Türkiye’de Hukuk ve Yargı’nın Demokratikleşmesinde Muhafazakar Çoğunluğun Rolü: Mesele Etik mi? Siyasi mi? / Haluk İnanıcı (Avukat – Yazar)
Yargı ve hukuk sorunlarının çözümü etik değil, saf siyasi bir meseledir. Bir diğer deyişle sorunların çözüm yeri hukuk aktörleri değil toplumdur. Unutmamak gerekiyor, yargı devletin baskı aygıtıdır ve hukuk egemen ideolojiye göre şekillenir. Durmadan etik kurallar uygulanmalıdır diye tekrar etmek, sorunun nedenlerini gizler. Ayrıca meslek kuralı yerine etik kelimesini kullanmak “kavramsal” olarak doğru değildir.
Giriş
Türkiye’nin hukuk-yargı alanı Cumhuriyet kurulduğu günden beri sorunlu bir alandır. İlk dönem Cumhuriyet’in kuruluşu nedeniyle, eski hukukun ve eski hukuk aktörlerinin tasfiyesi ve yeni bir sistem kurulmasının zorluklarıyla geçti. 1924 yılında Muhamat Yasası’yla özellikle İstanbul’da işgalcilerle işbirliği yaptığı ileri sürülen oldukça fazla sayıda avukat tasfiye edildi[1]. 1925 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi açıldı. Fakültenin açılış nutkunda[2] Mustafa Kemal yapılan devrimin bir olup-bitti olduğunu, yeni bir hukuk sistemi kurulduğunu ve hukukçuların Cumhuriyet’in bu yeni hukukunu kuracağını ve koruyacağını belirtiyordu. İlk dönemde, tıpkı Tanzimat Dönemi’nde olduğu gibi, başta Medeni Kanun olmak üzere temel kanunlar batıdan iktibas suretiyle iç hukuka katıldı. Şu halde kuruluş döneminde hukukun ve yargının politik dönüşüme eşlik ettiğini, yukarıdan aşağıda Jacoben tarzda Batılı bir toplum ve cumhuriyetin inşa edilmeye çalışıldığını, onu güvence altına almayı hedeflediğini söyleyebiliriz. Kuruluş döneminin felsefesi demokratik olmaktan, hukuk devleti kurmaktan ziyade devrimi ve cumhuriyeti korumaya yöneliktir.
Cumhuriyetin ilk dönemi ayaklanmalar ve bu ayaklanmaların şiddetle bastırılmasına sahne olur.[3] Bu dönemde olağanüstü yargı rejimi benimsenir. Devlet, bölücü ve irticai sıfatlarla tanımladığı iki önemli tehlikeyi ortadan kaldırmak üzere örgütlenir. Haliyle, kuruluş dönemi olağanüstü hukuk ve yargı rejimi altında geçer. İstiklal Mahkemeleri’ni ve akabinde kurulan olağanüstü mahkemeleri bugünün deyişiyle adil yargılanma yerleri olarak kabul etmek elbette mümkün değildi[4]. Özetle Cumhuriyetin kuruluş döneminde demokratik bir yargı-hukuk sisteminin kurulması ön planda değildi.
Devletin yukarıdan aşağıya inşa edilmesi ve siyasi elit tarafında yönetilen 1930-Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) deneyi; Şerif Mardin’in diliyle, “Osmanlı-cumhuriyet tecrübesi elinde siyasi, idari ve kültürel gücün tutan merkezle yerel kültür, heterodoksi ve eşrafın güncünü simgeleyen çevre arasında sürekli[5]” mücadele; ekonomik ve siyasi haklar temelinde ikincileri lehine büyük bir hareketlilik yaratmıştır. Milli Mücadele’ye karşı tavır alanların, CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) tarafından dışlanmış kesimlerin, CHF’den siyasi nedenlerle kendileri ayrılanların bu partide yer alması[6] karşısında, CHF paniğe kapılmış, SCF kapatılmış ve (sonradan yapılan yakıştırma ile) gerici halkın[7] henüz demokratik kıvama erişmediği yaklaşımıyla otoriter tek parti rejimine devam edilmiştir. Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna ve elit ideolojisine karşı oluşan muhalefet muhafazakar kesimden oluşmakta ve fakat bu kesim özgürlük ve siyasi haklardan bahsetmektedir. SCF, hangi saiklerle kimin tarafından kurulduğundan bağımsız olarak; aynı zamanda muhafazakar kesimin Cumhuriyet döneminde, (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) TeCF’den sonra ikinci kez ortaya çıkışıydı. Muhafazakar kesimin ciddi bir çoğunluğu SCF’ye desteklemişti. SCF’nin kısa süre yaşanıp kapatılması deneyi bize ayrıca hukukun hâlâ siyasetin gölgesinde yaşadığını; Tek-parti iktidarının “değil bir hukuk devleti, basit bir kanun devleti dahi olamadığını göstermektedir[8].”
Demokrat Parti
“SCF bir anlamda 1945-1950 döneminin (Demokrat Parti’sinin) habercisidir.[9]” 1946 yılında kurulan Demokrat Parti’nin kuruluş ideolojisi, iktidarın halka verilmesi, anti demokratik yasaların ortadan kaldırılması, parti başkanlığı ve cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılması, seçim kanunun değişmesi gibi taleplerde şekillenen 1947 tarihli “Hürriyet Misakı”na dayanır[10]. Demokrat Parti 1950 yılına kadar siyasi rejime egemen olan tek parti anlayışına karşı özgürlükçü söylemi, CHP devletçiliğine karşı serbest ekonomi anlayışını kullanır. DP’nin inanılmaz bir farkla kazandığı 1950 yılı seçimlerinin en ilginç sonucu; CHP’nin ülkenin kalkınmış batı bölgesinde hiçbir yerde seçimini kazanamaması, oylarını Ankara’nın doğusunda almasıdır. Buna rağmen DP’nin önemli oy miktarı kırsal kesimden geliyordu. 1954 seçimlerinden sonra DP’nin başlangıçtaki özgürlükçü dilinin yerini baskıcı ve otoriter söylem ve uygulamaya bıraktığını görülür[11]. DP iktidara gelir gelmez ele geçirdiği devlet aygıtlarını bu kez muhataplarını sindirmek için kullanır. Öyle ki baskı ve şiddet yaygınlaştırılmaya, basın, siyaset alanında faaliyetleri sindirmeye hatta, iş İnönü’nün gezilerinde taşlı sopalı saldırılara kadar vardırılır. 6-7 Eylül olayları yaşanır. Vatan Cephesi ve Meclis Tahkikat Komisyonları kurulur. Özetle siyasi hayatına “Hürriyet Misakı” ile başlayan Demokrat Parti son döneminde Otorite-Baskı-Şiddet Misakına sarılır. Bir başka boyuttan bakarsak, kurucu kadronun seçkin-elit görüşü karşısında muhafazakar anlayışı temsil eden DP iktidara gelinceye kadar kullandığı özgürlükçü söylemi terk ederek, kuruluş döneminin otoriter zihniyetini ve devletin baskı aygıtlarını kullanmakta bir beis görmemişti. İktidara gelirken anti demokratik yasalardan kurtulmayı dile getiren DP iktidara kavuştuktan sonra kendisi anti demokratik yasa koyucusu ve uygulayıcısı haline dönüştü. DP’nin de yargı ve hukukun demokratikleştirilmesini hedeflemediği bu aygıtlara sadece araç gözüyle baktığı ortaya çıkmıştı.
27 Mayıs Darbesi ve Yeni Anayasa
Ordunun yönettiği elit kesimin darbesi ile gelen 1961 Anayasası bugüne kadar görebildiğimiz en demokratik anayasaydı. Ancak muhafazakar kesimin temsilcisi Demirel’e göre bu anayasa ülkeye bol gelmişti. Anayasa’nın yürürlüğe girmesini takip eden dönemde, ülke Demirel ve diğer parti liderlerinin anayasadan memnun olmadığını ifade ederek ona karşı mücadele vermesine, Anayasa’nın hak ve özgürlükler yönünden budanmaya çalışılmasına sahne oldu. Bu tartışmada sadece Türkiye İşçi Partisi demokrasiden, insan haklarından yana tavır koydu. Nitekim, 1971 ve 1980 yılında yaşanan iki darbe ile bu anayasanın getirdiği bütün hukuki güvenceler bir bir ortadan kaldırılmış hukuk sistemi yine otoriter bir hukuki veçhe kazanmıştır. Bu süreç bize bir toplumun gelişmiş bir anayasa ile değişmesinin bir diğer deyişle hukuk yoluyla toplumun demokratikleştirilmesinin mümkün olmadığını göstermiştir.
Esasen Türkiye’de uzun süreler olağanüstü yargı rejimleri altında geçmiştir. Olağanüstü yargı rejimlerini zaten hukukun denetimsiz askıya alındığı, idarenin hukuka aykırı işlemlerinin fiilen denetlenemediği dönemler olarak da düşünebiliriz: i) 1920-1931 Sıkıyönetim Evresi, ii) 1940-1947 Sıkıyönetim Evresi, iii)1955-1960 Sıkıyönetim Evresi, iv)1984-1987 evresi.
De facto sıkıyönetimleri: i) 27 Mayıs 1960 de facto sıkıyönetimi, ii) 12 Mart Muhtırası, iii) 12 Eylül 1980 de facto sıkıyönetimi.
Ardından olağanüstü hal rejimi dönemleri: i)1984-1991 ANAP İktidar dönemi, ii)1992-1994 DYP-SHP İktidar Dönemi[12]. Bir diğer deyişle Cumhuriyet döneminin büyük bir bölümü olağanüstü yargı rejimi altında geçmiştir[13].
Şekli olarak olağan yargı rejiminin cari olduğu kısa dönemlerde de ülke hukuk krizleri-kriz hukuklarıyla yönetilir olmuştu. Ülkemizde hukuk devleti ilkelerinin (devlet kimin elinde olursa olsun) devlet (iktidar) tarafından hiçbir zaman benimsenmediğini söylersek sanırım yanlış olmayacaktır.
Toplumun ve Muhafazakar İktidarın Kaçırdığı Büyük Fırsat: AKP İktidarının Birinci Dönemi
AB’ye giriş çalışmalarının yoğunlaştığı muhafazakar AKP iktidarının kuruluşunda ve ilk döneminde de DP’nin kuruluşunda olduğu gibi insan haklarına dayanan özgürlükçü bir söylem benimsenerek hukukun demokratikleşmesi doğrultusunda çok önemli adımlar atılmıştır. Bir anlamda Türkiye’nin önemli vesayet kurumlarına karşı mücadele ederken zorunlu bir uğraktı bu aşama. Sadece ikisinden bahsetmekle yetinelim[14]. Yeni Türk Ceza Kanunumuzda devrim yapılarak ceza kanununun “insanları cezalandırmak” için değil, “hak ve özgürlükleri korumak” için var olduğu belirtildi. Bu amaç kanunların gerekçesine yazıldı[15]. Yine Ceza Muhakemesi Kanunu’nun gerekçesi Avrupa standardına yükseldiğimizi müjdeliyordu[16]. Bu düzenlemelerle insan haklarına dayalı hukukun iki ölçütünün benimsendiği belirtiliyordu: “Hürriyeti kısıtlayıcı tedbirlere ancak çok zorunlu hâllerde başvurmak ve kesin ihtiyaç ölçüsünde kısıtlama yapmak;” ve “bu yetkilerin ancak sonuncu bir çare olarak kullanılmasını benimsemek ve bunun koşullarını belirlemek.” Her iki yasada birçok antidemokratik hüküm bulunsa da bu gerekçe ve içinde ifadesini bulan özgürlükçü anlayışın ceza mevzuatına girmesi başlı başına önemli bir olaydır.
Bu süreçte devlet insan haklarına dayalı demokratik bir hukuk toplumunun kurulması hedefini yargı reformu strateji belgeleri kapsamına aldı[17]. İnsan haklarına dayalı demokratik bir hukuk toplumu için önümüzde duran engeller bir bir kaldırılacaktı. 10 yıla yayılan süreçte yapılan düzenlemeler ve kullanılan dil kolaycılıkla yapılan takiye suçlaması sınırlarını bir hayli aşacak genişlik ve düzeydi.
Gelişmeler Batı’nın Hıristiyan demokrat hareketlerine benzer bir muhafazakar demokrat hareketi yaşanabileceği izlenimi uyandırmıştı. Kendi ifadeleri de bu doğrultudaydı. Ancak süreç AKP’nin kapatılma davası ve 2007 Ergenekon davasıyla başlayan dönemde rotadan çıkmaya başlamıştı. Başlangıçta meşru gerekçelere dayanan yargı soruşturma ve kovuşturmalarda giderek adil yargılanma ilkesinden bir diğer deyişle demokratikleşmeden uzaklaşıyor, ucu açık iddianameler ve davalar siyasi tasfiyeye zemin hazırlıyordu. Özgürlükçü söylem sönmeye yüz tutmuştu. Özellikle 2013 Gezi Olaylarından sonra ve 2016 darbe girişiminden sonra yargı-hukuk sistemi, bıraktık AB standartlarına erişmeyi, kalan demokratik unsurlar da hızla kaybolmaya başladı. Olağanüstü rejim olağan hale geldi. Başlangıçta devletçi anlayışa karşı özgürlükçü bir anlayışı benimsediğini açıkça ifade eden, bunu uygulayan AKP ikinci döneminden itibaren ve devleti tamamen kontrolü altına almasını takiben tedrici olarak özgürlükçü anlayışı terk etti.
Ara Sonuç: Ülkemizde Neden Sürekliliği Olan Demokratik Bir Refleks Yok?
Özetle, gerek Tek Parti İktidarı döneminde gerekse ardından gelen bugünkü dahil tüm muhafazakar iktidar dönemlerinde demokratik hukuk devleti[18] ilkesini hedeflemekten çok uzak biçimde, hukukun ve yargının iktidarı ele geçirenlerce, bir zümrenin zenginleşmesi ve/veya siyasi tasfiye için araç olarak kullanıldığını görüyoruz. Muhafazakar iktidarlar tarafından iktidara gelmeden özgürlük söyleminin benimsenmesi, iktidara gelince bunun terk edilerek otoriter bir yönetim anlayışına geçilmesi de Türk siyasetinin bir rutinine dönüşmüş durumda. Her muhafazakar iktidar döneminde burjuva sınıfı ve tekelci sermaye büyümüş ve semirmiş ve her muhafazakar iktidar kendi zenginlerini yaratmıştır aynı zamanda. Cumhuriyet tarihinin her döneminde devletin bekası gerekçesiyle, insan haklarına dayalı hukuk yerine hep otoriter-devletçi anlayış savunuldu ve yargı-hukuk mekanizması bu amacın aracı olarak görüldü. Altını çizmek istediğimiz husus, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki otoriterleşme eğilimi ile muhafazakar kesimin her iktidara gelişindeki otoriterleşme eğilimleri arasında, hedefler farklı gibi görünse de büyük benzerlik göze çarpar. Her iki dönemde amaçlara ulaşmak için yargı ve hukukun “araç olarak” kullanılma biçimleri benzerdir. Siyasi rejim aynı devletçi anlayışı kullanıyordu. Sadece kuruluş ve muhafazakar parti dönemlerinde toplumu konsolide etmek için yaratılan “düşman”ın cinsi değişiyordu. Ülkemizde demokrasi, ağırlıklı olarak toplumsal kesimlerden birinin sadece kendi egemenliği için talep ettiği, kendisine layık gördüğü demokrasiden ibarettir.
Bugünkü muhafazakar kesimin hukuk ve yargıyı kullanma biçimi kuruluş dönemi ya da kendinden önce iktidar olmuş muhafazakar blokların hukuk ve yargısından farklı değildir. Türk toplumunun, hukuk ve yargı sisteminin demokratikleşememesinde, bu olumsuz ortak paydanın önemine dikkat çekmek istiyorum.
Toplumun insan haklarına, demokrasiye sanki kendi dışında bir şeymiş gibi bakmasına neden olanın, vatandaşı özgürlük konusunda refleksiz hale getirenin, reayadan vatandaşlığa terfi edememeyle ilgili olduğunu; ister iktidar isterse muhalefette olsun toplumun büyük çoğunluğunun hukuk ve yargıyı araç olarak görmesiyle, demokrasiyi gerçek anlamıyla istememesiyle ilgili olduğunu söylüyorum. Türkiye’de dar bir azınlık dışında demokratik hukuk devletini samimi olarak isteme arzusu bulunmuyor. Kuruluş döneminde de devlet vatandaşa muhtemel suç işleyecek güvenilmez kişi olarak bakıyordu, şimdi de muhafazakar iktidar vatandaşa ele geçirdiği devletin eski bakış açısıyla ama farklı yönden bakıyor. Sadece korunacak menfaatler ve düşmanın kimliği değişmiş durumda… Bu iki damar da amacını gerçekleştirmek için devleti kullanıyor ve devletçi bir ideolojiyi benimsiyor. Bu iki ana damar dışında demokrasiyi gerçekten isteyen sosyalistlerin de içinde bulunduğu demokratik kanat ise zayıf bir dönemini yaşıyor[19]. Türkiye’de cumhuriyetçi siyasi rejimden yana olanların azımsanmayacak bir oranının bakış açısının sırtını özgürlüğe değil devlete dayaması önemli bir sorundur.
Devletçi bakış kuruluş ideolojisinden beslenerek, irtica, bölücü hareketler, komünizm, anarşist hareketler gibi düşmanlar yaratarak otoriterleşmeye gerekçe yaratmak istiyor ve vatandaşa güvenmeyen bir anlayış sergiliyordu. Şimdi de muhafazakar iktidar aynı yöntemle düşmanlar yaratarak otoriterleşmeye gerekçe yaratmak istiyor, hem devletçi ideolojiyi hem de devlet araçlarını aynı doğrultuda kullanıyor.
O zaman bir tespit daha yapmanın zamanı geldi. Bu ortak paydayı yani düşmanlaştırma gerekçesiyle hak ve özgürlükleri baskı altına alma pratiğinin, hukuk-yargının hangi siyasi eğilimin kontrolünde olursa olsun iktidar elinde basit bir cezalandırma aygıtına dönüştürme pratiğinin bizatihi kendisinin ortadan kaldırılması gerekliliğini gösteriyor bize. Her iktidar bloğunda yer alan muhafazakar çoğunluk ve dışında kalan azınlık ancak bu ortak olumsuz paydayı kaldırmayı hedeflerse, en azından çoğunluğu temsil eden muhafazakar dünya kendi içinde bu çabaya girişirse hak ve özgürlükler rejiminden, demokrasiden bahsetmek mümkün olacaktır. Bir başka açıdan, etiğin önemini küçümsememekle birlikte; bugün hukuk-yargı sorunları “etik”[20] alanının (bireysel alanın) dar kalıplarıyla ne anlaşılabilir ne de değiştirilebilir. Karşı karşıya olduğumuz sorun saf siyasi bir sorundur… Peki bugünün kutuplaşması içinde demokratik-özgürlükçü dönüşüm hala mümkün müdür?
Toplum ve Adalet Tasavvuru
Yargı ve hukuk sorunları öncelikle bir “toplum tasavvuru” ile ilgilidir. Bu konunun iki ayağı vardır. İlki nasıl bir toplum üzerinde yaşıyoruz diğeri nasıl bir toplum üzerinde yaşamak istiyoruz? sorusuyla ilgilidir. Bu cumhuriyetçiler[21], demokratlar, sosyalistler için de böyledir, muhafazakar kesim için de… En azından bugüne kadar muhafazakar partiler (TeCP, SCF, DP, AP vd.) dine bakış açısından bir yumuşatma için çabaladılarsa da Cumhuriyetin kuruluş değerlerine açıkça karşı çıkmadılar. Hatta Çoban Sülü’nün seçkin elit karşısında başbakan, cumhurbaşkanı olabilmesi Cumhuriyetin fazileti olarak anlatılır olmuştu. Bu kesimler isterlerse birbirleriyle de aynı konuda ortak bir zemin kurmayı başarabilir. “Hep beraber nasıl bir toplum içinde yaşamak istiyoruz?” sorusu asgari değerleri tespit açısından daha birleştirici bir sorudur. Müslümanıyla, demokratlarıyla, Hıristiyan vatandaşlarıyla, sağcısıyla, solcusuyla hep beraber nasıl yaşayacağız sorusu… Bu soruyu yeni baştan sormak için hâlâ zamanımız vardır.
Bugünün kapitalizmi insanlara artı değere sistematik el koyarken demokratik bir dünyada veya vahşi kapitalist bir form üzerinde otoriter bir dünyada veya bunların sentezi üzerinde de yaşama seçenekleri sunuyor. Bir diğer deyişle otoriter veya demokratik rejimler aynı kapitalist sistem üzerinde yaşayabilme imkanına sahiptir. Farklılıkların gerekçeleri toplumların geçmiş tarihlerindeki sınıf savaşının niteliği ve kapsamında saklıdır. İnsanların fikirleri ne olursa olsun birbirlerine saygı duyarak, birbirlerini düşmanlaştırmayarak, geçmişi gelecek için suçlama konusu yapmayarak, geleceği ve insan hak ve özgürlüklerini ön plana çıkarak aynı toplum içinde birlikte yaşama ihtimali her zaman mevcuttur. Böyle toplumlara demokratik toplumlar deniliyor. Yani reaya mensubu olmaktan çıkıp birer vatandaş gibi haklarını arayan, soran, verdiği vergileri, devleti denetleyen, özgürlüklerinin peşine düşen vatandaş kimliğinin ön plana çıktığı toplumlar… Böyle beraberce adil bir toplum içinde yaşama hedefinin ön plana çıkarılması adalet talebinin kapsamını değiştireceği gibi hukuk-yargı sisteminin azınlığın veya çoğunluğun elinde bir araç olmasının önünü de kapatıcı rol oynayacaktır. Bir diğer deyişle mesele bir etik meselesi değil, siyasal tasavvur meselesidir.
Kapitalizmin günümüz neoliberal saldırısına karşı koyabilmek ve doğaya-çevreye-insana zarar verici faaliyetleri engelleyebilmek de ancak belirttiğimiz müşterek siyasal tasavvur alanının oluşturulması oranında gerçekleşebilir.
Türkiye’nin Muhafazakar Dünyası ve Handikapları
Muhafazakarlık genel itibariyle “bir politik doktrin bir ideoloji ya da her ikisine nüfuz etmiş biçim ve Mannheim’ın kastettiği anlamda bir ‘düşünce üslubu’ olarak belirlenebileceği gibi, her türlü doktrine ya da ideolojiye eklemlenen bir ‘tavır’, ‘ruh hali’ olarak da anlaşılabilir.[22]” Muhafazakarlık daha ziyade modernliğe karşı geleneği savunan reaksiyoner bir harekettir. Buna rağmen modernlik düşmanı olduğu da söylenemez. Modernlikle uyuşmaya da hazırdır aslında. Her ülkenin muhafazakar düşüncesi kendi tarihi birikimine göre şekillenir. Tüm muhafazakar düşünce formlarının İslamcıların “Asrı Saadeti” gibi geçmişlerinde bir “Altın Çağ”ları vardır.
Tanıl Bora’nın tasviriyle, milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık Türk Sağının birbirine dönüşebilir oluş biçimleridir[23]. Bir diğer deyişle “Muhafazakarlık bir düşünce akımı olmaktan ziyade, bu vasfıyla Türk Sağı’nın, milliyetçiliğin ve İslamcılığın esansı olmuş, geniş bir asgari müşterek zemininin oluşumuna da katkıda bulunmuştur[24].”
Türk muhafazakarlığı Modern Cumhuriyet’in doğuşuna paralel gelişmiştir. Muhafazakarlığın önemli formu “İslamcılığın kendisini reaksiyoner bir retoriğe teslim ettiği zamanlarda bile ‘gericileşmediği’ var olanı korumaya ya da sürdürmeye bağlanmış bir muhafazakarlık değil geçmişi kutsamaya ya da en imkansızından bugüne aktarmaya yönelik bir tarih-dışılıkla mukayyed olduğu[25]” görülür. Ya da bir başka ifadeyle, Cumhuriyet sonrası muhafazakar düşüncenin temsilcisi Terakkiperver Fırkasında görüldüğü gibi; “Bu bağlamda muhafazakar, evrimci değişme ve demokrasi taraftarlarını içeren, bağımsızlık hareketinin mutedil kanadını resmeden bir terimdir[26].”
Bugün İslamcı muhafazakar kesimde bir grup, ilk Meclis’i savunmakta olup ikinci meclisle birlikte İslamcı harekete büyük haksızlık yapıldığı kanısındadır. Bir diğer deyişle Cumhuriyet’e değil, kadroya ve devrim hareketinden dışlanmalarına, tek adam rejimine karşıdırlar.
Türk toplumunun en az yüzde 70’inin sağ görüşlü ya da muhafazakar partilere oy verdiği söylenir. Bugün iktidarda olan AKP ve ona destek veren MHP ve diğer küçük partiler muhafazakar partilerdir. Ama iktidar dışında da muhafazakar partiler, kesimler vardır. Şu halde muhafazakar düşüncenin temsilcilerinin iki kanadından biri iktidarda, çeşitli partilerle temsil edilen diğeri iktidar dışındadır. İktidar’da olan kanat İslami duruşu ön plana çıkarmakta fakat ikinci kanat, bazı konularda çekinceleri olmakla birlikte “insan haklarına dayalı” hukuktan yana durmaktadır.
Muhafazakar duruş karşı çıkışı yukarıda değindiğimiz üzere Cumhuriyet’e değil, Tek Parti Rejimi’e, kadroya, CHP’ye, tek adam rejimine, İslamcılara yapılan büyük haksızlığa karşı çıkışı ile var olmuş sürekli gelişim, değişim, bölünmeler geçirmiş, terkibi dönem dönem değişmiştir. Son 20 yılda AKP iktidarıyla toplum üzerinde muhafazakar bir hegemonya kurulmuştur. Özellikle ikinci döneminden itibaren (2010) AKP İslamcı bir muhafazakar partiye[27] evrilmeye başlamıştır.
AKP iktidarının ikinci döneminde özellikle son yıllarında başta içki, sokak halleri olmak üzere insan hayatına müdahale edildiğini, neredeyse tüm okulların imam hatip okullarına dönüştürülmeye çalışıldığını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Şeyhülislam gibi fetva vermeye, seküler hayatın düzenlenmesiyle ilgili taleplerde bulunmaya başladığını görüyoruz. Bugünkü haliyle bu tür uygulamaların muhalif kesimi paralize etmek, ayrıştırmak, muhalefeti kendi gündemine tabi kılmak, muhalif partiler arasında uzlaşmazlıklar çıkarmak vb. amaçlarıyla kullanıldığı görülüyor. Anlaşılan odur ki, AKP’nin oy oranının düşmesi ve radikal İslamcı ideolojiye kayış arasında bir ilişki vardır.
Milliyetçi muhafazakar parti MHP, başlangıçta AKP hegemonyasının dışında dururken, en ağır eleştirileri yöneltirken ani bir kararla 2015 seçimlerinden sonra, tüm eleştirilerine son vermiş ve iktidar blokunun içine girmiş, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Referandumu’nın yapılmasına imkan vermiştir. Muhafazakarlık bugün sağın diğer iki haliyle, milliyetçilik ve İslamcılıkla birleşmiş durumdadır.
Muhafazakar Değerler Dünyası ve Batı
İslamcı muhafazakar anlayış bir yandan Batı’dan tam kopamıyor diğer yandan da Batı’nın materyalist olduğunu, oysa insanın ve onun manevi dünyasının daha önemli olduğunu belirterek cisimleşiyor.–Yukarıda değindiğimiz AKP’nin ilk iktidar döneminde Batı’ya hızlı eklemlenme çabasını ya da bugünlerde AB’ye girmek istiyormuş görüntüsünü yani düşüncedeki eklektizmi bir kenara koyalım. Hatta Osmanlı’dan geçmiş bir “Altın Çağ” çıkarma eklektizmini, halife padişahları Batıcı uygulamalarını, Tanzimat’la birlikte Batılılaşma çabasının Osmanlının son iki yüzyılında başladığını bir kenara koyalım.– İktidar blokunun Batı değerler sistemine karşı zaman zaman ciddi karşı çıkışları olduğunu görüyoruz. Bu bazen idam konusu oluyor, bazen AİHM mahkemesinin bir kararı oluyor, bazen insan hakları konusunda Türkiye ile ilgili bir rapor veya işlem oluyor, kimi zaman İstanbul Sözleşmesi, kadın-çocuk konusu oluyor. Buna rağmen zaman zaman da Batı’ya dahil olmak istiyormuş görüntüsü çiziliyor.
Batı kendi değerler sistemini, özellikle 2 dünya savaşından sonra kurduğu ve çoğuna bizim de üyesi olduğumuz uluslararası sözleşmeler ve kurumlar aracılığıyla var etmeye, korumaya çalışıyor. Değerler sistemini bu sözleşmelerde ortaya koyuyor. Günümüzde bu sözleşmeler temelinde “İnsan Haklarına Dayalı Hukuk Anlayışı” gelişiyor. Ayrıca dünyanın her yerinde insan hakları alanlarında aktif eylemler, mücadeleler devam ediyor. Batı değerler sistemi bu mücadeleleri koruyor. Kişisel haklar, sosyal haklar, siyasi haklar giderek gelişiyor. Materyalistlikle suçlanan Batı’daki bu mücadelelerin amacı, insanların kendi manevi varlığını geliştirebilmesi ve yaşadığımız doğa-çevrenin korunması esasına dayanıyor. Kadının kendi bedeninin sahibi olması (köle olmama hakkı), mazlum yararına pozitif ayrımcılık gibi kavramlar gelişiyor. Kapitalizmin sistematik sömürüsüne rağmen Batı’da insan hakları anlayışının geliştiğini görüyoruz.
İslam muhafazakarlığı tarafından maddiyatçılıkla suçlanan Batı tam tersine insanın manevi varlığını geliştirmekten, refah toplumundan bahsediyor. Maneviyatçı olduğunu ileri süren muhafazakar dünya ise görüntüdeki sahte dünyası ardında maddi dünyaya, toplumun diğer kesimlerinden kaynak transferine; üretmeden, çalışmadan hak sahibi olmaya (maddiyata) daha fazla önem veriyor. Üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne diye yola çıkan iktidar bugün yeni bir üstünler hukuku yaratıyor.
Muhafazakar dünyanın eklektik düşünce ve uygulama örnekleri burada saymakla bitmez. Bu konuda AKP’nin son 10 yılda söylediklerini eleştirmek için, ilk 10 yılda söylediklerini cevap olarak vermek yeterlidir. Bugün muhafazakarların çoğunluğu, ülkeyi muhafazakar bir iktidar yönettiği için memnun görünmektedirler. Oysa AKP iktidarının ülkeyi 3Y dediği yolsuzluk, yoksulluk, yasaklardan temizleyeceğiz diye yola çıktığı siyasi serüvende, 20 yıl sonra sanki iktidarda başka bir parti varmış gibi ülkeyi 3Y’den kurtaracağız demektedir… Üstelik yukarıda bazılarına değindiğimiz Batı’nın insan hakları yaklaşımının çok gerisindeki “toplumsal tahayyülleri”yle ve uygulamalarıyla, geçmişte ve bugün yapılan haksızlıklarla, adaletsizliklerle bir sorunları bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Fahiş Yargı ve Hukuk Sorunları
Hukukun anti-demokratik muhtevası bir yana uygulanmasında da sorunlar vardır. Hukuk iktidar yanlılarına başka, iktidar bloku dışında kalanlara başka türlü uygulanmaktadır. Anayasa kuralları uygulanmamaktadır. Yargı bağımsızlığına herkes şüpheyle bakmaktadır. Hakimler karar vermek üzereyken görevden alınmakta, savcılar bir soruşturmanın tam ortasındayken tayin edilmektedir. Hukuka uygun kararlar vermeye çalışan veya vereceği anlaşılan hakimler çeşitli nedenlerle başka yerlere atanmaktadır. Özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ve sulh ceza mahkemeleri hukuka uygun davranmamaktadır. Basın hakları, toplantı gösteri hakları, grev hakları gibi teme hak ve özgürlükler kullanılamamaktadır. Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları uygulanmamakta, üstelik bu kararlara uymayan yargıçlar terfien daha üst görevlere atanmaktadır. Böyle saymaya devam edersek, insan haklarına dayalı hukuk açısından bir kitap olabilecek kapsamda hukuki ayıp listesi ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, küçük araları saymazsak son 70 yıldır iktidarda olan Muhafazakar görüşün yukarıda bir kısmına değindiğimiz eklektik dünyasının, yargı ve hukuk alanındaki sorunlarını tek tek saymak yerine genel bir fotoğrafını göstermek, yukarıda anlattıklarımız ile tablodakiler arasındaki ideolojik bağlantıyı da görme imkanı sunacaktır.
Bugün Egemen Muhafazakar Kültürün Yarattığı Hukuk ve Yargı Çarkı[28]
Kötü Tablodan Çıkış İmkanı
Bir ülkenin güçlü olması ve yaşayabilmesi için ortada tüm vatandaşların ortak çıkarlarını hedefleyen adil ve eşitlikçi bir politik-adalet-hukuki yapı olması gereklidir. İktidar bloğu dışında önemli bir kesim “İnsan Haklarına Dayanan Hukuk”u önemsemektedir. Zaten kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyi Statüsüne bağlı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi girişinde demokratik toplum olmanın ölçütü olarak; “İnsan hakları ile temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi inancını taşıyan siyasal gelenekler, idealler, özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü konularında ortak bir mirası paylaşmak” ilkesi gösterilmemiş midir? Evrensel İnsan Hakları Bildirisine[29] göre, medeni ve siyasi özgürlükleri ve korku ve yoksulluktan kurtulma özgürlüğünü kullanan özgür insan idealinin, ancak, her kişinin medeni ve siyasi haklarının yanı sıra ekonomik, sosyal ve kültürel haklarından yararlanacağı koşulların yaratılması halinde gerçekleştirilebileceğini ve bu topraklar üzerinde yaşayan herkese karşı sorumlu olduğumuz ifadesi ne anlama gelmektedir? Peki, böyle bir ortak zemin yaratabilmek için muhafazakar kesimde hiç mi olumlu, umut verici çabalar yoktur?
İstanbul Barosu başkanlık seçimlerinde, Bağımsız Avukatlar Grubu’nun başörtülü başkan adayı Gülden Sönmez bir insan hakları aktivisti olarak görüyordu kendini. Kendine açıkça sorulduğunda insan haklarını, dini hassasiyetlerin önünde tuttuğunu açıkça söylemekte bir çekince duymamıştı[30]. IMAG, Milliyetçi Avukatlar Grubu Başkan Adayı Hakan Çatak da hukuki hassasiyeti, milliyetçi hassasiyetlerin önünde tuttuğunu belirtmişti[31]. Muhafazakar dünyanın iki kanadının barodaki temsilcilerinin hukuktan yana tavır koymaları küçümsenecek bir olgu değildir. Yine İstanbul, Ankara ve İzmir’de iktidara yakın (2) numaralı barolar kurmak amacıyla yasal düzenlemeler yapılmasına rağmen bu barolar uzun süre sayıyı tutturamadıkları için kurulamadılar. Ve yukarıda bahsettiğim iki harekete mensup avukatlar bu iktidar yanlısı barolara itibar etmediler.
Yine bazı muhafazakar isimler insanda umut uyandırıyor. Mehmet Bekaroğlu, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Hüda Kaya gibi birçok milletvekili insan haklarını ön planda tutan muhafazakar siyasi aktörler. İnsan haklarından yana tavır koyan birçok muhafazakar oluşum, yayın organı var. İhsan Eliaçık gibi yukarıda değindiğimiz muhafazakar tutarsızlıkları teşhir eden, gündelik politika aracı olarak kullanılan dini söylemlerdeki İslam’a aykırılıkları ortaya koyan teolojik önderler konuşmaktan sakınmıyor. Bu kısa açıklamalarımla iktidarda olan muhafazakar ittifakın dışında kalan ve insan haklarına dayalı hukuktan yana tavır koyabilecek önemli bir damarın varlığı hissediliyor. Seküler hukukla arasında sorunu olmayan muhafazakar kesim azımsanmayacak orandadır.
Muhafazakar kesimin bugüne kadar tutarlı olduğu önemli bir konunun da altını çizmek gerekmektedir: Muhafazakar iktidarlar bugüne kadar dini kuralları temel hak ve hürriyetler alanında referans göstermemiştir. Bu siyasi dünyamızda hâlâ önemini muhafaza eden bir nirengi noktasıdır.
Muhafazakar Dünya Dışında Kalanlar
Muhafazakar tanımını daha literatürde olduğu gibi sağ kesim için kullandım. Sağ muhafazakar kesimin dışında kalanları bir bütün olarak “sol” ya da demokrat olarak kabul etmek mümkün değil. Sol olarak sayılan CHP’nin son dönemde sağ kesimin oylarını almak için sadece söylemde değil, sağ liderlerle işbirliği yaparak daha da sağa kaydığını söylemek sanırım yanlış olmaz. CHP’nin müzmin muhafazakarlığı da ayrı bir konu. Yeşil Sol Parti özgül bir yapıya sahip. Sosyalist sol hala pratik ve teorik güç olarak etkin konumda değil. Bu kesimlerin tüm farklılıklarına rağmen insan haklarına dayalı bir hukuk üzerinde anlaşması nispeten daha kolay. Yine de bu kesimin henüz laiklik konusunda bile ortak bir görüşü olmadığını ifade etmeliyim.
Muhafazakar kesim karşısında olduğunu varsayan ana muhalefet partisi CHP’de temsil edilen önemli bir laikçi damar göze çarpar. Laikçi terimi, “Dini kontrol altına, resmi devlet dini yaratma amacıyla laiklik ilkesinden uzaklaşmasına rağmen kendini ‘laik’ olarak tanımlayanlar”ı ifade amacıyla kullanıyorum. “Laikçi zihniyetin evrensel değerler karşısında verdiği sınav da aynı ölçüde başarısız olmuştur. Laikçi zihniyetin, evrensel insan haklarından kaynaklanan değerlerin, Cumhuriyet’i kuran kadronun kurucu değerleri yerine ikame edilmesini sağlayamamasının; gerçekten laikliğe terfi edememesinin bugünkü kaotik ortamdaki payının büyük olduğunu düşünürüm. Laikçi zihniyet ile muhafazakâr zihniyetin karşılıklı rövanş ataklarının, siyasi zenginlik yaratmayan, tam tersine gelişimin önünü tıkayan, toplumsal aklın gelişmesini önleyen yanları ve sonuçları görülmeden estetik ve kültür yoksulluğunun (hukuk ve yargıda demokratik refleks yokluğunun) anlaşılması mümkün değildir[32].” Bahsettiğim nedenle geçmişte türban konusunda tutarlı bir görüş bile geliştirilememiştir.
İktidar bloğu dışında kalan siyasi dünya, hâlâ insan haklarına dayalı bir hukuk anlayışı üzerinde bir manifesto hazırlayamasa da Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem adıyla ortak bir metin üzerinde anlaşmaları bile önemli bir adımdır[33]. Ancak 6 lider bu metin çerçevesinde seçimi kazanmaya yetebilecek ortak bir hegemonya dili oluşturamamıştır. İktidar bloku dışında en önemli siyasi hareketlerden biri de HDP-Yeşil Sol Parti’nin ise siyasette oyun kurucu-oyun bozucu etki doğurucu gücü hâlâ devam ediyor.
Ancak yazının amacı yönünden sadece büyük kısmı iktidarda olan %70’lik muhafazakar kesim üzerinde durdum. Nedeni de siyasi alanda çoğunluğu temsil eden, toplum üzerinde hegemonya kuran ve yasa çıkarma gücü olan bu %70’lik kesimdir. Bu %70’in içinde olan İyi Parti, Saadet Partisi, Gelecek Partisi, Deva Partisi’nin önümüzdeki günlerde nasıl bir duruş sergileyeceği belli değildir. Yine de altını çizmek gerekir ki; hukukun ve yargının demokratikleşmesi; seküler dünya anlayışından beslenen iktidar bloğu kesimleri ile iktidar dışında kalan muhafazakarların iç muhasebe yapmalarını gerektirmektedir[34].
Seçim yenilgisinden sonra, iktidar dışı partilerin tüm yönetici kadrolarının istifa etmesi tüm partiden delegeler dahil, en küçük seçim bölgesinden en büyüğüne doğru yeniden örgütlenme ve parti görüşlerinin tartışmaya açılması, yeni bir sinerji yeni bir ruh haline geçilmesi gerekmektedir. Aksi halde iktidar dışı partiler arasında çatışma yaratıcı iktidar projeleri hızla yürürlüğe girecektir.
Yeni dönemde bunlardan ilki türban konusundaki anayasa değişikliği önerisinin önümüzdeki günlerde AKP tarafından Parlamento’ya getirilmesidir. Bütün muhalefet partilerinin kıyafet konusu anayasa ile düzenlenemez ilkesi etrafında bir araya gelip gelemeyeceğini bu vesile ile görmüş olacağız.
Muhalif kesimin, iktidarın kullandığı düşmanlaştırıcı dilin tuzağına düşmemek, muhafazakar kesimi komple gerici[35], yobaz diye adlandırmaktan kaçınması gerekmektedir. Ben muhafazakar kesimin içinde yer alan cumhuriyetçi kesimin radikal İslamcı anlayış ve unsurlardan temizleyecek güce sahip olduğuna inanmak isteyenlerdenim.
Değer-Hukuki Değer
Yukarıda belirttiğimiz toplumun %70’ini teşkil eden muhafazakarların eklektik değer sisteminin; geleneksel değerleri esas alan gündelik çıkarlarını gözeten kendileri dışındakileri önemsemeyen, çarpık bir değer sistemi olduğunu belirttim. Toplumumuzda tasavvur dünyasının kontrolünü elinde tutan muhafazakâr zihniyetin belirlediği hukuki değer hiyerarşisi; insan hak ve özgürlükleri alanında evrensel kazanımları kendi içine dâhil etme yerine, buna karşı ciddi direnç göstermekte hatta set örmektedir. İçişleri bakanı olan bir zat, polislere, bir hukuk devletinde suç kesinleşse bile söylenemeyecek bir ifadeyle, şüpheliler için “kırın ayaklarını” diye hitap edebilmektedir.
Yasalar hukuki değerlere dayanır, hukuki değerler ise toplumsal değerler üzerinde şekillenir. Hukuki değer, bir hukuk normunun koruma altına aldığı hukuki yararı[36] ifade ettiğine göre; bu değerlerde çarpıklık tabiri hukuki yararın “meşruiyeti”nde sorun olması anlamına gelmektedir. Şu halde tüm toplumu kapsayan adil-eşitlikçi bir insan hakları perspektifinde mutabakat sağlamanın önemi ortaya çıkmaktadır. Aksi halde meşruiyet ortadan kalkar. O zaman çoğunluğun meclisten çıkardığına yine kanun denir ama o kanun meşru bir kanun olarak nitelenmez.
Meşruiyet konusu kanımca muhafazakar dünyanın azımsanmayacak bir kısmı için hala geçerli bir kavramdır. Bu aşamada ve kısıtlı ortamda bazı muhalif yayın organlarının iç muhasebe anlamında itirazlarını dile getirmesi çok önemlidir. Böyle bir ortamda isteyen Hatemi gibi İlahi Hikmet’ten isteyen seküler görüşten ve ondan doğan değerlerden beslensin; insan haklarına dayalı bir hukuk üzerinde mutabakat sağlanması ihtiyacı üzerinde durulmalıdır. İktidar bloğu dışında kalan muhalefet partilerinin seçim öncesinde hazırladığı Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi programı bu anlamda önemlidir.
Sonuç Yerine: Türkiye’nin demokratikleşmesinin ön koşulu.
Türkiye’nin %70 sini temsil ettiği söylenen ve şu an bir kısmının ülkeyi yönettiği muhafazakar kesimin önünde büyük bir siyasi-ahlaki-vicdani muhasebe durmaktadır. Bu muhasebe diğer kesimleri de içine dahil ederek; tüm vatandaşların tüm farklılıklarıyla birlikte yaşama hakkı olduğu, herkese eşit-adil davranıldığı, kimsenin yaşam güvencesinden yoksun olmadığı adil bir toplumu nasıl kuracağız sorusunu soran ve Batı’ya körü körüne karşı olmak yerine Batı’nın uygarlığa armağan ettiği insani kazanımları içine katmaya çalışan, kendisiyle yüzleşebilen muhafazakar iç muhasebeyi gerekli kırılıyor. Samimi bir muhasebeyi…
Prof. Dr. Bakır Çağlar, “İnsan haklarının yeni ideolojisinin formülü, mağdurların, hukuka ulaşmasını, hukuk barınağına girebilmelerini sağlama, hukuk tüketicilerini de hukuk üreticisi yapma, hukukun üretilmesine katılmalarını sağlama formülüdür,” diyordu.[37]
Bir diğer deyişle, toplumun çoğunluğunu teşkil eden muhafazakar kesimin önce kendi içinde; toplumsal değerler, muhafazakar ahlak, siyasi gelecekle ilgili olarak nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusuyla başlayan, kendi eklektik yapısıyla ve görünür dünyadaki insan hakları karşıtı söylemle hesaplaşması ve tabandan başlayarak hukuk üretme çabasına girmesi, bu çabaya kendi dışındaki toplumsal kesimleri de dahil etmesi gerçekleşmeksizin hukukun-yargının demokratikleşmesini beklemek biraz zor görünüyor.
O halde tüm vatandaşların bu tartışmaya katılması, hukukun üretilmesinin aktörleri olması gerekiyor. Hukuk sanıldığı gibi hukukçuların yaptığı bir etkinlik ya da performans gösterisi değildir. Müşterek üretim alanıdır.
Etik Sorumluluk
Muhafazakar kesimin yapması gereken iç muhasebe, her bir muhafazakar için aynı zamanda bir etik sorumluluk gereğidir aynı zamanda. Bugün muhafazakar kesim yukarıda belirttiğim tahayyül dünyasının eklektik yapısıyla birlikte, bu yapının içinde yer alan bireyler olarak kendi ahlaki konumlarını da değerlendirmek durumundadırlar. Kendi hırsızına, ahlaksızına, çocuk tecavüzcüsüne, yetim hakkı yiyene, yolsuzluk yapanına, liyakatsiz atamalara, bilimden uzaklaşmaya, eğitimin kalitesinin düşmesine, hakimin hukuk-vicdan dışındaki gerekçelere göre karar vermesine, yol-su-elektrik-eğitim-sağlık-adalet vd. tüm kamu hizmetlerinin parayla satılır hale gelmesine, kamu kaynaklarının denetlenemez biçimde yok edilmesine, yoksulluğun derinleşmesine, çevre-doğa katliamına, ülke yapısını bozacak göç olgusuna ses çıkarmayıp, bunlar daha önce de oluyordu demek, öncelikle etik sorumluluk açısından değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Ayrıca muhafazakar dünyanın böyle vasat bir tutarsızlığa ihtiyacı da bulunmamaktadır.
Evet korku veya çıkar kaybı endişesi böyle bir etik muhasebeyi engelliyor olabilir. Ama belirtelim, sürekli karşısındakinin ayıbına bakan, kendi ayıplarını, topluma yayılan kötülükleri görmezden gelen inançlı muhafazakar birey Hüseyin Hatemi’nin Asrı Saadet dediği döneme biçilen ilahi değerler sistemi açısından da sorumludur. Fırat’ın kuzeyinde kaybolan koyundan; sahibinin Müslüman mı, Hıristiyan mı olduğuna bakmaksızın kendini sorumlu tutan Hz. Ömer Adaleti karşısında da sorumludur. Elbette ayın etik sorumluluk muhafazakar kesim dışında yer alan bireyler açısından mevcuttur. Bireylerin etik sorumluluğu doğması, bu doğrultuda hareket etmesi için, önce ister cumhuriyetçi, muhafazakar ister demokrat, sosyalist olsun her vatandaşın taleplerini dile getirmesi onun için mücadele etmesi, bu talepler doğrultusunda örgütlenmesi, hukuk üretmesi kolektif ses haline dönüşmesi gerekir. Aksi halde toplumu bir arada tutan harç çözülmeye yüz tutacaktır. Tekrar pahasına belirtelim ki, bu durumda da en büyük sorumluluk, çoğunluğu temsil eden muhafazakar kesimde olacaktır.