olabilmek için git iyi İngilizce bil de bari! Veya iyi bankacılık bil, de! Bir şey deyin! Bir şeyi çok bil de gel, deyin. Öyle kaliteli avukatlık istiyorum dersin, böylece avukatlığı yükseltirsin. Amerika’da, Avrupa’da filan avukatlık çok zor bir şey, başka türlü bir beklenti var, toplumun beklentisi var ki avukatlara önem veriyorlar. Bir meslek biliyor, üzerine hukuk okuyor, avukat oluyor.

Bir senatör vardı, Türkiye Parlamentosunda, Ahmet Tahtakılıç diye, sanırım Uşak senatorü idi… Bu adam anlattı, ben kulaklarımla duydum; benim kızım dedi, İsviçre’de doktora yapıyordu, bu vesileyle İsviçre’ye gittim dedi. Babam geldi diye kızımın arkadaşları, Üniversiteden hocalar falan bir kokteyl yaptılar dedi. Ben de gittim dedi. Babam Türkiye parlamentosunda senatördür diye, bir havayla beni tanıştırdı, dedi o insanlarla. Hiç kimse umursamadı, normal devam ettiler dedi, normal içmeye, yemeye… Allah Allah, Türkiye parlamentosundan senatör geliyor, kızın babası, ama umursanmıyor! Sonra, bir vesileyle bir başka kokteyl daha olmuş, o kokteyle de gitmişler baba-kız. Kız bu kere benim babam avukat demiş! Herkes ceketini iliklemiş! Kuyruğa girmişler, Ahmet Tahtakılıç’ın elini sıkmaya başlamışlar! Bu kızın babası diye, bu avukat diye! Adam diyordu ki, benim senatörlüğüm vızıltı geldi, diyordu. Avukatlığıma dikkat ettiler, avukatlığıma ceket iliklediler, avukat oluşuma sıraya girdiler, benim elimi sıktılar, demişti. Avukatlıkla ilgili oradaki prestij başka! Bence anlaşılıyor.
Aycan: Bu kültür nereden geliyor acaba? Bunun kaynağı neresi?
Özay: Onun kaynağı, avukat olmak toplumda çok fazla bir hak, hukuk, hürriyet, adalet taşıyıcılığı gibi kavramları temsil ediyor bence…
Aycan: Hak savunuculuğu mu acaba? Örneğin Amerikan toplumu hak ve özgürlükler üzerine kurulu toplum olduğu için avukatlar da hak savunuculuğu yaptığı için önemli hale geliyor olabilir mi?
Özay: Sadece oradan değil! Mesela Amerika’daki avukatlar, işin cılkını çıkaracak kadar ileri gidiyorlar. Mesela gazeteye ilan veriyorlar, her bir naneyi ben yaparım diye! Hakimi etkilerim gibi, katili beraat ettirebilirim gibi…
Aycan: Pornografik ilan bile veriyorlar.
Özay: Korkunç kötü, bütün hastanelerin kapısındalar, avukatlar reklam vermişler, bir kaza olursa kazanın davasını alacağım diye. Cankurtaran şoförleri avukatlarla ortak! Bizdeki hani cezaevindeki gardiyan etkileşimi gibi. Böyle manyaklıkları var, ama avukat halktan daha fazla şey biliyor, çok şey biliyor, halk bilmiyor o biliyor. Bu da önemli.

Musal: Bu cevaptan şunu mu anlamalıyız? Avukatlık sınavı gelsin mi yani?
Aycan: Bugün sorunlarımızın hiçbirisine net bir cevap alamadık, bunu kabul edelim.
Özay: Gelsin gelsin… Aynen böyle yazın! Hiçbir açık vermiyor diye yazın!
Aycan: Hukuk Ansiklopedisi okuyucularından özür dileyerek yayınlıyoruz, diyeceğiz.
Özay: İhtilattan men cezasının anlamını bilmeyen hukukçular var bu ülkede!
Hakimin reddi müessesesi Türkiye’de cılızdır.
Aycan: Türkiye’de bireyler, avukatlar ya da kurumsal yapılar toplumun genelini ilgilendiren hayati davalarla yeteri kadar ilgileniyorlar mı?
Özay: Türkiye’de müdahillik hukuku çok zayıf. Müdahillik hukuku Fransa’da o kadar gelişmiştir ki… Müdahillik hukukunu Türkiye’de en çok zorlayanlar bizleriz.
Aycan: Ceza Hukukunda mı, Özal Hukukta mı yoksa her ikisinde de mi?
Özay: Her yerde! Tabi ki ikisinde de! Mesela bir zenci kadına tecavüz olsa Fransa’da bütün dernekler, cinsel ayrımcılık, ırk ayrımcılığı dernekleri, kadın derneği gibi bütün dernekler davaya müdahil olurlar.
Aycan: Bizde bir Baro herhangi bir davada müdahil olduğu zaman seviniyoruz, kabul edildiği için seviniyoruz.
Özay: Bu müdahillik konusu benim açımdan çok önemli bir konu. Türkiye’de hakimin reddi, hele hele hakimlerin HSYK‘na şikayetlerinin artırılması, geliştirilmesi gerektiği konusu avukatlar tarafından özellikle yükseltilse! Hakimin reddi müessesesi 40 yılda bir denenir bizde maalesef. Hakimin reddi müessesesi Türkiye’de cılızdır.
Aycan: Denendiğinde de çoğunlukla kabul edilmez.
Özay: Evet… Rücu müessesesi ! Sabah aslında ben var ya, arşivden bazı evraklar versem sana, şok geçirirsin! Ben İnsan Hakları Mahkemesinden ihlal kararı ve iki trilyon lira gibi para aldım ya. Duydun değil mi biliyorsun! 2 trilyon lira parayı aldım ama doymadım ben! Ben bu 2 trilyon liranın Bakanlar Kurulu üyelerinden rücuan alınmasını istedim! Olmaz dediler! Dava açtım İdare Mahkemesinde. İdare Mahkemesi bu saçmadır dedi reddetti, Danıştay olabilir diye muhteşem bir gerekçe ile bozdu. Ama devlet nasıl savunmalar yapıyor biliyor musun İbrahim, doçentler, profesörler seviyesinde, akademisyenlerin hepsi devletin yanında, çok çalışıyorlar.
Aycan: Ama bu tarz olaylarda genelde şekilci hukuk geçerli, diyor ki devlet sorumludur, devletin ödediği tazminattan memuruna rücu edilemez deyip, kestirip atıyor.
Özay: Ama eskiden böyle değildi. Hakimler rica ettiler de yeni geldi. Ama bu öyle değil ki, İnsan Hakları Mahkemesi kararı diyor ki ben ihlal gördüm, tazminata karar verdim diyor.
Aycan: Konusu suç oluşturan, açık bir şekilde kanun ihlali olan, emir komuta zincirini tanımamış kişiler tarafından yapılmış eylemlerde belki memura rücu edilebilir, bunu dar anlamda yorumluyor bizim sistemimiz, siz genişletmeye çalışıyorsunuz.
Özay: Evet, Türkiye’de öyle… İşkence yapan için AİHM kararının tazminatında rücu olur deyip güya işte manalı şey bırakmışlar.
Çeşme’deki Çevre Faciası
Size Çeşme’deki gemi olayını da anlatayım?. 74 ton fuil oil bir gemi tarafından Çeşme civarında, gemi karaya oturduğu için denize döküldü, sızdı. Bir yıl olmadı daha, 2 genç hukukçu arkadaşımla beraber oraya gittik, orada tespit davası açtık, orada 30 yaşın altında olduğunu tahmin ettiğim bir kadın hakim vardı, Sulh Hukuk Hakimi idi, Asliye Hukuk Hakimi yok diye ona gittik, 3 tane profesör bulmamız lazım dendi, bulundu . İyi profesörler tabii, hadi gidelim dedik, götürdük bölgeye, bunlar dehşet bir rapor yazdılar, harika bir rapordu. Biz de kış aylarında 39.000 olan, yazın 1 milyonu geçen bir Çeşme’nin Belediye Başkanının, Belediye Meclis Üyelerinin hepsinin, turizm ölür, insanlar korkar buraya gelmezler artık diye korkuları büyüdü, onların korkuları arasında sıkıştık… Göz göre göre… Donduk…
Aycan: İnsanlar ve çevre zehirlenince turistler daha çok mu geleceklermiş Çeşme’ye?
Özay: Dedikodu çıkarsa insanlar gelmezmiş, dedikodu çıkmazsa gelirlermiş! Bu tarz olaylardan para kazanmayı ve parayı telaffuz etmeyi de sevmem ama… Burada bir para rakamı gördüm ve duydum onu telaffuz edeceğim; meğersem petrol taşımacılığında, böyle taşımacılıklarda dünyanın en büyük şirketleri var ya, dev şirketler, holdinglerin en büyükleri… Bunlar Londra’da böyle olaylar için bir fon kurmuşlar, böyle RWWCD fonu gibi… Kaç para verirlermiş biliyor musun? 1 milyar 150 milyon dolar!

Aycan: Kime?
Özay: Tabi ki biz istersek bize, biz yamansak, biz canavarsak, biz iyi avukatlarsak, iyi Çeşmelilersek, biz iyi balıkçılarsak, biz iyi belediye isek, biz, iyi meyhaneciler, iyi oteller isek! Biz zarar gördüysek! Biz korkmadan, ürkmeden, ayaklandıysak, halk olarak ayaklandıysak… Bunları bulmuştum. Çok hazırlandık idi.
Aycan: Böyle olaylar için sigorta mı yapmışlar, nasıl bir fonmuş bu?
Özay: Bu benim hayatımda Çeşmelilerin, halkının nereden geldiğini bilmiyorum, analizlerini yapmak isterdim, jeo genetik miydi o kavram? Mücadelecilik gibi, sakinlik gibi… Kürt mü bunlar, Çerkes mi, Arnavut mu bilmiyorum ama, çeşmelileri hiç beğenmediğimi gördüm orada! Hiç harekete geçen yok orada! Bir tane dava açan yok! Bir tane bile Londra’ya başvuran olmadı! Bir tane bile, benim ağlarım parçalandı, zarara uğradım diyen balıkçı çıkmadı!
Hukukta Müdahillik Kavramı
Aycan: Müdahillik hukukunun gelişmemesi ile birbirine paralel diğer konuya yeniden gelmek istiyorum, sivil itaatsizlik konusuna gelmek istiyorum, aklım orada kaldı, orayı biraz irdelemek gerekiyor. Sivil itaatsizliğin zayıf olması bir yandan da itiraz etme kültürünün zayıf olmasına bağlı, her şeyi itirazsız hemen kabul ediyoruz, hiç bir şeye itiraz etmiyoruz, yukarıdan geliyorsa evet, tamam, bitti. Üç beş insan itiraz ediyor, gerisi, toplumun çoğunluğu itirazsız bir şekilde kabul ediyor, onaylıyor. Çok çıkarına dokunmuyorsa ya da günübirlik menfaatlerini ihlal etmiyorsa… Sivil itaatsizlik konusunda da uyuyan bir toplum, uyuyan hücreler, bir türlü uyandıramıyorsunuz. İşte Çeşme! Buyurun!
Özay: Müdahillik de bunun hukuk alanındaki kolu!
Aycan: Müdahillik de bu uyuyan ve itiraz kültürü olmayan toplumun hukuk sistemindeki yansıması bana göre. Pasif bir şekilde duran, müdahale edebileceği yerlerde müdahale etmeyen toplumun yansıması. Müdahale genişletilebileceği gibi bizim hukukumuzda olduğu gibi şekilci bir yorumla doğrudan ilişki kurulabilecek durumlarda bile dar yorumlanabilir. Doğrudan bağlantı kurulabilen tazminat hukukunda, sigorta hukukunda ya da ceza hukukunda doğrudan bir bağın varsa o olayla, bir şekilde etkileneceksen, somut şekilde bağın varsa o zaman müdahaleye izin veriyor, toplumun da zaten bunun dışında müdahale talebi yok. Doğrudan bir zarar görecekse o zaman hukukta yansımasını görebiliyoruz. Toplumda belli bir duyarlılık olsaydı hukukta da bir karşılığı muhakkak olacaktı. İtiraz etme kültürümüz neden zayıf? Biraz önce bahsettiğimiz kutsal devlet mi? İtiraz etme güdülerimizi mi öldürmüşler? Bunun sebebi nedir acaba? Keyfine düşkünlük mü yoksa? Hedonistlik mi?
Özay: Benim kişisel görüşüm, şöyle… Yani bak, “sivil itaatsizlik, devrim yapmak, silahı topluma doğrultmak, gebe bir toplumu ebe gibi doğurtmak suretiyle sosyalist devlet inşa etmek isteyen bir devrimci teorinin geçerliliğinin kalmadığı ortada. Bunu gözlemliyorsak eğer; devrim yapamayacaksan eğer, sivil itaatsizlik yap, çok işe yarar. Faydalı olur, geliştirir bu eylemleri, kamuoyunu oluşturur, hukuku güçlendirir, müdahil olma yoğunluğunu artırır. HES’lere itirazları arttırır, Artvinliler dalgalanır, siyanürlü altın protestocuları artar, halk sağlığına düşman santrallere direnenler oluşur… Böylece olumlu ilerlemeler olur” denir, denmiştir, deniyordur, ben de böyle düşünüyorum ve diyorum. Thoro’lar, Ghandi’ler, teorilerini geliştirseler de, teorik bir yere oturtmuş da olsalar benim için daha basit bir açıklaması var!
Müdahillik Türkiye’de Pek Denenmiyor
Uludağ’daki sivil itaatsizlik konulu Kollokyum’daki, bilim kurullarındaki, Türk bilim adamlarının tarifi gibi, ‘’hukuka uygun, kanunlara aykırı eylemler‘’ deyip geçtim ama, mesela ben Türkiye’de bir devrimin koşullarını görmüyorum ya; öyleyse ben; akıllı biri olarak, silahlanın, ayaklanın, bu toplumu altüst edeceğiz, uygun koşullar var demeyeceğime, böyle bir şey denilemeyeceğine göre; onlara sivil itaatsizlik önerebiliyorum. Sivil itaatsizlikte başınız çok ağrımaz, az para ödersiniz, az cezaevine girersiniz, asmazlar seni, 10 sene 20 sene ceza vermezler sivil itaatsizlere! Hatta hiç bir şekilde cezaevine girmeme ihtimali yüksektir! Becerilebilir bu! Buna oportünizm denebilir mi bilmiyorum. Bu nedenlerle ben sivil itaatsizlik yanlısıyım, ama sivil itaatsizliğin de kökleri kötü olduğundan Türkiye’de; müdahil kavramının da olsa olsa; bir kasabada, avukatın birinin, gelip, “senin tarlanın bitişiğinde Ahmet abi var, o dava açmış bu kötücül şeye, sen de tarlanın öbür bitişiğindesin, git sen de dava aç” diyorsa, diyor… Yoksa onun dışında müdahil kavramı yok. Yok! Denenmemiş pek hukuk davalarında da!

Musal: Daha az riski bile almak için insanların öncelikle bundan bir menfaat sağlayan insanlarla kendi aralarında bir bağ kurabilmesi lazım bence. Sivil itaatsizlikte bulunmak yada müdahale talebinde bulunmak sonucunda alınacak nispeten az riskin sonucunda elde edilecek olanın buna değmesi beklenmez mi? Başkalarını düşünmekten öte kendi içerisinde bir iç yolculuk yaparak kendisi için de gerekli olduğunu düşünmüş olan insan belki bu adımı atabilir, ne dersiniz?
Özay: Evet ama, Kenan Evren olayında 650 bin tane adamı kadını gözaltına aldılar dedik ya; kim onlar o 650.000 kişi? O 650.000 kişinin, yahu 6.500 tanesi davaya geliverse ya müdahil olsa ya! Senin tarifin niye icra olmuyor?
Aycan: Tazminat da kazanabilirlerdi! Çıkarları da vardı üstelik. Ceza davasında mahkum ederlerse tazminat da kazanabilirlerdi.
Musal: Burada Timur ile Nasrettin Hoca hikayesi söz konusu sanırım; bakın bakın bunlar 2. bir fil istiyor demiş ya.
Özay: Timurun filleri gibi bu aynen.
Hak Ararken Korkmamak çok önemli!
Aycan: Bence orada korku devreye giriyor, evet bu 12 Eylül darbecileri yargılanıyor ama buradan bir numara çıkmaz sonra olan yine bize olur mu dediler acaba?
Özay: Kesinlikle korku çok önemli! Hukuk; validen korkmamak, makamdan korkmamak, polisten korkmamak üzerinden yürürse iyi gelişme sağlar! İyi gelişme olur, yurttaşlık olur, iyi sivil itaatsizlik olur, iyi müdahillik olur, iyi hak arayıcılık oluşur, olur! Korkmamak çok önemli!
Aycan: Korkmamanın yolu nedir? Kokmamanın yolu örgütlenmek mi? Bir araya gelmek mi? Yan yana durmak mı? Toplumcu düşünceye sahip olmakla mı ilgili, yoksa her birey bunu yapabilir mi?
Özay: Her ikisi de! Üçü de!
Aycan: Bir çıkarın olduğu için de yola çıkabilirsin, kaybedeceğin çok şey olduğu için de yola çıkabilirsin!
Özay: Tabii

İtiraz Kültürü Neden Zayıf?
Aycan: Şimdi Çeşme’yi kaybedeceksin, bugün gemi batar, zehirler orayı, yarın başka bir şey batar, Çeşme ölür biter; sen şimdi oportünist davranıp, “Ben Çeşme’de girmem Didim’de girerim denize canım” dersen yarın Didim de bitebilir. Toplumcu düşünceye sahip insanların bir araya gelerek bu duyarlığı yükseltememiş olmalarını ben anlayamıyorum, bir türlü kafama yerleştiremiyorum, çünkü büyük çıkar burada! Bugün köşedeki orman yanarsa, yarın başka bir yer yanarsa her taraf çorak olursa kapkara toprak kimin işine yarayabilir? İstanbul’a göre siz İzmirliler daha şanslısınız şimdilik, ama İzmir de büyük tehlike altında. Uçağa binip memleketin birçok bölgesine gittiğiniz zaman görürsünüz camdan aşağı baktığınızda, her taraf sapsarı toprak yahu! Muhtemeldir ki oralar eskiden İzmir gibi böyle yemyeşildi!
Evet eskiden örgütlü toplumlar yoktu, şimdi sivil toplum denilen bir şey var, dünya var, medya var, güçlü iletişim var, sosyal medya var, her şey var, insanların bir araya gelme olanakları çok daha fazla; üstelik risksiz bir araya gelmeler bunlar, yani hiçbir riski yok! Şuradaki ağaçları kesmeyin arkadaşlar diyeceksek bu haklı ve çok meşru bir şey, kimse seni gelip dövmez, öldürmez, en azından öldürmez! Çünkü bu herkesin kabul edebileceği ortak bir gayedir; bunda bile neden bir araya gelemiyor insanlar? Bunu bile neden talep etmiyorlar?
Kimi yerlerde ormanların ciğerini söküyorlar, göz göre göre, 3 kuruşluk mermeri çıkarmak için koskoca alanı yok ediyorlar; Kazdağlarını kaza kaza berbat ediyorlar. Büyük çıkarın, günübirlik olmayan büyük çıkarın, geleceğe kalması gereken büyük çıkarın korunması için; geleceğini daha parlak kılacak büyük çıkarın, çocuklarının geleceğinin, daha müreffeh yaşam verecek olan çıkarların, doğanın, tabiatın, en değerli varlıkların korunması yerine günü birlik menfaate neden odaklanılıyor? Rant elde etmek istiyorsan bile büyük çıkarı koruduğun zaman, toprağın daha değerli olacak, apartmanın daha değerli olacak yeşil olduğu zaman, ağaç olduğu zaman. Bunu neden insanlar idrak edemiyorlar? Buradaki problemin teşhisini nasıl yapıyorsunuz siz?
Özay: Şöyle bir yan var bence; ülkelerin öyle vatandaşları var ki, biraz daha yaşayabilir, açlığa dayanabilir, ekmeği azalsa bile olsun ben yarım ekmekle idare ederim diyebilir, ayakkabı 3 tane olmazsa tek ayakkabı giyebilirim diyebilir, bu halk bunu diyebilir, daha azına razı olabilir, fakirliği bir yere kadar kabullenebilir, az parayla da yaşayabilir, maaşının yarısını Amerikan Doları biçse bile kabullenebilir, bütün bunlara evet diyebilir! Şimdi bu katsayı gidebildiği yere kadar gider bence… Ama sonra bir yerde bir şey kopacak, sivil itaatsizlik ve itiraz etme oradan başlayacak kanaatimce! Ama bu katsayı artana kadar sivil itaatsizliği de müdahilliği de beceremiyoruz. Nasıl yaparız da değişimi sağlarız düşüncesinin zayıflığının nedeni çok fazla parametreye bağlı! Ama bu olur, olacak!
Aycan: Elbette ki toplumun doğal dönüşümünde çeşitli siyasal dönüşümler gerçekleşebilir, ama ben bunu sormuyorum.
Özay : İbrahimmm, 2 jandarma alıyor koca köyü dedik. Gelirleri yarıya düşse de dayanırlarmış dedik… Kültürel zayıflık da fena değilmiş dedik yahu…
Manisalı üzümcüleri seviyoruz
Musal: İnsanların neden böyle olduğunu sorgulamak… Evet, insanlar çeşitli coğrafi koşullar altında yaşıyor, belirli öğrenmişlikleri var, küçük bir adım atarken bile bazı insanlarla tanışıyoruz, bazı şeyleri öğreniyoruz, sonraki adımımızı bu öğrendiğimiz, o attığınız adıma göre belirliyoruz, hayat öyle değişimlerle gelişiyor, devam ediyor. Birçok insan bu şekilde yetişmiş, bu şekilde yetişmiş olan insanların ne kadarını anlayabiliriz, nasıl değiştirebiliriz, neler yapılabilir veya doğru olan hangisidir, birlik içerisinde bir şeyi kabul edip yaşamak bir mutluluk getirir veya doğru tektir noktasında mı hareket ederiz, bunlar da tartışmalı şeyler. Nihayetinde, kendimizin dışında veya yaşamın dışında bakabileceğimiz şeyler herhalde sizin söylediğiniz gibi, doğa! Bu bizim asıl çevreleyenimiz, bizim sorumlu olduğumuz, bizim yok etmememiz gereken şey doğa; bunun üzerinden bir birleşim şeklinde belki bir hareketle bir düşünce akımı oluşabilir diye anlıyorum.

Özay: Ama İbrahim’in aradığı şey şu; nasıl yenilerek, yanılarak bir zaman gelir de ve emperyalizm, bir kötüler topluluğu, hangi yol açıcı hareketi yaparlar da; buradaki halk, vatandaş, “yeter artık” der de büyük etkili bir itiraz olur?
Önümüzdeki 3-5 yıl daha aynı şekilde kendi öz varlıklarını tüketen bu toplum mecbur kalmayacak mı geri kalan varlıklarını da satmaya, madenlerini hoyratça çıkarmaya, dağını delmeye, mallarını ucuza vermeye, mecbur değil mi? Mecbur!
Bu Amerikalı, Fransız, İngiliz firmalarla, ortaklıklarla beraber bu kadar kötücül ekonomik manevralar sırasında Artvinlinin, Manisalının ya da başka birinin bir yerleri acımayacak mı? Acıyacak! Bekleyeceğiz… Manisalı üzümcüleri seviyoruz…
Evrensel Gelişmelerle Uyumlu Bütüncül Bakış Açısı Gerekiyor
Aycan: Siz ekonomik darboğazdan bahsediyorsunuz, OECD ortalamalarına göre zaten en az sosyal yardım dağıtan ülkeyiz, ayrıca yine OECD raporlarına göre ekonomik darboğazlarda ilk kesilen paralar sosyal yardımlar oluyormuş. Dünyada gerçekler böyle.
Özay: Bu konuda uzmanların çalışması lazım, sosyologların, farklı çevresel durumların analiz edilmesi lazım, dediğiniz gibi evrensel gelişmeler de bunlardan ayrı değil, bütüncül bir şekilde bakış açısı gerekir diye düşünüyorum.
Aycan: Senih abi, siz bana siyasal yorum yaptınız, benim sorduğum insana dayalı, toplumsal soruya zekice bir siyasal yanıt verdiniz. Benim aradığım şey siyasal yanıt değil, çünkü siyasal yanıt sorunu çözmüyor. Şu anda bulunduğumuz Homeros’a gelirken siz de görüyorsunuz, çirkin bir yapılaşma var, iğrenç değil mi? İzmir’e doğru, aşağıya doğru baktığın zaman… İstanbul’a geldiğin zaman rezalet ötesi! 20 yıl önceki İstanbul’a bir bak; her taraf orman, Ümraniye orman, Sultanbeyli orman, bildiğimiz kocaman orman her taraf, çalılık değil! Gecekondu yapmak yasak, orman kesmek yasak!
Siyasal yanıt yeterli olsaydı, devletin yasasına göre yasak olan şey yapılamazdı. Üstelik devletin otoritesinin en yüksek olduğu dönemlerde yapıldı bunlar. Koskoca ormanların yok edilip üzerine ruhsatsız, kalitesiz, şehir plansız binaların, gecekonduların dikilmesinden sadece tırnak içinde “kötü” dediğimiz insanlar mı sorumlu? Şimdi benim demek istediğim şey şu; toplumun yüzde 20’si “olmaz, hayır” dese… Bu ormanları kesip gecekonduları buraya yığamazsın demiş mi? Dememiş! Devlet de dememiş, toplumun belli bir azınlığı da dememiş yüksek sesle.
Özay: Benim oranım % 2! Ben ona razıyım! Sen 20 diyorsun ha ha ha…
Aycan: Benim gönlümden geçen aslında 82 darbe Anayasasına hayır diyebilen % 8 idi. Yüzde 8 olsa bile bu kadar kötülük olmaz. Yüzde 8 dese ki Çeşme’nin doğa yapısını bozamazsınız, yapamazlar. Yüzde sekiz belediye başkanını da, herkesi de harekete geçirebilir. Kötü bir şeyi engellemenin toplumda yüzde 10-20 gibi kemik bir kitlesi olsa ve her türlü ilkesizliğe, hukuksuzluğa karşı çıksa problemlerin birçoğu çözülür ve caydırıcı da olur, bunu neden sağlayamıyoruz, benim merak ettiğim şey bu!
Yılmadan Bıkmadan Hukuk Atraksiyonları Diyorum Ben!
Özay: Örgütlenme demiştin galiba değil mi? Benim 2’im, senin 20’n var; ikisini de baz alabiliriz; örgüt arayalım, örgütlenmiş yapıları tarayalım, kötülüğe karşı çıkacak bir örgüt, kol kola girebileceğin bir örgüt; kimler onlar, hangi örgütler? Partiler mi? Sendikalar mı? Odalar mı? Barolar mı? Dernekler mi? Vakıflar mı? Ki ise onlar, sen bana iri yarı örgütleri sırala, benim yüzde 2’m de senin 20’n de rezil oluruz! O örgüt zincirini oluşturamadığından… Ama yine de umut vardır… Burada, İzmir’e sahip çık diye bir örgüt var, bende oranın aktif bir üyesiyim, İzmir’de 39 tane örgüt var bu oluşumda, İzmir İstanbullaşmasın diye çalışıyor; yahu bu 39 örgütün içinde bütün iri yarı meslek örgütlerinin, sendikaların, derneklerin isimleri, örgüt şeflerinin hepsi var…
Yahu toplantılara hiçbirisi gelmiyor yahuuu! Hiç birisi gelmiyor! E şimdi senin hayalin neydi, 20 var olur galiba idi..! Benim 2 geliyor, üyelerine sesleniyorlar, haydi gelin diyorlar, gelin şunu engelleyelim diyorlar yüzde 20’ye, Ben dahası diyorum ki yahu 20 olmasa bile bari şu 2 gelse diyorum; benim 2’m de gelmiyorlar! Onun için yılmadan korkmadan müdahillik, yılmadan korkmadan sivil itaatsizlik, yılmadan bıkmadan hukuk atraksiyonları diyorum ben!
Global Monsanto şirketinin zehirli olduğu tescillenen ürünlerinin yasaklanması için İdare Mahkemesi’ne giden Bergamalı çiftçiler Hamza Kural ve Tahsin Sezer’in avukatı Senih Özay, aralarında Monsanto ile onu satın alan Bayer şirketlerinin başkan ve CEO’ları ile bu zehirli ürünlerinin satılmasına göz yuman dünya genelindeki 194 ülke yöneticilerinin “insanlığa karşı suç” işlediğini ileri sürerek Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvurdu.
Ömer Kavili’nin Yaptığını Birçok Avukatın Denemesi Lazım
Musal: Sivil İtaatsizlik ve Başkaldırı kitabında diyordu ki; “Azınlık tüm ağırlığını ortaya koyarak tıkanma meydana getirdiğinde buna karşı koyulamaz, çoğunluğa uyan azınlık azınlık bile değildir.” Aslında sizin söylediğinizi ona bağlıyorum. Size şunu sormak istiyorum; sizin genelde tarzınız, duruşmalarda veya yazdığınız dilekçelerde manifesto yayınlamak gibi bir tarzınız var, veya bir eğitim vermek gibi, benim izlenimim o, bu ister istemez yaptığınız bir şey mi, yoksa bilerek, düşünerek yaptığınız bir şey mi? Bunu bir amaç edinerek mi, hukukun böyle olması gerektiğini, en azından mahkeme salonundakilere anlatmak istiyorum şeklinde mi, yoksa birçok şeyin birleşimi mi?

Özay: Ömer Kavili’nin yaptığını da benim yaptığımı da, bu gibi birçok avukatın denemesi halinde baroların tıkanacağını, baroların hareketleneceğini düşünüyorum. Avukatların vayy beee diyerek azıcık belki kıskanacağını düşünüyorum. Ne bu şovculuk belki denceğini… Bu, etkileye etkileye, böyle bir kelebek etkisi gibi çok hoş avukatlar, çok hoş gelişmeler yaratır bence… Yoksa aksi halde… Durum kötü… Kavili, ayağa kalkmıyor, mahkemeye direniyor, oturarak konuşuyor, bir süre sonra vücut dilim istiyor diyerek ayakta konuşuyor, hakimlerle sert usul tartışıyor. Yargılanıp duruyor. Tamam fazla bireysel takılıyor. Bu iyi değil. Ama hoş görmek mümkün. Başka pek avukatlar da olmalı… Kavili öldü diyelim ki… Hareket durmamalı… Ya da bir sürü Avukat olması lazım diye düşünüyorum. Ama ben bunları bilinçli olarak yapmıyorum, benimki bir film yapıyorum gibi.
Musal: Yani elinizden başka türlü gelmiyor, kendinizi ifade etme biçiminiz böyle.
Aycan: Bir nevi kendiniz için yapıyorsunuz, doğru mu?
Özay: Aynen
Gürültülü Gömerlerse Ben Sevinirim Yattığım Yerden!
Musal: Peki, hayatın bu kadar geçici olduğunu düşünürsek, bu kadar geçici olan bir şey ne kadar ciddiye alınır diye düşünsek; sizin, ne olursa olsun ciddiye alınması gereken şeyler bunlardır dediğiniz şeyler nelerdir? Geriye bırakılması gereken bir manifestom budur dediğiniz neler var?
Özay: Ben öldüğüm zaman sessiz gömülmekten hoşlanmam; gürültülü gömerlerse ben sevinirim yattığım yerden! Bu bir gösterge; fark edilmek isterim. Gazetecilerle, televizyonlarla falan benim çok fazla ilişkim, hukukum vardı bir ara; o zaman kendi kendime düşünürdüm, benim burada doyuma ulaşan bir duygum mu vardı, egomu mu tatmin ediyorum, diye sönümlenme dönemimde Psikiyatra bile gittim. Kabzımal psikolojisi diye psikiyatride bir kavram varmış. Kabzımal nedir biliyor musun? Hallerde toplu meyve sebze satanlar… Psikolojide, yani bıraksan bile, satmasan bile, meyveyi satmıyorsun sebze var mı diye gelirlermiş, yada portakal satmıyorum dersen bile limon satabilirmişsin.

Sonra şeker hastalığımla ilgili bir şeker doktoru ile tanıştırıldım, baştabip Profesör, arkadaşım, beni şeker doçentine götürdü, yolda giderken dedi ki bu biraz sağ eğilimli gibi, sen rahatsız olma dedi. Profesör solcu, ben solcu, o değil gibiyiz. Ama adam da iyi bir doktormuş, girdik odasına, ayaktaydık. Bana dedi ki, “Üşür müsünüz çok” dedi. “Evet üşürüm” dedim. “Sizin ayakkabı numaranız büyüdü mü” dedi, evet “41 idi 42” oldu dedim. “Peki, bu parmağınızdaki evlilik yüzüğü sıkıştı da kuyumcular makasla kestiler mi” dedi. “Evet” dedim. “Sizin beyninizde bir ur var” dedi. “Ama tam nedir, yerini yurdunu bilmiyorum” dedi. Benim o sıralarda artık hayattan zevk alma duygum azalmıştı.
O ur için başka bir profesör vardı, beyin cerrahı; o beyin cerrahı beynimin ortasındaki o uru ne yapacaksa yapacak dediler. O da beni çok seviyordu, yakışıklı bir beyin cerrahı idi! Şımarıklıkla, kafamı keseceğini düşündüğüm için ona bir mektup yazdım, tıp dosyalarımın en üstüne koydum, “dünyanın en yakışıklı beyin cerrahına diye” başlıkla, şöyle yazdım; “Bu benim beynimdeki operasyon için hayatının en özel operasyonunu yapacağına inanıyorum, ben buna değerim‘’, nokta! Ukalalığımı görüyor musun, ukalalık değildi belki aslında bana göre. Ben kafamı keserek alacağını sanıyordum uru, biraz korktum herhalde… Fakat o benim burnumdan girdi, soğan cücüğü gibi tarif edilen bezelye büyüklüğündeki uru aldı çıktı. O cücük gidince ben hayattan zevk almaya başladım.
Sonradan bir konferans vardı, bir profesör konuşuyordu şeker hastalığı üzerine, gittim dinledim, profesör demesin mi dünyada şeker hastalığının % 98’i pankreas kökenli olup, % 2’si ise beynin ortasında hipotalamusun yanında büyüyen epifiz bezinin cücük yapması halinde oluşur… meğer benim şeker hastalığım oradan kaynaklıymış, benim pankreasımda birşey yokmuş sağlammış. O da nedenmiş, cücük bölgem hormonların patronuymuş, bütün hormonları o yönetiyormuş, Hormonlarımı yönetmeye başlayınca hayattan zevk almaya başlamışım. Sonuç olarak o sağcı şeker doktoru buldu o uru, yakışıklı beyin cerrahı çıkardı.