Ana Sayfa » Kütüphane » Şebnem Korur Fincancı Savunması

Şebnem Korur Fincancı Savunması

İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalından Prof. Dr. Şebnem Korur-Fincancı’nın Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde, 37. Ağır Ceza Mahkemesine yargılandığı davadaki beyanıdır. 

Şebnem Korur Fincancının Mahkemeye Sunduğu Beyanı

Dostoyevski 150 yıl önce yazdığı Budala’da “Bu devir sıradan insanın en parlak zamanı. Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir.”, der. Neredeyse yarım asır önce okuduğum bu kitap, daha niceleri gibi insan olmanın gereklerini öğrendiğim kitaplardan biri oldu hayatımda. İyi hekimlik değerlerini benimseyerek, nesnel bilimsel ölçütleri temel alan, bilimsel bilginin emekle örüldüğü bir hakikat arayışının peşinde bağımsız bir adli tıp uzmanı olmak için uğraşırken, insan, hekim, adli tıp uzmanı olmanın gereği hak ihlallerine karşı duruşumu, ne şanslıyım ki bir yaşam biçimine dönüştürdüğüm mesleğimle bütünleştirebildim.

Otuz beş yıllık mesleki uygulamamda hak ihlallerine karşı durmadığım bir gün bile olmadı. Yalnız Türkiye’de değil, dünyanın dört bir köşesinde hakikatin peşinden giderken duygusuzluğun ve hakikat ötesinin çağında hakikatten kaçanlar sayesinde çokça bedel ödedim, bu hakikat için de belli ki bedel ödememiz gerekiyor. Ben hazırım. Bu ısrarı da yaşadığımız toprakların mesellerinden, Sisyphos söyleninden öğrendim, önce Camus’nün anlatısı, sonra arkeoloji eğitimimde.

Hakikat ötesi algının kurguladığı, olmayan bir suçun savunmasını yapacak değilim elbette. Burada olma nedenim gidip gördüğüm, araştırdığım hakikatin bu mecrada dile getirilmesi ve tarihe bir notun da mahkeme arşivleri üzerinden düşülmesidir. Cezasızlık hak ihlallerinin en kadim işbirlikçisidir bu topraklarda. Hem tarih okumalarında Osmanlı’da işlenen suçun Türkiye Cumhuriyetinin taze elleriyle aklanmasına, Cumhuriyet döneminde de benzerlerinin işlenmesine vakıf olmuş, hem de 80’lerden bugüne sayısız yaşam hakkı ve işkence yasağı ihlalinin örtbas edilmesine bilimsel tanıklık etmişken, cezasızlığın yasalarla pekiştirildiği bir dönemde tarihe not düşmenin ve mahkeme arşivlerine hakikatin sızmasının bir aracı olarak görüyorum yazılan Çağlayan günlüklerini, her birimizin beyanlarını.

Bu arşivlere girmiş ve girmekte olan beyanlarda, yaşananların halk sağlığına olumsuz etkisinden, sosyal dokuda ortaya çıkan tahribata, çevreden kente barınma haklarının ihlallerine pek çok başlık yer alıyor, almaya da devam edecek.

Kemerburgaz Üniversitesi’nden Doç. Dr. Gülçin Coşkun’un başka beyanlarda da değişik biçimlerde ifade edilmiş olan “Modern demokratik devletlerde yurttaşlık bağı hak ve sorumluluklar üzerinden kurulur. Dolayısıyla yurttaşlar, sadece vergi ödeyip devletin kendine biçtiği kalıp içerisinde hareket eden bir insan sürüsünden ibaret değildir. Yurttaşların sahip olduğu hakların en başında, devletin temsilcisi olarak hareket eden memurların ve kolluk kuvvetlerinin insan haklarına saygılı ve anayasanın çizdiği sınırlar içerisinden hareket edip etmediğini denetleme hakkı gelir” hatırlatmasından yola çıkarak hak ihlallerine yönelik denetim ve belgeleme görevini 28 yıldır sürdüren, kurucularından olduğum, halen de başkanlığını üstlendiğim Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 1 Ekim 2018 tarihinde yayınladığı sokağa çıkma yasaklarına dair raporun (ek 2-3) bazı bölümlerinden burada söz etmek gerekir, özellikle de 2015 yılındaki iklimi anlayabilmek için.

Yasaklar başlamadan önce gerçekleşen 2014 nüfus sayımına göre, yasağın ilan edildiği ilçelerde en az 1 milyon 809 bin kişi yaşıyordu. Sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte Türkiye’nin de taraf olduğu uluslar arası sözleşmelere göre, bu bölgede yaşayan insanların;

* Özgürlük ve güvenlik hakkı,

* Özel ve aile hayatına saygı hakkı,

* Toplanma ve örgütlenme özgürlüğü,

* İnanç özgürlüğü,

* Bilgi alma ve verme özgürlüğü,

* Mülkiyetin korunması hakkı,

* Eğitim hakkı,

* İşkence ve insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele yasağı,

* Yaşam hakkı ve vücut bütünlüğü hakkı ihlal edilmiş oldu.

Yasakların 2016 yılı içerisinde köy ve mezra gibi, nüfus verilerinin takibi düzenli şekilde gerçekleşmeyen ve/veya kamuoyuna uygun biçimde duyurulmayan bölgelere kayması ile bu verinin güncellenmediğini de ekleyelim yeri gelmişken.

Sokağa çıkma yasakları öncesinde de bazı gelişmeler suça ortak olmama irademize gidiş sürecinde üzerinde durulması gereken değişikliklerden. Kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak da bilinen, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 4 Nisan 2015’de Resmi Gazete’de yayımlandı. TBMM Genel Kurulunda 27 Mart 2015’te kabul edilen 69 maddeden oluşan kanuna göre, 16 Ağustos öncesi bazı hazırlıklara işaret eden değişiklikler görülmektedir.

Örneğin yargıya gerek olmadan valilerin, lüzumu halinde, kolluk amir ve memurlarına suç faillerinin bulunması için gereken emirleri verebileceği, kamu düzenini ve güvenliğini, kişilerin can ve mal emniyetini sağlamak amacıyla aldığı önlem ve kararların uygulanması için adli kuruluşlar ile yardım isteyebileceğine dair hükmü saklı kalmak kaydıyla askeri kuruluşlar dışında, mahalli idareler dâhil bütün kamu kurum ve kuruluşlarının itfaiye, ambulans, çekici, iş makinesi ve tedbirlerin zorunlu kıldığı diğer araç ve gereçlerinden yararlanabileceği, personeline görev verebileceği düzenlenirken, 2559 sayılı kanunun 16. Maddesine ek olarak “d) (Ek: 27/3/2015-6638/4 md.) Kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara ve kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde, silah kullanmaya yetkilidir.”, maddesiyle kolluk görevlilerinin silah kullanması neredeyse serbest bırakılmıştır. Sınırları olduğu iddia edilse de, sonuçlarına baktığımızda 2015 yılının ilk üç ayında kolluk tarafından yapılan atış sonucu ölüm sayısı 5 iken, yasal düzenlemenin ardından 2015 sonuna kadar benzer şekilde ölenlerin sayısı 217’ye çıkmıştır (ek 4-5).

Sonrasında atılan adımlar, yasal düzenlemeler de 2015’de yaşadıklarımızla uyum içindedir. Önce 8 Kasım 2016 tarihli, 6755 sayılı “Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun”da yer alan 37’nci maddenin 1’inci fıkrası ile; “15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.” düzenlemesi, sonrasında 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 11. maddesinde; “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır.”, denilerek sivillere de kanat geren koruma kalkanı hak ihlallerine devletin ve maalesef ayrılmaz parçası yargının yaklaşımını tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Tam da bugün yasaya dökülen bu bakış açısı nedeniyle 11 Ocak 2016’da “Bu Suça Ortak Olmayacağız” demek, işlenen suçları ortaya koymak, sivil yerleşim alanlarının ağır savaş silahlarıyla tahrip edilmesini, 30 yıldır “çatışma”, “düşük yoğunluklu savaş”, “savaş”, adına ne derseniz deyin yaşanan süreçte hiç olmadığı kadar sivil ölümün olmasını engelleyecek denetim mekanizmalarını harekete geçirmek gerekiyordu.

İddianamede “egemenlik hakkı” ifadesi bu yönden şaşırtıcıdır. Zira uluslar arası sözleşmelere taraf bir ülke olarak hak ihlalleri iddialarında Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Konseyinin birçok organınca denetim yapılabilmesini olanaklı kılacak mekanizmaları kabul etmiş bir ülke olmanın gereği hem ülke içinden hem de ülke dışından hak temelli kurumların değerlendirme yaparak hazırladığı raporlar ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin bu raporlara hazırladığı yanıtlar, periyodik değerlendirmeler hepimizin malumudur.

Bağımsız uzman bilirkişi olarak ben de farklı ülkeler için oluşturulan pek çok benzer denetim mekanizmasının parçası oldum, Bosna, Filipinler, Yeni Zelanda, Bahreyn ve daha birçok ülkede bazen sivil insan hakları örgütlerinin, bazen BM’nin çalışmalarına katıldım, otopsiler ve muayenelerle hak ihlallerini belgelemeye çalışarak raporlar düzenledim.

Askı işkencesinden kaynaklanan akciğer hasarıyla ölüp 11, yazıyla on bir günlük açlık grevi sonucu açlıktan öldüğü, kurt kapanı işkencesinin boyundaki ağır hasarına bahane düşerken boynunu sehpaya çarpma yalanlarıyla örtbas edilmeye çalışılan işkence suçlarını ortaya koyduğumuz gibi Suruç’da yaşanan katliamla başlayan sürecin tanıklığını yapmak, Hacı Lokman Birlik’in çatışmada ölüp üzerinde bomba şüphesiyle araca bağlanıp çekildiği safsatası karşısında aracın arkasına canlıyken bağlandığı (ek 6), araç arkasında sürüklenirken üzerine havan mermileri ve uzun namlulu harp silahlarıyla ateş edildiği (ek 7-8) ve öldükten sonra da atışlara devam edildiğini bilimsel tanıklığımızla söylemek boynumuzun borcuydu.

İlk sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan işkenceler ve Hacı Lokman Birlik’in ölümü Cizre Referans Merkezimizin açılışında bilgilendiğim, görüşmelerle ve otopsi fotoğrafları inceleyerek hakikate ulaşmaya çalıştığım olaylardı. Sonraki sokağa çıkma yasakları aylara yayıldı (ek 9-10). Cizre’de operasyon yetkililerin açıklamalarına göre 11 Şubat tarihinde bitmesine rağmen (11.02.2016 tarihli haber) sokağa çıkma yasağı 2 Mart günü sonlandırıldı.

O bodrumda “operasyon bitti” açıklaması sonrası iki hafta kimin nasıl inceleme yaptığını tam olarak bilemesek de, 12.02.2016 tarihinde o bodrumdan 26 ceset çıkarıldığını biliyoruz, aynı tarihli bir tutanakta “bina içerisine, bodrumuna ve müştemilatına kabaca bakıldığında yanmış ve yanmamış hâlde cesetlerin olduğu görülmesi üzerine günün nöbetçi Cumhuriyet Savcısına 05074152588 numaralı telefonundan ulaşılarak konu hakkında bilgi verilmiş, Nöbetçi Cumhuriyet Savcısı bölgenin güvenlik riski taşıdığından olay mahalline gelemeyeceğini bildirerek, olay yerinde gerekli incelemelerin yapılarak genel görünüm olarak fotoğraflama ve kamera kaydının yapılmasını, cesetlerin ve metaryallerin yerlerinin tespit edilmesi, cesetler olay yerinden kaldırıldıktan sonra ikamette, bahçesinde ve müştemilatında genel bir arama yapılmasını, yapılan aramalarda elde edilen suç ve suç unsurlarının tespit edilmesi, ikamet İçerisinde yangın çıkış sebebinin araştırılmasını bildirmiş.

İnceleme yapmak üzere gidecek heyetin gereksinimlerini belirlemek için İnsan Hakları Derneği Başkanı Öztürk Türkdoğan ile 3 Martta gittiğimiz Cizre’de tutanakta tanımlanan “teröristlerin çatışmaya girdiği bodrum”da un ufak olmuş, yanmış kemik yığınları, orta yerinde de bir çocuğun alt çenesini buldum (ek 11-12). O çocuk kayıtlara hiç giremedi. Bu beyan en azından o çocuk burada kayıtlara girebilsin diyedir. Vakfın Cizre Referans Merkezi (ek 13) orta yerine uzun namlulu silah iç mekanizması bırakmak da, İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na soruşturma açmak da çare olmaz hakikati örtmek için…

Şimdiye kadar sayısız sokağa çıkma yasağı yaşamış bir neslin hiç tanık olmadığı biçimde 16 Ağustos 2015’de başlayıp günler, sonra haftalar ve aylarca süren 7/24 sokağa çıkma yasakları, bu yasaklarda yakılıp yıkılan evler, delinen su depoları, temel gereksinimlerden yoksun bırakma ile başlayan işkenceler, ardından ölen çocuklar, ölüsü sokakta kalan insanlar varken bilimsel tanıklığın ötesinde bir yurttaş olarak da olanı duyurmak denetim sorumluluğumuzun bir parçasıydı. Asıl yapmasaydık suçlu olurduk!

Bu süreçte sayenizde tanışıp dost olduklarımızdan sevgili Aslı Odman’ın söyleşisindeki; “Uzun vadede bu bellek yaratma süreçleri hayatımıza bir anlam katacak diye düşünüyorum. Şimdi de katıyor zaten” sözleri bellek yaratma ısrarımızı, burada bulunmamızda bu ısrarın payını da düşündürdü.

Kundera’nın, “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı verdiği mücadeledir” sözünü alıntılayarak başladığım bir yazıda da belirttiğim gibi; “Hakikat ortaya konmadığında toplumsal belleğin bir parçası olamıyor. Toplumsal belleği oluşturamadığımızda, toplum olma özelliğini de yitiriyoruz… Bellek oluşturma önüne engeller çıkarma bir tahakküm biçimi olarak da okunabilir… Nilgün Toker Kılınç’ın da söz ettiği gibi bu dünyaya kendimizi gösterme gücünü bu dünyayı düzenleme, kontrol etme gücü olarak gördüğümüzde artık dünyayı insanlar arası bir dünya olarak değil nesneler alanı olarak görmeye başlıyoruz. Ölümler de insanlar arasında ve can yakan olaylar olarak görülmekten çıkıyor hal böyle olunca. İrademizi esir alan bir şiddetle karşı karşıya kalıyoruz. Hakikat tam da irademize sahip çıkmamızın en etkili yollarından biri.” (https://www.evrensel.net/yazi/81697/bellek)

Biz irademize sahip çıktık, çıkmaya da devam ediyoruz. Dostoyevski’nin tanımladığı o kuşaktan olmadığımız açık.

Şebnem Korur Fincancının Esasa İlişkin Savunması 

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki esasa ilişkin beyanıdır. 

 

Bugün burada ne söylesem diye çokça düşündüm.

Düşündüm, çünkü daha 3 hafta önce Leipzig Üniversitesi Barış ve Çatışma Çözümleri Enstitüsü’nden bilim insanlarının önerisi üzerine, ömrümü adadığım insan hakları mücadelesi ve işkencenin belgelenmesi için gösterdiğim çaba nedeniyle aday gösterildiğim Hessen Eyaleti Albert Osswald Vakfı Barış Ödülü’nü alırken duyduğum mahcubiyet düştü aklıma.

Gülten Akın’ın “Savaşı Beklerken” şiirini bu salonlarda meslektaşlarınız, sevgili Aslı Takanay’dan dinledi, ondan esinlenerek ödül töreninde konuşmamı aynı şiirle sonlandırmıştım ben de, şiiri tekrar okumayacağım ama son sözünü bir kez daha tekrarlamakta yarar var.

Hepimize bir kez daha hatırlatmış olalım ki; “İnsan sorumluluktur!” O nedenle 4 Ekim 2018’de heyetinize hangi suça ortak olmadığımızı anlatmak için, sizin beni google’layarak bulduğunuzu tahmin ettiğim ve suç unsuru gibi göstermeye çalıştığınız Cizre ön inceleme raporumuzu da beyanımda zaten alıntılamış, inceleme sırasında bulduğum çocuk kemiğinin fotoğrafı da dâhil, birkaç kez “ceset fotoğrafı” diye rahatsızlığınızı ifade ettiğiniz fotoğraflarla o dönemde yaşananları aktarmaya çalışmıştım.

Size rahatsızlık veren o görüntüler benim işimin bir parçası, ama sizin de işinizin parçası.

Öyle olmalı! Burası bir Ağır Ceza Mahkemesi, dolayısıyla benim 4 Ekim’de yapmış olduğum sunum bir suç duyurusu niteliği taşımalıydı sizin için.

Dosyaya son anda ve esas hakkında mütalaanın ardından eklemiş olduğunuz raporu ve gazetelerde yayınlanmış söyleşilerimi görünce sevinebilirdim o nedenle.

Oysa işimi yaptığım, hem hekim, hem de adli tıp uzmanı olarak hakikatin peşinde olduğum için ödüllendirilmenin yarattığı mahcubiyet duygusu yerine, bu kez hakikatin ve insan hakları mücadelemizin suça dönüştürülme çabası karşısında utanç içindeyim, ne yazık ki.

“Bilin: Halkın ekmeğidir adalet.
bakarsınız bol olur bu ekmek,
bakarsınız kıt,
bakarsınız doyum olmaz tadına,
bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek, başlar açlık,
bozuldu mu tadı, başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.
Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerle yuğurulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız, kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter! …”,

Der ya Bertolt Brecht, ben de suç duyurusu olarak ele alınması gereken, çıkıp kimsenin orada çocuk olmadığını, aksini kanıtlayamadığı bilimsel bir gerçekliği ve dolayısıyla savunma delilimizin suç olarak gösterilmeye çalışılması karşısında ancak Brecht ile verebiliyorum yanıtımı…

Geçen hafta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 70. Yılı anıldı.

Bildirgenin girişinde; “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına” işaret edilir.

Aynı bildirgenin 10. maddesinde “Herkes, haklarının, vecibelerinin veya kendisine karşı cezai mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir”, derken 11. maddede ise “Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün tertibatın sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu tespit edilmedikçe masum sayılır.

Hiç kimse işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç teşkil etmeyen fiillerden veya ihmallerden ötürü mahkum edilemez. Bunun gibi, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez”, demektedir.

Bağımsız ve tarafsız olmadığını düşündüğüm mahkemelerde; uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan barış talebinin, insan hakları ihlallerinin belgelenmesinin cezalandırılması, insan haklarının, hukuk rejimi ile korunması zorunluluğunun hiçe sayıldığını göstermektedir burada hepimize.

Bildirgenin 70. yılı İnsan Hakları haftası nedeniyle İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı olarak düzenlediğimiz İnsan Hakları Panoraması etkinliğinde konuşan sevgili dostum Eren Keskin konuşmasında Edward Said’den alıntıyla, “entelektüel kriz çözmez, kriz yaratır” demişti.

Peki, nasıl kriz yaratır bir entelektüel? Tabii ki soru sorarak, hakikatin peşinden ısrarla giderek… Yanıtlar kimsenin hoşuna gitmeyecek olsa da, sorularını esirgemez.

Kişisel olarak entelektüellik iddiasında değilim. Yanlış anlaşılmasın. Bir bütün olarak bir yıl boyunca Çağlayan’da dile getirilen her sözle, gene Edward Said’den, “entelektüelin kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, halkın özlemleriyle, müşterek bir idealin peşinde ortak olarak koşanlarla birleştirdiğinde yankı bulan sesi” tanımlamasına denk düşen olağanüstü birikimedir yaptığım atıf.

Son bir yıldır 542 akademisyen haklarında barış istedikleri için “kopyala yapıştır” iddianamelerle açılan davalarda bugün itibarıyla 1009. duruşmada da olduğu gibi mahkemelerin araştırmadıkları delilleri sorgulamaya, hakikatin peşinde olmaya, rahatsız edici sorular sormaya devam ederek oluşturdu bu birikimi. Belli ki olması gerektiği gibi kriz yaratan bir bütünden söz ediyoruz.

“Çocuğun gördüğü düştür barış.”, diye başlar Yannis Ritsos “Barış” şiirine, uzundur şiir. Birkaç dizeyle sınırlayacağım o nedenle…

“…Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye.
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın…”

Geçtiğimiz bir yıl boyunca kenetlenmiş ellerimizle birlikte durduğumuz tüm dostlarıma bir kez daha teşekkür ediyorum. Barış istemek suç değildir. Suçlamalarınızı kabul etmiyorum.

19.12.2018
Rasime Şebnem Korur

Bunu okudunuz mu?

Marcus Antonius'un Konuşması

Marcus Antonius’un Konuşması: Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin

Marcus Antonius’un Konuşması: Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin! Julius Caesar, 15 Mart M.Ö. 44’te hileli …