Sivas’taki Madımak / İbrahim Fikri Talman
Şu Sivas’ın elinde sazım çalınmaz,
Güllerim yandı, yüreğim dayanmaz.
Madımak, doğal ortamlarda kendi kendine yetişen otsu bir bitkidir. Kaynaklara göre, antioksidan özelliği olup kan şekerini dengeleyici bir etkisi de varmış. Çayı yapılıp içildiğinde, mide ve bağırsakları rahatlatıcı özelliği olduğu gibi, uyku yapıcı bir yönü de bulunuyormuş. Bitkisi her yıl Nisan-Haziran ayları arasında olgunlaşır ve toplanırmış. Madımağın yemeği yapıldığı gibi, yumurtalı, pastırmalı ve yoğurtlu çeşitleri lezzetli olurmuş. Ayrıca gözleme ve böreklerde de kullanması önerilirmiş. Kısacası, doğanın insana bir lütfu olan bu madımak oldukça yararlı ve lezzetli bir bitki imiş. Sivas’taki Madımak ise, bir otel olup maalesef hayırla anılır tarafı yoktur. Otelde yaşananlar itibariyle otelin geçmişini, sahiplerinin kimliğini araştırma gereği duymadım. Çünkü bunun bir önemi olduğunu sanmıyorum.
Bir dostum Madımak Oteli Katliamı ile ilgili bir şeyler yazmamı istediğinde, ilk aklıma gelen üstte yazdığım dizeler oldu. Bunun nedeni, tamamen kendim ile ilgili.
O uğursuz olayın meydana geldiği gün İstanbul’da televizyon karşısında, biraz da inanmayarak görüntüleri seyrettim ve dehşete kapılma hissini engelleyemedim. Pek çok insanın da böyle hissettiğini biliyorum. Kara yobaz sürüsünün çirkin ve açıkça katliama dönük davranışlarının dehşet hissini yaratması kaçınılmazdı kuşkusuz. Fakat, tüm bunların ötesinde, farklı boyutları bulunan bir toplumsal olay olduğu gerçeğini görüp ihmal etmemek gerekiyor.
Tabii ki, toplumsal olayların daima farklı ve birden fazla boyutu olduğunu, olması gerektiğini biliyoruz, fakat böylesine kin ve öfke ile dolu (doldurulmuş) bir kalabalığın başka insanları topluca katletme isteği taşımasını nasıl açıklamalı? Bu kişilerde insan olma kavramı tümüyle yok olmuş muydu, karşılarındakilerin şu ya da bu olmalarından önce insan olduklarını hatırlamaları olası değil miydi? Ellerinde benzin bidonu taşıyarak otele doğru yürümelerini normal karşılamak mümkün olabilir mi?
Bu toplulukta linç kültürü nasıl böylesine güçlenmiş ve etkinleşmişti? Yapacakları ve yaptıklarının ağır bir suç olacağını neden düşünmediler, cezalandırılacakları endişesini neden taşımıyorlardı, yoksa bu konuda bir güvenceleri mi vardı?
Bu eylem için ne zaman hazırlandılar, nasıl haberleştiler, onları caydıracak herhangi bir etki oluşmadı mı? Devletin güvenlik ve istihbarat birimlerinin, önceden planlandığı çok açık hazırlıklardan haberi olmadı mı, ya da oldu ise, neden ilgili ve yetkililer uyarılmadı? Sorular, sorular ve belki daha niceleri de olabilir.
Olayın ayrıntıları, suç sanıklarının kimlikleri, firarda olan sanıklar, soruşturma ve yargılamanın hangi düzeyde sağlıklı yürütüldüğü, mahkumiyet ve beraat kararlarının hukuka uygunluğu, o tarihte görevli olan Vali, Emniyet Müdürü ve İl Jandarma Alay Komutanı başta olmak üzere yetkili konumdaki kişilerin sorumluluğu hep tartışılır olgular olarak kaldı.
Böyle vahim bir olayın arka planı tam olarak aydınlatılmadığı için (ki, bunun sorumluluğu elbette devlete aittir) bunca yıl sonra da konuşulmaya, tartışılmaya ve eleştirilmeye devam edilmesi kaçınılmazdır. Ben, kişisel olarak, burada bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışacağım. Pek çok kez yazılıp tartışıldığı için genel olarak değinmekle beraber soruşturma ve yargılamanın ayrıntılarına veya örneğin zamanaşımı sorununa girmeyeceğim. Amacım, bu türden bir olayın ülkede bir daha yaşanmaması adına bilgi ve düşüncelerimi, yorum ve gözlemlerimi, bir dönem Sivas’ta yaşamış, çalışmış biri olarak, aktarmakla sınırlı olacak.
Madımak katliamından yaklaşık 5 yıl sonra Sivas Adliyesine Yargıç olarak atandım ve tam olarak 2 yıl görev yaptıktan sonra İstanbul’a tayin edildim. Kuşkusuz bu süre, Sivas’ın tüm gerçeğini öğrenmek veya ekonomik, sosyal ve siyasal yapıyı tanımak için yeterli değilse de, olabildiğince ve mesleğin elverdiği ölçüde yerli halkla ilişki kurdum, yerel yetkililer, kamu görevlileri ve sade vatandaşlar ile temasta bulundum. O dönemde, Madımak sonrasında ilden ciddi oranda Alevi nüfus başka yerlere göç etmiş olduğundan, ilçelerden ve köylerden il merkezine göç edip yerleşen önemli bir nüfus olduğunu da öğrendim. Sivas’ın muhafazakar yapısı hemen her şekilde görünüyor ve kendini hissettiriyordu. Sokaklarda daha çok çarşaf giymiş kadınlar, hatta 3-4 yaşlarında çocuklar ile yine türbanlı kadınlar ve takkeli-sakallı erkeklerin varlığı dikkat çekiyordu. İçkili lokanta olmadığı gibi, sadece bir otelin lokantasında içki veriliyordu. Kamu görevlisi olan eşim, işe gidiş gelişlerinde erkeklerin bakışlarından rahatsızlık duyuyor, hatta normal memur kıyafeti giymesine rağmen, sarkıntılık niteliğinde sözlere muhatap oluyordu. Tutucu bir yapı her şekilde kendisini hissettiriyordu. İl merkezinde en çok oy alan parti AKP olduğu gibi ikinci sırada BBP (Sivaslı olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun etkisi) sonrasında o dönemin RP gelmekte idi. CHP ancak 4.parti konumunda idi. Sivas merkez ve kimi ilçelerinde alevi kökenli yurttaşlar olmakla beraber çoğunluk sünni inancına sahip kişilerden oluşuyordu. Yöre insanlarında din duygusu hayli ön planda olup Hizbullah dahil kimi tarikat ve cemaatlerin etkin bir konumda oldukları da bir gerçekti. Bu kesimlerin müslümanlık söz konusu olduğunda çok derin hassasiyetlere sahip oldukları bilindiği gibi, gerektiğinde en sert tepkileri gösteren bir yapıda olduklarını tahmin etmek de zor değildi.
Toplumsal/dinsel yapının böyle olduğu bir ortamda, insanların bu türden hassasiyetleri kolayca tahrik edilebileceği gibi, planlı bir tahrik eylemine kalkışmanın da hiç zor olmayacağı gerçeğini gözetmek gerekiyordu.. Ağırlıklı olarak alevi kökenli yurttaşların sahiplendiği, değerli halk ozanı Pir Sultan Abdal adına düzenlenen şenlikler fanatik dinci kesimlerin beklediği tahrik fırsatını yarattı. Olaylar öncesinde Sivas’ta ve bazı ilçelerde yayınlanan yerel gazetelerde haber ve yorumlarla bu kesime hitap edilerek olayın planlaması yapıldı. Bu aşamada, yerel yetkililer ve Ankara’daki resmi çevrelerden hiç bir uyarı işareti alınmadı. Oysa, en azından MİT’e bilgi ulaşmış olması gerekirdi, zira Sivas merkezde MİT’in yerel birimi bulunmaktaydı. Ancak, örgütlü (ve olasılıkla birkaç fanatik dinci kuruluşun işbirliği ile) düzenlenmiş eylem için düğmeye basıldığı, olayların başlaması ile anlaşıldı.
Yerel yetkililer önlem almakta oldukça gecikmişlerdi. Şenlikleri düzenleyen kişi ve kuruluşların dinsel/siyasal yapıları itibariyle, devletin güvenlik birimlerinde sık rastlanan “aldırmama, görmezden gelme, yeterli önlem almama” tavrı uygulamaya konmuş olmalıydı. Başlangıç aşamasında, insanların toplanması, yürüyüşe geçmesi, kendilerini ve hedeflerini açıkça belli etmiş olmalarına ve sloganlarının vahametine rağmen, sınırlı ve yetersiz olduğu kolayca anlaşılan, nitelik ve nicelik olarak önleme niteliği olmayan önlemlerin yetersiz kalacağı ve olayların büyüyeceği kesindi ve öyle de oldu.
Hedeftekilerin Madımak Oteline sığınmaları olayın son aşamasının başlangıcını oluşturdu. Sonrası biliniyor ve herkesin içini yakan çirkin olay, önlemsizlik ve hatta belki de “layıktırlar, boş verin” tarzı bir resmi yaklaşım ile katliama kadar ulaştı. Osmanlı’dan bu yana tarihimizde zaman zaman rastlanan linç kültürü, kayıtlarına yeni bir olay daha ekledi.
Sivas Katliamı önlenebilir miydi? Evet hiç kuşkusuz önlenebilirdi. Ama, zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in, “otelin önündeki vatandaşlarımız bir zarar görmemiştir.” şeklindeki veciz ve anlamlı (!) sözleri bir yana, Sivas’ın idari, adli ve güvenlik bürokrasisinin olaylara yaklaşım şekli bile, “ne yapalım, olursa olsun” anlayışını yansıtıyor. Kurbanların bir kısmının aydın kesimden, sol-demokrat eğilimli kişiler, diğer bir kısmının alevi kökenli yurttaşlar olması, hem saldırganların hem de resmi görevlilerin tavrında belirleyici bir rol oynamış olmalı. Tabii bir de, Aziz Nesin faktörünü hatırlamak gerek. Çünkü, Nesin, o dönemde “büyük bir günah” işlemiş ve Hintli yazar Salman Rushdie’nin “Şeytan Ayetleri” adlı kitabını çevirmiş ve yayınlama cüretini göstermişti. Fanatik dinciler için, kitabı okumamış ve içeriğini bilmiyor olsalar da, şeytanın sözlerini aktaran bir kitap yayınlamak en büyük günahlardan biri olarak tartışmasız kabul edilmişti. Böylece, sessiz sedasız ama göz önünde örgütlendiler, hazırlık yaptılar, benzin bidonlarını temin ettiler ve otele yürüdüler.
Toplumsal olaylarda kitle psikolojisi ile ilgili davranış biçimlerini inceleyen pek çok bilimsel yayın vardır ve “sürü psikolojisi” ile hareket eden toplulukların, kolaylıkla tehlikeli tavır alma ve eylem gerçekleştirme kapasitesine sahip olduğu açıklanır. Fanatik dinci, aşırı milliyetçi eğilimler taşıyan bu tür toplulukların, insani duygular ile, akıl ve mantığın gereklerini rahatlıkla aşabildiklerini ve anlık tepkiler ile saldırgan davranışlar göstererek öldürme ve yaralama dahil her türden şiddet eylemini gerçekleştirdiklerini uzmanlar belirtmektedir.
Ülkemiz geçmişinde bu tür şiddet eylemleri içeren, katliam boyutuna varan pek çok olay yaşanmıştır. Hatırlamak istemesek de, Osmanlı’nın son döneminde kimi azınlık gruplara karşı katliam niteliğindeki olaylar (örneğin 1909 Adana olayları) bir yana, Cumhuriyet Devrimleri sonrasındaki, bazı isyanların arkasından gelişen kanlı olaylar (örneğin Dersim olayları), daha yakın geçmişimizde yaşanan Çorum, Sivas ve özellikle büyük bir vahşetin yaşandığı Kahramanmaraş olaylarını saymak mümkündür.
Kahramanmaraş’ta, 1978 yılı Aralık ayında yaşanan olaylarda saldırganlar o kadar tahrik edilmiş ve insani duygulardan uzaklaşmışlardı ki, 5-6 yaş düzeyindeki çocukları, 1 aylık bebeği ve hamile kadınları satır ve balta ile öldürecek kadar kendilerinden geçmişlerdi. Sivas’ta yaşanan vahşetin bu olaydan pek farkı yoktur. İki günlük bir folklorik festival yapılmasının böylesi gelişmelere yol açabileceğini yerel yetkililer ve Ankara bürokrasisinin öngörmesi bu kadar zor muydu?
Kitle psikolojisini bilen ve anlayan hiç bir idareci yok muydu? Sonuca bakılırsa, herhalde öyle! Bu nedenle, saldırgan kitle, hiçbir kaygı ve korku duymadan benzin bidonlarını taşıyarak otele gidip binayı ateşe verebildi. Ayrıca, yaptıklarının doğru ve meşru olduğunu, hatta yerel yetkililerin kendilerini haklı göreceği şeklinde bir inanca sahip olduklarını, bu yüzden bir cezalandırma kaygısı da yaşamadıklarını söylemek olasıdır. Linç eğilimini en yoğun şekilde yaşayan bu güruh, eylem sonrasını da dert etmeyerek bu konuda haklı olduğunu gösterdi. Zira, çeşitli kaynaklarda yaklaşık 15 bin kişinin katıldığı söylenen eylemlerden dolayı, eldeki bilgiler ve görüntü kayıtlarına rağmen sadece 200 kadar suç sanığı hakkında soruşturma ve dava söz konusu oldu. Böylece, saldırgan kitlenin büyük bölümü “cezasızlık” ayrıcalığını yaşamış oldu. Soruşturma ve yargılama ile görevli yargı bürokrasisinin benzer olaylardaki isteksiz, yetersiz ve hukukun gereklerinden uzak tavrında, yargılama döneminin siyasi iktidarı ve onun temsil ettiği anlayış ile ters düşmeme kaygısı önemli yer tutuyordu. Dolayısıyla, mağdur avukatlarının takdire değer çabalarına rağmen, korunan, kollanan kimi sanıklar (yıllarca kolayca bulunabileceği Sivas’ta saklanan Cafer Erçakmak örneğinde olduğu gibi) ve yargılama makamlarının ve iktidar doğrultusunda düşünen ve davranan sorumluların özensizliği ile kurtulan sanıklar bu çirkin eylemin hesabını vermediler. Devam eden davanın zamanaşımı ile sonuçlanması da kuvvetli olasılık. Bu suretle dava toplumun değilse de devletin zihninde yok olup gidecek. 15 Temmuz 2016’daki Fetullahçı Darbe Girişimi, fanatik dinci çevrelerin son katliamına sahne oldu. Arka planı ve ayrıntıları siyasi iktidar tarafından özenle saklanan bu olayda 250 kişi öldürüldü. Sonrasında çok sayıda soruşturma ve dava açıldı, ancak nedense bunlar da bir bütünlük içinde değil, farklı ve münferit davalar olarak sürdürüldü. Önemli bir kısmı sonuçlandı ve kalan daha az kısmı devam ediyor. Aslında birbiri ile sıkı irtibatlı bulunan davalar ayrı ayrı yürütüldü ve kimi kuşkulu kararlara yol açıldı. Ceza alması gerekirken beraat eden çok sayıda sanık olduğu gibi, beraat etmesi gerekirken ceza alan sanıklar da oldu. Özellikle iktidar çevrelerine yakın olan kimi sanıkların korunup kollandığı ve suçlamalardan kurtulduğu yolunda ciddi kuşkular oluştu. İktidar çevreleri suskunluğu sürdürmeyi kendi çıkarları açısından daha uygun buldu. Olan yine boşu boşuna yaşamlarını yitirenlere ve onların aile yakınlarına oldu.
Osmanlı’nın son döneminde ve özellikle Sultan 2.Abdülhamit’in saltanatı boyunca “İslamcı, ümmetçi” bir siyaset egemen kılınarak, içeride ve dışarıda bu doğrultuda politika oluşturuldu ise de, imparatorluğun özellikle ekonomik olarak düşürüldüğü durum itibariyle kaçınılmaz çöküş gerçekleşti. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde İslamcılık, uygulanan siyasi, eğitsel ve kültürel reformlar ile geriletilmiş olmakla birlikte, çoğunlukla sosyo-ekonomik olarak geri kalmış yörelerimizde yaşamaya devam etmiş, Mustafa Kemal Atatürk sonrasında verilen ödünler ile beraber ve özellikle 1950 itibariyle iktidar olan Demokrat Parti iktidarı boyunca kendisine yeni mevziler edinmiştir. 1960 ihtilali sonrasında duraklama içinde olsa da, 12 Mart 1971 ve özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile yeniden canlanıp gelişme sağlamıştır. 1980 darbesi sonrasında, yönetimdeki askeri cuntanın yapısı ve tercihi ile, “Türk İslam Sentezi” resmi ideoloji halini almış ve halen bu etkinliğini sürdürmektedir. Bu ideolojinin kurucuları, komünizme karşı olma tavrı ile ortaya çıkmışlar ise, ABD tarafından da desteklenen bu yaklaşım devlet içinde neredeyse her makamda egemen olmuş ve yargı bürokrasisi de buna dahil olmuştur.
Bu ülkede yaklaşık 42 yıl yargı bürokrasisi içinde yer almış biri olarak açıkça belirtebilirim ki, yargı içinde yükselmek, daha üst düzey makamlara atanmak için bu ideolojiyi benimsemiş olmak, adeta zorunlu bir koşuldur. Yargıç olarak çalıştığım süre boyunca, mesleki, kişisel ve kültürel olarak yetersizliklerine tanık olduğum çok sayıda yargıç ve savcının, salt milliyetçi-mukaddesatçı olmaları veya öyle görünmeleri nedeniyle kritik üst makamlara atandıklarını çok kez gözlemledim. Bu alışkanlık(!), mevcut iktidarın niteliği dikkate alındığında, daha yoğun biçimde sürüp gitmektedir. Bu da, soruşturma ve yargılama makamlarında görev alanların, iktidarın istekleri doğrultusunda karar vermeleri, iktidarı rahatsız edecek tavır ve uygulamalardan uzak durmaları eğilimlerini oldukça güçlendirmiştir.
Sivas davası gibi, adaletsizliğin en üst düzeyde gerçekleştiği Kahramanmaraş Davası da bu yaklaşımların yaşandığı başka bir örnektir. Toplumsal belleğimizde yer eden ya da edecek olan bu tür davaların son bulmasını diliyorum.
Hukukçuların sorumluluk duyguları ile toplumsal bilinçlerini geliştirmeleri, siyasi etki ve yaklaşımlardan etkilenmemeleri görevlerinin gereğidir.
Sivas türü olayların sona ereceği, yaşanmayacağı ve devletin herkesin devleti olacağı günleri görebilmek dileğiyle, Sivas Madımak katliamındaki kayıpları saygı ile anıyorum.
E. Yargıç İbrahim Fikri Talman Hakkında
Talman, 1956 yılında Balıkesir’in Ayvalık ilçesinde doğdu. İstanbul Şişli Lisesini bitirdi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandı. Fakülteden mezun olduktan sonra avukatlık stajını tamamladı. 1981 yılında Hakim Adayı olarak yargıçlık mesleğine başladı. Sırasıyla, Mardin Ömerli, Çorum Kargı, Çanakkale Yenice, İstanbul Şile, Kırklareli Lüleburgaz, Sivas merkez, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi(DGM), İstanbul Kartal ve İstanbul Anadolu Adliyelerinde görev yaptı. Emekliliğine 6 ay kala Hakimler ve Savcılar Kurulu kararı ile ve isteği dışında Van Hakimliğine atandı. Görev süresini tamamladıktan sonra 2021 yılı başında emekli oldu. Yarsav ve Yargıçlar Sendikası‘nın kurucuları arasında yer aldı. Her iki yargı örgütünde yönetim kurullarında görev üstlendi. Yeni Ülke Dergisi ve Hukuk Defterleri Dergisi Danışma Kurulu Üyeliği yapan Talman, evlidir, 2 kızı, 1 torunu ve 1 kedisi bulunmaktadır.